“Kabataş’taki
30 Saniye’de genç bir kadının başına ne geldiyse, bugün Türkiye’nin başına
gelen de o.”
Her şey netleşiyor; tabi hayatın, okyanus gibi, tüm pislikleri kıyılara yığmak gibi bir özelliği var. Kim insan kim değil, kim takipçi kim değil, kim operasyon çocuğu kim değil, kim kiminle ne tür işbirlikleri içinde; hepimiz er veya geç öğreniyoruz. İtiraf etmeseler de, sözleri, fiilleri ve nihâî amaçları bize olan biteni tek tek ayrıntıları ile anlatıyor; ayrıntılardaki şeytan net bir şekilde poz veriyor.
Star Gazetesi’nin ‘Paralel yapının yüksek yargı üyesi hâkim ve savcılara yönelik talimatlarını içeren ses kaydı ortaya çıktı’ diyerek verdiği haber, istikrar kaygılı hepimize anlamsız gelen, tabi biraz da, verilerden yola çıkarak anlamlandırdığımız ‘gerçeği’ somut bir şekilde ortaya koydu.
19 maddenin sıralandığı kayıtta “Hizmetin bekaası için Türkiye’nin feda edilebileceği”, “Takiyye, inkar ile her yolun kullanılabileceği”, “insanların zaaflarıyla tehdit edileceği”, “Seçimlerde yüzde 65 ile bile gelseler dosyalarla götürüleceği’ gibi ‘anlamlı’ uçların yanı sıra, Başbakan Erdoğan’dan ‘Uzun’ diye söz edilen kayıtta muhteşem bir özet var: “MOSSAD, CIA ve diğerleri Uzun’u götürmek istiyor”
Uzlaşma,
barış vesaire derdinde olanlara da Gülen’in engerekli mektubuna benzer
içeriklerle cevap veriliyor:
“Ok yaydan çıktı bir kere. Bu safhadan sonra geri
dönüş ‘yok olmamız’ anlamına gelir. Onun için tüm imkânlar kullanılarak taarruz
tek yoldur. Önümüze kim çıkarsa ezip geçeceğiz. Seçimlerde yüzde 65 ile bile
gelseler, dosyalarla götürmek zorundayız. 44 yılda ördüğümüz hırkayı ‘buyurun
siz giyin’ diyecek değiliz.”
Zaman
gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın Başbakan’ı tehdit eden
yazılarından, GYV’nin Genel Başkanı Mustafa Yeşil’in darbe muhtıralarından daha
pervasız olan açıklamaları ve sayısız Zaman ve Bugün gazetesi manşetinden, haberinden,
köşe yazısından, STV, Samanyoluhaber, BugünTV, KanalTürkTV yayın ve programlarından
yola çıkarak Ulusalcılara, Ergenekonculara, CHP’lilere, Destici yönetimindeki
BBP’ye, MHP’ye, TürkSolu’na kadar aklımıza gelen ne varsa hepsi ayın ondördünde
çekilen gece fotoğrafı kadar net bir şekilde karşımıza çıktı:
“Komünist, Faşist,
Alevi ve CHP’li fark etmez herkesle ittifak edin!”
Peki, ne
için? ‘Hayrı kesir için şerri galil irtikap edilir’ (Büyük bir fayda için küçük
kötülük yapılabilir)” İçin. O ne demek? “150 devlet içinde hizmet hareketimiz
ve müesseselerimiz var… Bu hizmetin bekaası için gerekirse Türkiye feda edilir.
5 bin savcı o kadar hâkim, on binlerce polis ve asker şehit olmaya hazır.
Kayıplar önemli değil. Türkiye’deki mücadelede ABD’nin yanında yer alırsak
güçlü çıkarız!”
Hedef belirtildikten
sonra sıra, kullanılacakların niteliği ile yöntem ve tekniklerdeydi: “Tedbir,
inkar ve takiyye ile her yolu kullanarak mücadele edeceksiniz. 93’ten sonra
mütevelli olanlara yetki verilecek. 93’lü yıllarda hizmete girenler bugün
yapılıp söylenenleri geçmişle mukayese edip sorguluyorlar. Bunlarla bir sonuca
varmamız mümkün değil. İstişareye tabi olunacak. Orada tebliğ edilenlere mutlak
itaat edilecek. Başbakan bu gücü tahmin edemediği için baş edeceğini
düşünüyor.”
Savaşan
sınıf hangisi olacak? Elbette şakirdler ve klasik CIA ve MOSSAD teknikleri ile ‘Şantaj’la elde edilecek olanlar... yani:
“Bütün bilgiler her alanda amir, memur, hâkim, savcı, asker, general, vali,
müsteşar, esnaf ve talebe sayı ve özellikleriyle masamızda. Herkesi her an
‘hain ilan ediliriz’ endişe ve baskısı altında tutun. Gerekirse zaaflarını
açıklamakla tehdit edin. Hizmetimizi muhafaza için güçlü olandan yana olmak
esas düsturumuz olmalı!”
19 Ocak’ta
Adana, Ceyhan Gişeleri’nde Mit’e ait üç tırın savaş koşullarındaki gibi
durdurulması, jandarma tarafından kuşatılması ve dört MİT personelinin aşağılanarak,
tartaklanmasına dair bütün görüntüler de yayınlanınca, artık anlaşılmaz olan
şeyler anlaşılır hâle geliyor. Evet; devletin haremi de Erdoğan’ın alaşağı
edilmesine kurban verilebiliyormuş demek ki, diyorsunuz.
Zaten Adana Başsavcılığının 19 Ocak’taki rezaletini karşı casusluk olarak soruşturması da bunu destekliyor.
Terörle Mücadele Kanunu'nun 10. Maddesi ile Yetkili Adana Cumhuriyet Başsavcı Vekili Ali Doğan'ın yürüttüğü soruşturmada Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Karar 10 Şubat 2014'te çıktı. 2014/27 sayılı kararın sonuç bölümünde TIR'lara eşlik eden MİT görevlileri hakkında kovuşturma yapılmasına yer olmadığı belirtildi.
Terörle Mücadele Kanunu'nun 10. Maddesi ile Yetkili Adana Cumhuriyet Başsavcı Vekili Ali Doğan'ın yürüttüğü soruşturmada Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Karar 10 Şubat 2014'te çıktı. 2014/27 sayılı kararın sonuç bölümünde TIR'lara eşlik eden MİT görevlileri hakkında kovuşturma yapılmasına yer olmadığı belirtildi.
“Genel itibariyle Türkiye
Cumhuriyeti'nin Milli İstihbarat Teşkilatı, söz konusu ihbarlarla etkisiz hale
getirilme, faaliyetleri ve çalışanları deşifre edilmeye çalışılırken, bugüne
kadar Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında herhangi bir şekilde faaliyet gösteren
karşı casusluk örgütlerinin hiçbir faaliyetinin bu şekilde ihbara konu
edilmemesi de sorgulanması gereken bir husustur. Buradaki ihbarlarla
soruşturmayla bağlantıları tümüyle ortaya çıkarılabilecek yapının, ülkenin
Milli İstihbarat Teşkilatı'nın tüm faaliyetlerini, çalışanlarını deşifre etmek
suretiyle Türkiye Cumhuriyeti'nin İstihbarat Teşkilatı'nı yabancı istihbarat
servisleri karşısında çaresiz ve savunmasız bırakmayı amaçladığı
değerlendirilmektedir."
"TIR'ların
Adana Ceyhan gişelerinde durdurulduğu, bu sırada MİT araçlarına uzun namlulu
silahlar doğrultulduğu, araçların çok sayıda jandarma mensubunca sarıldığı, MİT
personelinin görevde olduklarını belirtmelerine rağmen kelepçe takıldığı,
TIR'larda bulunan konteynırların açıldığı, bu sırada kamera ve fotoğraf
makinesi ile tüm işlemlerin kayıt altına alındığı, olay yerine yetkili ve
görevli Cumhuriyet Savcısı'nın geldiği, çeşitli aşamalardan sonra araçların
tutanakla Adana MİT Bölge Başkanı'na teslim edildiği anlaşılmıştır."
Paralel
yapı denen yapı, açıkçası örgüt, bütün haşmetiyle ortaya çıkıyor. 17 ve 25
Aralık’taki suikast operasyonlarını da çok rahat bir vicdanla algılıyorsunuz,
geriye doğru, 7 Şubat 2012’ye kadar olan biten her şeyi ve Gülen’in bedduasının
mantığını konumlanacağı yere teslim ediyorsunuz. Gülen ve cemaatin neye
güvendiğini de görebiliyorsunuz. Devletin içine yerleştirilmiş fedailer, yani
Başbakan’ın tabiri ve kendilerinin hemen empati kurup benimsemesi ile haşhaşîn
örgütü ve CIA, MOSSAD kanalıyla ABD ve İsrail.
ABD
Dışişleri Sözcüsü Marie Harf, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry'nin de, 'ABD'nin
Türkiye'nin iç işlerine karışmayacağı' sözlerini anımsatarak, 'Bu konuları
konuşmayı kendilerine bırakıyoruz' deme lütfunda bulunmuş ve “Tekrar ediyorum,
Türkiye'deki yerel gelişmeleri izlemekteyiz ama Türkiye'nin iç işlerine
karışmayacağız ya da buradan herhangi bir analiz yapmayacağız” diyerek hezimeti itiraf etmişti.
“Karışmayacağız!” demek, ‘karışıyorduk,
karıştırıyorduk, suçüstü yakalandık’ demenin başka bir şekilde ifade
edilmesiydi.
Zaten ABD
Türkiye Büyükelçisi Francis Ricciardoone’nin, işadamları ve siyasi parti genel
başkanları ile görüşerek planlarını yaptığı bir operasyonu hepimiz duymuştuk,
Ricciardone istenmeyen adam ilan edilmek üzereyken, film kopmuştu; ‘İmparatorluğun
Çöküşünü İzlemek’ gibi bir zevk burnundan gelmişti Ricciardone’nin ve yerel
uşaklarının.
Allah âdildir,
bundan zerre kadar şüphemiz yok. Derken
kendi elleriyle hazırladıkları bir dizi sekansı, Allah’ın Elçisi’ni stadlardan,
rüyalardan çıkarıp kamyon şoförü haline getirdi. Şefkat Tepe adlı STV dizisi Fethullah Gülen’in sapkın din anlayışını herkesin anlamasını sağladı. Biraz
sonra da Azrail insan kılığında tecessüm edecekti Küçük Kıyamet adlı
başka bir dizide.
Bütün
bunları izlerken, dinlerken ve yorumlarken, birdenbire 1 Haziran 2013’te
Gezi Parkı Eylemlerinin en ateşli günlerinde, Kabataş’ta bir genç kadını taciz edenleri
savunan, kadını yalancılıkla suçlayan ve Başbakan’ı da özür dilemeye davet eden
yayınlar paldır küldür gündemimize girdi. Aydın Doğan’a ait KanalD Kabataş
İskelesinden bir kameradan alınan görüntüleri yayınladı… Spiker, kadını yalanlayan bir dille ağacın ve turnikelerin
arkasında görünmez halde duran kadına ait olduğunu iddia ettiği görüntüleri
yorumladı.
Zaman Gazetesi internet sitesi “İlk
görüntüler, Kabataş’ta başörtülü kadına darp iddiasını doğrulamıyor” başlığıyla verdi haberi.
Hemen
hiçbir şeyin net bir şekilde anlaşılmadığı, kırmızı, yeşil, mavi oklarla
yönetilen dikkatimiz de hiçbir şey fark edemiyordu. Kurgusal yeteneklerimiz ne
Doğan Medya’nın ne de Cemaat medyasının bildiklerinin çözümlemeye yetmiyordu; onlara göre bu görüntüler kadını yalanlıyor.
Televizyonlarda
bir sürü yorumcu geçinen kadın-erkek tip kadınının ‘yalancılığını’ hiç
sıkılmadan ‘tescil’ ederek başka nedenler aramaya başlıyorlardı. Eski MİT mensubu Mahir Kaynak’ın kızı Prof. Deniz Ülke Arıboğan
13 Şubat 2014 günü twitter hesabından şöyle diyordu mesela: @DenizUlke: “Kabataş
olayı hayal gücü yüksek bir genç kadının çevresini ve herkesi kandırmasının
hikayesi mi, yoksa iktidarın psikolojik harp kurgusu mu?”
Prof. Deniz
Ülke Arıboğan’a göre kadının doğru söylemiş olma olasılığı yok. Haberi ve
görüntüleri izleyen Seçkin Deniz’in sorularına da cevap veremiyor Arıboğan.
Önce
Kanal D spikerinin görüntülerle ilgili haberini okuyalım:
“19:48:15'de 10-15 kişilik bir başka grup
geliyor. Z.D’nin yanında 30 saniye kadar duraklıyorlar. Polise göre burada söz
dalaşından dolayı bir hareketlilik oluyor. Grup 19.50'de görüntüden
uzaklaşıyor. Çevrede yine bir olağanüstülük gözlenmiyor. Kabataş iskelesinin
güvenlik görevlileri de normal işlerine devam ediyor.”
@Seckin_Deniz, soruyor: “18 dakikalık
görüntülerin tamamını izledim. Kırmızı, yeşil ve mavi oklar dışında bir şey
göremedim. Merak ediyorum; kim, hangi ultragüçle bu okları çizdi ve tespit
yaptı? Yine merak
ediyorum... Okla işaretlenen yerde ben nedense hiçbir şey göremiyorum; gören
neyle gördü? Ağacın ve turnikenin tam arkasında kalan olayları bilmek ve görmek
imkansızken, kadının yalan söylediğine nasıl inandınız? Diyelim ki kadın, 10-15
kişiyi 60-70 kişi olarak ifade etti, siz olsaydınız tek tek sayar mıydınız? O
görüntülerde kadını yalanlayan hiçbir şey yok. O görüntülerde aksine kadını
doğrulayan şeyler var. Çocuğuyla duran bir kadının yakınından geçen 10-15 kişi 30
saniye orada neden duruyor? 30 saniyeye kaç hakaret sığabilir sizce? Hakaretleri
duyabiliyor musunuz? Sizi ikna etmek için kaç hakaret etmeleri yeterli, kaç
saniye beklemeleri yeterli? Tekrar soruyorum, o görüntülerden bebeğin ve
kadının tartaklanmadığını iddia edebilecek kadar ne var elinizde? Tekrar
soruyorum; kadının yalan söylediğini nasıl, hangi delillerle iddia
edebiliyorsunuz? Son sorum; siz böyle
bir yalan söyler miydiniz?”
Prof.
Deniz Ülke Arıboğan ,Seçkin Deniz’in sorduğu sorulara DM’den, yani gizli
mesajdan cevap veriyor; sorulara verilecek cevabı yok çünkü.
Seçkin
Deniz, ertesi gün, yani bugün, yorum yapıyor: “Kabataş görüntülerini gören kör gözler
o grubun 30 saniye boyunca kadının yanında ne halt yediğini anlatsın. Deney
yapacağım; 15-20 kişilik bir gurup 30 saniyede ne kadar işer ölçeceğim. Deney
yapacağım; bir bebek arabası 30 saniyede 30-40 el tarafından kaç kez döndürülür,
çocuk kaç kez darp edilir, ölçeceğim. Bir
deney yapacağım; bir kadına 15-20 kişi tarafından 30 saniyede kaç tekme atılır
ölçeceğim. Bir deney yapacağım; acaba siz kaçınız insan çıkacaksınız, ölçeceğim.
Bir
deney daha yapacağım; 15-20 kişi bir kadına 30 saniyede ne kadar küfrederler ölçeceğim
ve bunları size hediye edeceğim. Açık ve net söylüyorum.. Kabataş'ta saldırıya
uğrayan kadına inanmayan kadınlar ve erkekler bu işin işbirlikçileridir; emin
olun!”
Kabataş’taki
30 Saniye bir deney aracı aslında, adı da ‘İnsanlık Ölçer’.
Mağdur genç kadın cevap veriyor: "Benim
yaşadığım acının büyüklüğü ve altında ezildiğim o yük yetmezmiş gibi bir de
insanlara kendimi inandırmak zorunda bırakıldım. Çok ağır bir yük, çok büyük
bir acı. Tarif edilemez bir acı. Temennim bunu bana yaşatan insanların, hak
ettikleri cezaya çarptırılmaları ve benim çektiğim acıyla kıyaslanamaz, ama
onların da bunun bedelini ödemeleri."
Avukatının
yaptığı açıklama: “Basın yayın organları tarafından müvekkilime ait olmayan bir
kısım beyanlar esas alınarak görüntülerin bu beyanları desteklemediği iddia
edilmekte, müvekkilim etrafında kalabalık bir grup tarafından toplanılmış
olması önemsiz bir olay gibi gösterilmekte, görüntülerin net ve belirgin
olmamasından da istifade edilmek suretiyle müvekkilimin gerçek dışı beyanda
bulunduğu yönünde bir algı oluşturulmaya çalışılmaktadır."
Başbakan, Haliç Metro Köprüsü’nün açılışında bugün konuştu, cevap verdi, arsızca özür bekleyenlere:
'Kabataş’ta
yavrusuyla beraber orada bir kızımıza yapılan bir saldırıyla alakalı bakın onun
da üzerinde oynamaya başladılar. O günden bugüne sesleri çıkmayanlar, bunu da
yalanlamaya kalkıyorlar. Medya dünyasında amiral diye geçinenlere söylüyorum.
Bugün attıkları başlığı özellikle hatırlatıyorum. Bunun altında da
boğulacaksınız. Sizler Adli Tıp raporlarını nerenize saklayacak, nerenize
koyacaksınız? Bu bayanın çocuğu ile beraber orada aldığı raporu ne
yapacaksınız? Bunların hayatı yalan üzerine inşa edilmiştir. Aradan 8 ay geçti.
8 ay; şimdi kendilerine göre yeni yeni senaryolar hazırlıyorlar. O hanımefendi
ve çocuğu konusuna; yeni bir hazırlığın içindeler. Bunları yutturmazsınız. Her
şey açık net ortada. O zaman savcının bütün tespitleri, Adli Tıp raporu ortada.
Şimdi siz bunu tersine çevirmek istiyorsunuz. Neden? Altında boğuldunuz. Tarih
sizi affetmeyecek. Tarih bu yalan senaryonun yanında yer alan medyayı da
affetmeyecek.”
Ankara
12. İdare Mahkemesi de dünün diğer taarruzunu haber verdi bize. Mahkeme, “gizli faaliyet usul ve teknikleri MİT tarafından istihbari faaliyetlerde
kullanılabilirse de” demesine rağmen, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, yazar
Mehmet Altan'ın telefonlarını takma isimle dinleyen Milli İstihbarat Teşkilatı
(MİT) mensupları hakkında soruşturma izni vermemesine ilişkin kararını iptal
etti. Mit
mensupları 'resmi evrakta sahtecilik', 'haberleşme ve özel yaşamın gizliliğini
ihlal' ve 'görevi kötüye kullanma' suçlarından soruşturulacaklardı.
Bu yol bize Mit Müsteşarına giden yolun tekrar açıldığını hatırlatmıştı ki, bir haber daha düştü internete. MİT Müsteşarı'nın ifadeye çağrılmasıyla başlayan krizin ardından TEM Amiri'nin polislerle toplantı yaptığı ortaya çıktı: “Bu süreçte ülkeyi gerçekten nasıl adım adım uçuruma götürdüklerini gördüm. Bilerek ya da bilmeyerek yaptığımız KCK operasyonları ile ülkeyi bölünmekten kurtarmışız. Yaptığımız iş gerçekten çok büyük.” dendiği iddia edildi.
Artık anlıyoruz; hayatın, okyanus gibi, tüm pislikleri kıyılara yığmak gibi bir özelliği var.
Kabataş’taki 30 Saniye’de genç bir kadının başına ne geldiyse, bugün Türkiye’nin başına gelen de o.
Kabataş’taki ahlaksızlığı sahiplenenler, bugün Erdoğan’a ve Türkiye’ye yapılan saldırıları da sahipleniyorlar. Psikolojik, sosyolojik tüm harekat tipleri amansız bir şekilde uygulanıyor.
Arif Şahin, 15.02.2014, Sonsuz Ark,
Şaşkınların Tarihi 37