“Annem, balık
kızartırdı koridordan bahçeye açılan sahanlıkta. Gaz ocağının üstündeki tavada
mis gibi kokardı istavrit, hamsi…”
"Lütfen yazıyı okurken aşağıda ekli müziği de açınız"
(Gaz Ocağı)
Anket yaparlardı
öğretmenlerimiz, ilkokul ve ortaokulda iken. 80 Darbesi’nden sonrasını daha net
hatırlıyorum. Bu anket sorularından birkaç tanesi kalmış aklımda. ‘Size ait
odanız var mı?’, ‘Annenizin eğitim durumu nedir?’, ‘Babanızın eğitim durumu
nedir?’, ‘Eviniz Kira mı?’ Bu sorulardan zevkle cevapladığım sadece bir tanesi
vardı. Evimiz kira değildi, bize aitti; hemen işaretlerdim. Kendim ikna olmamış
bir halde, ‘Evet’ dediğim diğer soruda ise ‘Kendime ait odam var!’ seçeneğini...
Sonradan öğrenecektim
tabi, gecekondu deniyormuş bizim ev gibi evlere. Gecekonduda oturmak da iyi bir
şey değilmiş. Gelişmemişlik düzeyini gösteriyormuş, apartmanda oturmalıymışız.
Ama biz kira ödemiyorduk, ev bizimdi. Kim umursardı ki? İstatistikler daha
önemliydi. Ev sahibi olmamızın ne önemi var? Öğrendiğimde çocukluğumun bu en
keyif verici cevabı da öylece sıkıntılı hatıralar arasına girdi.
Kendime ait odam yoktu, misafir odası dediğimiz odada kalırdım ben. Yatma saatine kadar üç odalı bir mutfaklı evimizin sobalı oturma odasında oturur, ders çalışır; yatmaya odam dediğim misafir odasına giderdim. Tabi, soğuk odada, içte battaniye dışta yorgan, çift katlı örtümü kafama çekmiş bir vaziyette nefesimle ısınana kadar üşürdüm. Ama benim odamdı, misafir gelene kadar. İki somya vardı; etekleri pileli dikilmiş örtüsünün üstü, yani üstüne oturduğumuz kısmı ablalarımın çeşit çeşit renk renk çiçek ve kuş desenleriyle tek tek işlediği minik minik karelerden oluşmuş etamindendi. Kırlent dediğimiz sırt yastıklarının da işlenmiş etaminden işlenmiş yüzleri vardı. Koyu yeşil zeminde beyaz, sarı, kırmızı işçilik öyle bir güzel görünürdü ki.
Bir de camekânımız
vardı. Yaklaşık olarak bir metre yüksekliği, bir buçuk metre genişliği, kırk
santimetre derinliği olan üç raflı küçük bir dolaptı bu. Rafları camdandı. Kanaviçe
işliklerle örülmüş örtüleri vardı beyaz o cam rafların. Hâlâ gözlerimin önünde.
Raflarda kahve takımları, misafir çay bardakları. Alt kısmında sağlı sollu iki
küçük kapaklı göz ve ortalarında iki ya da üç çekmece…
Kapaklı gözlerden biri
kitaplığımdı. Çok sonradan eskilerin arasında gördüğümde o kadar küçük
görünmüştü ki bana… Ama o zaman kocaman gelirdi, tek tek puanlı naylon kaplarla
kapladığım defterlerimi ve kitaplarımı sıra sıra dizerdim. Belki de misafir
odasını benim yapan o küçücük kitaplığımdı.
Bir de açılıp kapanan
ayakları birkaç arkalıklı sandalyesi olan masa vardı kocaman. Onun üzerinde de
işlemeli etamin örtü olurdu hep, bembeyaz. Kirletmeden ders çalışırdım. Yerde de desenli kilim; sonradan fabrika halısı. Başka bir
şey yoktu misafir odamızda. Babam darbeden önce ekonomik durumumuz iyiyken de
lüks diye koltuk almazdı, ahlaksızlık taşıyor diye televizyona mesafeli
idi. Pikaplı radyo vardı sadece. Koyu yeşil kapağını açar cızırdatırdım plak
iğnesini. Plak da dinlemezdik.
Odam öyleydi. Evimiz
gecekonduydu; ama kocaman bir bahçemiz vardı. Limon, dut ve nar ağaçlarımız. Şeftali
nedense hep kurtlanırdı, erik çağla iken biterdi. İncir ise çok geç olurdu.
Kurban’dan önce aldığımız koç, tavukların, hindilerin, tavşanların gezdiği
bahçede bir ağacın köküne bağlanırdı.
Annem, balık
kızartırdı koridordan bahçeye açılan sahanlıkta. Gaz ocağının üstündeki tavada
mis gibi kokardı istavrit, hamsi… Yemekten önce o kokuyu almak burnumun
direğinin kırılması demekti. Gizlice yaklaşır, küçük bir tabureye oturmuş
annemin pişirdiği balıkları izinsiz alıp yerdim. Bu en büyük zevklerimden
biriydi. Kızardı annem, yemeğe kalmayacak, diye. Fırsatını kollar, bir tane
daha alırdım. Parmaklarım, damağım yana
yana yerdim.
Gözlerim doluyor şimdi
o anları hatırladığımda. İneğimiz vardı. Annem onu topladığı taze otlarla
besler, sabah akşam sütünü sağar ve çok güzel yoğurt yapardı. Pazar günleri süt
günümüzdü. Babam da olurdu kimi zaman. Süt, bal, pekmez yerdik hepimiz. Ben mızmızlanır,
çay ve zeytin isterdim. Güzel annem ölene dek, evde olduğum her gece yanıma elinde
bir bardak sütle gelir, zorlaya zorlaya içirirdi. Meyve soyardı, zorla
yedirirdi, canım istemiyor derdim, dil dökerdi, bir tane, bir dilim diye diye
yedirirdi bana. Kendisi bir bardak süt içmezdi, dört bardak süt bir kilo yapar
onu da satarım derdi. Darbe en çok annemi mahvetti zaten. Onun sütü olmasa
belki de hiçbir şey olmazdı.
Komşular süt alırdı
bizden. Süt sağdığı kabı bile çalkaladığında o suyu süte katmazdı. Sütümüz çok
güzel olurdu, yoğurdumuz kaymak gibi. Annem, kimin kaç kilo aldığını bilirdi. Her
komşumuzun ayrı bir renk orlon ipliği olurdu, annem her aldıklarında onlara bir
düğüm atar, sonra da hesaplaşma zamanı düğümleri sayardı. Kul hakkı der,
titizlenirdi. Hesabı hiçbir zaman yanlış çıkmazdı.
Darbe olmasa, çok tatlı
bir hayatımız vardı. Tabi darbe olmadan önce terör olmasa. Annem ve nenem her
yatsıdan sonra gözleri yollarda, dua ede ede babamın dükkândan dönmesini
beklerlerdi.
Anlatırdı babam, sıra
bana gelmişti bakkallardan; bir arka sokaktaki bakkal bir sabah dükkanını açmış
önünü süpürürken ensesinden kurşunlanmıştı. Okula hiç gitmemişti yetim babam,
parası olduğu halde gönderen olmamıştı. Okul inşaatında bedava
çalıştırıldıklarını anlatırdı 40’lı yıllarda. Kur’an Hocası’ından yeni yazıyı
da öğrenmişti. Çok güzel okur ve yazardı. Küçük büyük harflere pek dikkat
etmezdi, ama estetikti harfleri. Diploması hiç olmadı; parayla diploma satın
alıp ehliyet de almadı. Ben, en büyük oğul, küçüktüm, araba alsam kim sürecek
der, araba da almazdı.
O anketin biraz utanarak
verdiğim cevapları… Annem okur-yazar değil seçeneğini işaretlerken sıkılırdım,
ama babam okuryazar diye işaretlerken biraz gurur duyardım, gözlerim ilkokul,
ortaokul, lise, üniversite mezunu seçeneklerine imrenerek bakarken.
Şimdi apartmanların
bahçesiz, ağaçsız, hayvansız atmosferinde, sımsıcak odalarında, dolu
kitaplıkların kişiye özel odaların bolluğunda çocuklarımız seçenekleri
üniversite mezunu diye işaretliyor. Benim yaşadıklarım çocuklarımın aklına hiç
gelmiyor. Yeni yeni ev sahibi olsak da apartmanların yıllarca kirasını
ödediğimiz odalarına çocuklarımız bizim diyemiyorlar. Diyorlarsa bile balık
kokmuyor mesela evlerimiz, yüreğimizdeki acılar gibi.
Soruyorum kendime…
Üniversite mezunu anneler, okur-yazar olmayan anneler kadar insaflı ve
merhametli mi? Onlar kadar kul hakkına riayet ederler mi? Onlar kadar her
şeyi el emeği ile yaparlar mı? Onlar gibi göz nuru ile etamin, kanaviçe
işlerler mi? Üniversite mezunu babalar, okur-yazar babalardan daha zengin ve
kültürlü oldukları halde onlar kadar olgun ve sabırlılar mı?
Önemli olan ne? Gelişmemişlik
ölçütü olan gecekondular mı, gelişmişlik ölçütü olan apartmanlar mı?
Üniversiteyle gelen tahsil mi, hayatın tadını tat gibi tattıran, doğal sıcaklık
mı? Akşam olduğunda birer adaya çekilir gibi odalarına çekilenler,
gecekonduların tek sobalı oturma odalarında sohbet edenlerden daha mı mutlular?
Cevaplarken utandığım,
sıkıldığım soruların cevapları daha güzel geliyor şimdi bana.
Gözlerim dalıyor
önümdeki harflerden geçmişe… geçmişte olmak istiyorum, çocuklarımı da alıp…
Doğa Toprak, 19.02.2014,
Sonsuz Ark