“Kendimden
ölüm kokusu alıyordum sanki; kesif, sinsi bir koku, tanımadığım bir koku…”
Nerede
kalmıştık? Evet, Afak'a söyledik ve hızlıca ameliyat hazırlıklarına başladık.
Bu arada Jale çok telaşlıydı, annesine ve Nuran'a ameliyat olmamam gerektiğine
dair beni ikna etmeleri için çok ısrar etmiş. Onlar da bu kararın çok zor
olduğunu kimsenin benim yerime karar veremeyeceğini söylemişler üzüntüyle.
Teşhisten Sonra
Teşhis
konulduktan sonra bana garip bir şey oldu, bir yandan soluğum sık sık
kesiliyor, bir yandan da alabildiğine koşmak istiyordum. Koşma isteği o kadar
üst düzeydeydi ki fırsat bulduğum her an dışarı çıkıp koşuyordum. Aslında
kaçıyordum ve aslında korkuyordum, kanserden kaçıyordum ama kaçacak bir yer
yoktu. Ben yine de arkamdan azgın bir köpek kovalıyormuş gibi durmadan
koşuyordum, soluk soluğa kaldıktan sonra biraz duraklayıp tekrar koşmaya
başlıyordum.
Sürekli
içim titriyordu, kalbim, bacaklarım, ne yaparsam yapayım bu hissin üstesinden
gelemiyordum. Bir uçurumun kenarından düşmek üzere gibiydim sanki.
Bu
koşarak kaçmalarımın birinde Fevziye'nin kardeşi Yasemin aramıştı, nefes nefese
açtım telefonu; "Ablacım biz senin yanındayız ve dua ediyoruz ne ihtiyacın
olursa lütfen bize haber ver, elimizden geleni yapacağız." diyordu.
Sonra
eşi Rıfat aldı telefonu: “Abla eğer bir şeye ihtiyacın olursa ilk bana haber
vereceksin tamam mı? Eğer benden başka birini ararsan sana hakkımı helal etmem
ona göre!" diyerek hafif tehditvâri bir ikazda bulunmuştu. Yasemin ve
Rıfat o kadar destek oldular ki bütün süreç içerisinde dünyalar tatlısı,
hanımefendilik timsali Yasemin'e ve delikanlılıkta sınır tanımayan Rıfat'a
nasıl teşekkür edeceğimi halen bilemiyorum...onlar için dua ediyorum..
Atila’ya
anlattığımda bu kaçma ve koşma isteğim için, “Ölüm korkusu!” dedi. Daha ilk
doğduğum günden itibaren birçok ölüm tehlikesi yaşamıştım, ama bu hiçbirine
benzemiyordu. İlk defa ölümü bu kadar yakınımda hissediyordum. Kendimden ölüm
kokusu alıyordum sanki kesif, sinsi bir koku, tanımadığım bir koku…
Tanıdığım
herkese, ama herkese telefon açıp haber helallik alıyordum, kanser olduğumu
öğrendiklerinde çok üzülüyorlardı; ama birkaç klişeden başka bir şey
söyleyemiyorlardı şaşkınlıktan. Bir yandan herkesle konuşmak istiyor diğer
yandan da onlara hissettiğim ölüm kokusunu bulaştırmamak için uzak durmak
istiyordum.
Jale
Canım kardeşim
daha ilk günden gözleri dolu dolu ne yapacağını şaşırmış bir hâlde desteğini
hiç esirgemedi. Hemen bir facebook sayfası açmıştı benim için; “NEŞELİYİZ BİZ”
Daha önceden yazı tecrübesi olan Jale sayfaya böyle hoş bir isim bulmakta
zorlanmamıştı anlaşılan.
Asıl
mesleği jeoloji mühendisliği olan Jale'nin inanın on parmağında on marifet var
desem abartmış olmam. Bir alçı firmasında kalite yönetim şefliği yapıyor, blog
yazıyor, senaryo yazıyor, makale yazıyor, yardıma ihtiyacı olanların yardımına
koşturuyor, güzel poğaçalar yapıyor, yeni filmleri, şarkıları, kitapları takip
edip tavsiyelerde bulunuyor, bir de bütün bunların üzerine bir arada
bulunduğunuz her saniye bir espri patlatıyor. Bir de üstüne üstlük güzel. Onun
yanında gülmemek, neşeli olmamak mümkün değil.
Şimdiden
Jale ile birlikte film seyretmeyi özlemeye başlamıştım. Yalnızca onunla beraber
yaptığımız şeylerden biriydi film seyretmek. ‘Frasier’ dizisini dönüp dönüp
seyrederek her seferinde gülmekten yerlere yıkılırdık mesela. Ya da ‘Kuzey
Işıkları’ dizisinin her bölümünde yeni bir şey öğrenirdik. Ya da bir gece
boyunca hiç uyumadan, hiç anlamadığımız bir konuda ekonomi konusunda belgesel
projesi çıkarırdık. Ama ne heyecan ne eğlence; bir bilseniz. Ekonomistler
kusura bakmasın ama bir gecede ekonominin temellerini yutmuş olurduk. Bu da
bize müthiş bir heyecan ve keyif verirdi.
Tekrar o
günlere geri dönebileceğimize hiç ama hiç inancım yoktu artık. Tam olarak
sisler içinde yol bulmaya çalışan bir gezgin gibiydim çünkü...
Jale dostluğunu hastalığımın her aşamasında
fazlasıyla ispat etti.Canım Elçin'im İstanbul'dan ziyarete geldiğinde Jale'nin
tanımları aşan ilgisi ve şefkatini görünce
"Her eve bir Jale Abla lazım!" diyecekti onun için.
Sevdiğimiz,
birlikte dinlemekten keyif aldığımız Azeri şarkıları yüklemişti Jale facebook
sayfasına hemen. Bir yandan çok seviniyor diğer yandan da bunlar benim için
yapılan veda çalışmaları diye düşünüyordum, öyle hissediyordum, kısa bir süre
sonra öleceğim için son bir gayretle güzel şeyler yaşatmak istiyorlardı bana…
Şimdi
geriye dönüp baktığımda onun bu çabasının ne kadar değerli olduğunu daha iyi
anlıyorum.
Ertesi
gün 28 Ekim 2010. Ameliyat öncesi
tetkikleri yaptırmak üzere hastaneye gitmek üzere evden çıktık… Daha yoldayken
geldi Gökhan’ın mesajı: “Ailemiz çeşit çeşit maceralardan geçti. Şimdi
başrolünde senin olduğun yeni bir macera var. Bunu da atlatacağız inşallah
benim en kral ablam. Afganistan’dan dua ve muhabbetle” Gözyaşlarımı tutamadım. “Allah’ım
bana kanser gibi bir dert ama Gökhan gibi de bir kardeş verdin çok şükür!” diye
dua ettim…
Dışarıda
feci bir yağmur vardı. Hastaneyi ulaştığımızda Fevziye yine orada bizi
bekliyordu. Allah’ım dört çocuğunu evde bırakıp bıkmadan usanmadan geliyordu
benim kardeşim, kalbimdeki ona olan minnet hislerimi galiba hiçbir zaman tam
ifade edemeyeceğim. Onun için her zaman dua edeceğim ama…
Ve
tetkiklere başladık, kalp, akciğer vs, vs, hepsine hızla girip bir an önce
oradan ayrılmak istiyorum. O sırada Emira aradı; Deniz'le birlikte eve gelmiş
bizi bulamayınca da merak edip aramışlardı. Hastanede ameliyat öncesi
tetkikleri yaptırdığımızı söyledim. Benim için pijama aldığını söyledi. Rabia
ablaya bırakıp çıkmışlar sonra.
Öğlen
salaş bir lokantaya pide yemek için oturduk, iştahım hiç yok, zorla yemeye
çalışıyorum, başaramıyorum. Fevziye ve Atila beni güldürmek için sürekli bir
şeyler yapıyorlar. Patates kızartması yemek istediğimi söylüyorum, kalkıyoruz
ve biraz ilerideki kafeye giriyoruz. Patates kızartması geliyor; ama tek lokma
yemek içimden gelmiyor, hiçbir şeyi içim almıyor. Hemen ameliyat olup kurtulmak
ve normal hayata dönmek istediğimi söylüyorum.
Fevziye,
“O kadar da hafife alma!” diyor. O öyle diyor ve benim akmaya hazır gözyaşlarım
boşalıyor. İkisinin de canını sıkıyorum farkındayım, ama kalbim bomba gibi
patlayacak sanki ne yapacağımı bilmiyorum.
Hastaneye
dönüyoruz tahliller devam ediyor. Başından beri söylediğim kurbanlık koyun
psikolojisindeyim. Şu doktora gir, röntgen çektir, şu bankoya git, hepsini kuzu
kuzu yapıyorum ve bundan sonraki hayatım diğer kanser hastalarından edindiğim
tecrübe ile gözümde canlanıyor, elimde bir torba dolusu tahlil tetkik vs. o
doktordan o doktora koşturuyorum.
Önce
ameliyat, sonra kemoterapi, radyoterapi, ilaçlar zayıflama ve sonra bir hastane
odasında makinelere bağlı bir ölüm… “Allah’ım sen yardım et” diye dua bile
edemiyorum. Edemiyorum. Dua etmeyi unuttum sanki. Hep başkaları için dua
ediyorum ama kendim için edemiyorum…
Müzeyyen’le Görüşme
Günlerden
cumartesi idi. Haber Ajanda dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyordum ve
sürecin başından beri beni destekleyen bir patronla çalışıyordum; Yavuz Selim
hocam. Eşi Müzeyyen birkaç gün önce beni aramış her türlü desteği vermeye hazır
olduklarını söylemişti. O kadar içtendi ki nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim.
İşte o
cumartesi günü Müzeyyen tekrar aradı ve geçen yıl aynı zamanlar kanser teşhisi
konulup tedavi olan bir arkadaşı ile beni tanıştırmak istediğini söyledi. Buna
gerçekten ihtiyacım vardı. Hemen Fevziye'yi aradım ve bunun kanserli bir
hastanın kaprisi olmadığını ve benimle o görüşmeye gelmesini çok istediğimi
söyledim. Biliyordum dört kız çocuğu ve dünya kadar işi vardı ama her zaman
olduğu gibi ikiletmedi bile. “Hemen geliyorum!” dedi, 45 dakika sonra da
yanımdaydı. Birlikte buluşacağımız kafeye gittik.
Müzeyyen
ve arkadaşı bizden önce gelmiş bekliyorlardı. Müzeyyen bana hem kek yapmış hem
de hoş bir mavi başörtü getirmişti. Kanser olan arkadaşı oldukça moralli ve iyi
gözüküyordu, benim telaşlı halimi görünce sinirlendi ve “Ne bu halin, hemen
kaçıp gidecekmişsin gibi hareket ediyorsun. Sakin ol bütün bunlar geçecek, bak
benim bir yılım geçti bile. Hiç üzülme biraz sıkıntı çekecek sonra hepsini
unutacaksın.” dedi.
Müzeyyen
de arkadaşına katıldığını aynı süreci arkadaşı ile birlikte yaşadıklarını ve
şimdi her şeyin yoluna girdiğini söyledi. Hepsine minnettar kalmıştım.
Müzeyyen’in desteği benim için çok ama çok anlamlıydı. Daha önce birbirimizi
yalnızca bir kere iftarda görmüş ama fazla konuşma imkânı bulamamıştık. Ama
şimdi sanki benim yıllardan beri tanıdığım yakın bir dostumdu ve elinden geleni
yapmak için çırpınıyordu. Daha sonraları da o içten desteğini benden hiç
esirgemeyecekti.
Kimseyle Görüşmek İstemiyorum,
ama Galina Dinlemiyor
Kanser
olduğunuzu öğrenmek enteresan bir his galiba. Ruhunuzda durmadan med-cezirler
oluyor. Bir an çok kuvvetle inandığınız şeye birkaç saniye sonra
inanmıyorsunuz. Ya da bir an kuvvetle istediğiniz şeyi az sonra asla isteyemeyebiliyorsunuz.
Daha doğrusu bu bende böyleydi. İlk önce telefonlara çıkmamaya başladım Hâlbuki neredeyse bütün tanıdıklarıma haber vermiştim ameliyat olacağımı. Onlar
da gayet tabii olarak arayıp sormak istiyorlar ve endişeleniyorlardı. Ama ben asla
ve asla çok yakınımdaki arkadaşlarım hariç kimseyle görüşüp konuşmak
istemiyordum. Hatta ziyarete gelmek isteyenlere mikrop kaparım bahanesiyle mani
oluyordum. Telefonlara mecburen Atila bakıyordu; ama o da çok yoruluyordu
farkındaydım. Ziyaretçi ise gelmiyordu. Böylesi daha iyiydi çünkü söylenecek
tek bir yanlış kelime veya cümleyi kaldıracak durumda değildim.
Bütün
ikazlarımıza rağmen ameliyata kadar geçecek olan o kısa sürede bir gün kapımız
çalındı. O kadar tedirgin olmuştum ki gidip bir odaya saklanmak istedim. Ne
yapacaktım şimdi, gelen tanıdık biriyse onunla ne konuşacaktım, hiçbir şey
konuşmak ya da duymak istemiyordum ki… Gelen sevgili Galina’ydı.
Sakin Deniz: Galina
Galina’nın
anlamı sakin denizmiş Rusçada. Onunla ilk Ankara’ya taşınmak üzere geldiği gün
tanıdık Jale ile. Jale Galina için,“Sanki bir masal diyarından çıkıp gelmiş
gibi” demişti. Çok da haklıydı, hüzünle tebessümün hemhal olduğu yüzü insana
güven veriyordu. İlk geldiklerinde eşi Mehmet askerdeydi. Mehmet’le Japonya’da
tanışıp evlenmişlerdi. Japonya’da tanışıp evlenen Rus kızı ile Türk gencinin
dünyalar tatlısı bir kızları vardı: Firuze.
Galina
ve Firuze’yi ilk tanıdığım andan itibaren çok ama çok sevdim. Kırık dökük bir
Türkçe ile birbirimizle anlaşmaya çalışıyorduk ilk başta, sonraları gönül
dilini de işin içine katınca aramızdaki bağ çok daha kuvvetlendi. Kendisini
sanki yıllardır tanıyordum.
İşte o
anda kapıyı çalan artık sevgili kardeşim dediğim Galina’ydı ve benim
korkularımın aksine daha kapıdan girdiği ilk andan itibaren sanki üzerimden
büyük bir ağırlığı kaldırmıştı. “Seni meşgul etmeyeceğim, hemen gideceğim!”
dedi büyük bir nezaketle. Ve devam etti: “Dayanamayıp geldim. Annem (annesi
Sibirya’da çocuk doktoruydu) senin için birtakım bitkisel ilaçlar önerdi.
Onların kataloğunu getirdim.”
Canım
benim, o konuştukça sanki ben ona ağır bir yük yüklüyorum gibi hissettim.
“Senin ölmemen gerek Neşe, Firuze’yi birlikte büyütmemiz lazım, lütfen hemen
iyileş!” diyordu gözleri dolu dolu. Birbirimize sarıldık.
Sakin
bir deniz gibi geldi, yükümü hafifletti ve evine döndü. Daha sonraki günlerde o
da desteğini asla bizden esirgemeyecekti...
Neşe Kutlutaş, 21.02.2014, Sonsuz
Ark, (İlk Yayın Tarihi, 22.02.2012)