“Biz
generalden yarıtanrılar gördük, başbakanlardan da, cumhurbaşkanlarından da… Ve
hep bildik, kahvedekiler de bildiler; o yarıtanrıları yöneten başka tanrılar
vardı.”
Ergenekonun
nasıl çalıştığını, Susurluğu, Gladio’yu, suikastleri, darbeleri ve darbelerin
öncesindeki terörü biz hep yıllar sonra öğrendik. İşler olup biterdi, birkaç
gazeteci ‘kahraman’ ya da ‘araştırmacı gazeteci-televizyoncu’ payesiyle
kendisine sızdırılan çorbalaştırılmış bilgileri yazar, izlettirir geçerdi; biz de bu çıkar
çatışmalarından kırıntılar alır, üzerinde tartışırdık.
Güzel
günlerdi diyemeyeceğim bu iğrenç zamanlarda olanlar için, ama en azından
sindire sindire ilerleyen bir akış vardı. Hamle yapılır, beklenir, karşı hamle
aylar sonra gelince de hemen yazılır, çizilir ve dar bir hareket alanında birileri
çok bilgili gibi görünür, hepimizi aydınlatırlardı. En akıl almaz şeyleri
utanmadan sindirirdik açıkçası ve susardık. Korkardık. Bir şey söyleyeceğimiz zaman elli olasılığı dikkate alır, süze süze konuşurduk.
Buradaki
biz, her katmanda teker teker yaşayan Türkiye toplumuydu. En rahat olanlar
kahvedekilerdi. Bazı tipler aklına geleni sallar, küfrü basar, geçer giderdi.
Bedelini de ödemezdi; o öyledir, diye kahvedekilerce sindirilirdi. Yani kahveler; herkesin herkesi bildiği ve herkesin
herkesi bile bile içlerine kabul ettirdiği yerlerdi. DHKP-C, PKK buralarda, okey, iskambil
masalarında insanlara yedirildi. Tepkiler kahvelerde ölçüldü, terbiye edildi.
Ceketin kabarık arka kısmı, hafif kaydırılmış ön taraf, kabzası görünen tabancaların
mekânıydı. Kahvede terbiye edilen tepki mahallede hızla yayılır ve öğrenilmiş
çaresizlikle toplum sindirilirdi ve böylece planlı her hareket Türkiye geneline
yayıldığında istenen ortam hazırlanmış olurdu. Her haber televizyonda ya da radyo
da, gazete de çıkmazdı.
Bugün
internet, her yeri kahve hâline getirdi. Küfürler aynı kaldı, ama tehditler
değişti. İllegal ya da legal maskelerle elde edilmiş sesli, görüntülü, sesli ve
görüntülü kayıtlar kabzası ve kabarıklığı gösterilen birer tabanca kabzası
gibi.
Tehdit edilenler
sıradan insanlar değil; Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı, Genelkurmay
Başkanı, Siyasi Parti Genel başkanları, milletvekilleri, bürokratlar, işadamları, akademisyenler, gazeteciler, düşünürler,
yazarlar, sanatçılar, fahişeler kurulan networkta elde edilen verilerin
depolanmasıyla sürekli tehdit altında. Ve biz bunu an an öğreniyoruz; belki
gelecekte interaktif yöntemlerle bu tür tehditleri de canlı canlı izleyeceğiz,
dinleyeceğiz.
Tarihin en
eski bilgi kaynakları fahişelerin ağızlarıdır, bir de para ile meşgul olanlar
ve siyasetle her daim haşir neşir olanlar. Bilgi gezerken ayakçılar kullanılır
ve para, makam, göreli itibar ve güç kazanılırdı. Bu durum insanlık tarihindeki
en büyük teknolojik sörf sürerken de değişmedi. İnsan en aşağılık yerinden
kazanç elde etmekten hiç vazgeçmedi; insanlık araçlara uyum sağladı ve sinmeyi,
sindirilmeyi yeni yöntem ve tekniklerle daima yaşamak üzere kendini hazırladı.
Benim midemi
bulandıran, bu utanç verici gerçekliğin bugün her anımızı ifsad etmesi, başka
türlü düşünemez hâle gelmemiz. Savunmalar, açıklamalar, saldırılar; kayıtlar,
montajlar beni varlıklarıyla rahatsız ediyor. İnsanların kahvedeki bilinçle tartışıyor
olmaları ve bu düzeyde iklimlendirilmiş atmosferlerde yaşamak zorunda kalmaları
beni kahrediyor.
Bana göre
Fethullah Gülen ve cemaati, geçmişin benzer hamlelerinden biri artık. Tüm iyi niyetlerimizi
içimizden söküp atarken canımız acısa da, ne ona ne de ona kulluk eden kişilere
zerre kadar merhamet duymuyoruz. Hele hele Gülen’in ve cemaatin göz önündeki tiplerinin
kullandıkları saldırgan, aşağılayan, küstah ve hakaret eden, hatta küfreden
utanmaz dilin kahvedeki sefil dilden daha da aşağılara indiğini görünce
merhametim daha değerli şeylere kayıyor.
Mağdurlara
dönüp bakıyorum. Kayıtlarla şantaj yapıp aşağılamaya çalıştıkları mağdurlara
dikkat kesiliyorum Belki de özel hayatlarında
günahları ile yüzleşme zamanı kollayan kişilerin ellerinden bu fırsatı alıp onları
toplum içinde itibarsızlaştıranlara öfke ile bakıyorum.. Mağdurların
işledikleri günahlar, suçlar bu kadar büyük sefaletin içinde bana daha çok suç,
daha çok günah gibi görünmüyor. Çünkü merhamet nazarı daha baskın geliyor;
teşhir edilmiş bu insanların işledikleri suçtan ve günahtan daha ağır bir ceza
ile hem de yargılamadan mahkûm etmek ve tamamen bitirmek gibi büyük bir
suikasti, suçu, cinayeti yargılamayı daha öne almak istiyorum.
Başbakan
en güvenlikli telefon diye TÜBİTAK’ın ürettiği kriptolu telefonla görüşüyor ve
bu telefon dinleniyor. Bu telefonun verildiği tepedeki devlet erkini kullanan
herkes aynı şekilde dinleniyor. Birileri
telefonun silikon aparatına ya da parçasına yerleştirilen bir böcekle, devletin
bütün sırlarını öğreniyor ve devlete şantaj yapıyor. Bunu yapan cemaat mi? Çok
da önemli değil. Yayın organlarında bu yayınlara sahip çıkıp sürekli gündemde
tutan ve paranoyakça, hiç dinlenmeksizin üstelik haberleri çarpıtarak
izleyicilerine aktaran cemaat medyası bu sorunun cevabını netleştiriyor. Ama
bana göre önemli olan yapan değil, yaptıran.
Cemaat
medyasının sahiplendiği ses kayıtları hangi ahlaka, hangi dine, hangi psikolojik
ya da sosyolojik kritere sığıyor, bilmiyorum. Cemaat medyasından ayrılan Ahmet Taşgetiren, gün gün analiz yapıyor, bence bunlar
yeterli kurguyu anlamak için. İdeolojik patolojiye dönüşme adabından bile
yoksun bu gerçek karşımızda apaçık bir şekilde duruyor.
Kahvelerde
olanları da ayıklayıp duruyorum şu sıralar. Kahveler, kahve bilinci, kullanılan
dil, şantaj türleri ve sindirme yöntemleri gerçekten daha asil kalıyor bu
sefil, rezil fotoğrafta. En azından kahvede nâmı bilinen birinin fahişesine
bile kimse yan bakmaz; ondan haber çarpmak gibi bir alçaklığa tevessül etmez. Fahişesi
olan adamın karısına bile kimse gidip durumu ihbar etmez.
Fahişeyle
iş tutmak eskiden hem suçtu, hem günahtı. Şimdi sadece günah; kimse suç olarak
görmüyor. Ama ne hikmetse, fahişeyle irtibatı olan kimseler, yasalar karşısında
suç işlemedikleri halde, herhangi bir platformda aşağılanıp yok
edilebiliyorlar.
Yani her
kes günah çukurundaki ayağından yakalanıyor;
bu doğru. Doğru ama yasalar günahları değil suçları yargılıyor. Bir
şekilde yine dinin bahşettiği kıstasları kullanarak sefil bir mücadele
sürdürülüyor. Bu mücadeleyi sürdürenler de güzelim dinimizi, İslâm’ı kullanıp
insanları aldatarak çocuklarımızı devşirenler.
İnsanları
günah çukuruna sürüklüyorlar, sürüklerken kaydediyorlar, günah çukuruna girmiş
bir halde iken haberdar edip tehdit ediyor ve şantajla dilediklerini
yaptırıyorlar. Günah çukurunun asıl dibinde kendilerinin pisliğe bulaşmış
ayaklarını görmekten de acizler.
Bu
meselede… Kim kimdir, kim kim değildir; artık herkes görüyor. Ben, legal ya da
illegal hangi tür yöntemler ve yollarla elde edilmiş olursa olsun, tüm
kayıtları insanların tanrılaşması adına kullandıklarını düşünüyorum.
Biz
generalden yarıtanrılar gördük, başbakanlardan da, cumhurbaşkanlarından da… Ve
hep bildik, kahvedekiler de bildiler; o yarıtanrıları yöneten başka tanrılar
vardı. Hepsi, her beraber Allah’a karşı Firavun olma iddiasındaydılar.
Sorar
mısınız bilmem, bence Başbakan Erdoğan bir yarıtanrı değil, yarıtanrı
iddiasında bir gâfil de değil; bu yüzden Olimpos’un tanrılarının hedefinde. Ha
Herkül, ha Perseus; hepsi Olimpos’un uşakları…
Tarih,
şimdi, yaşanırken yazılıyor ve ben de yazıyorum, bunu hem şimdi görüyorsunuz
hem de gelecekte görecekler. Kendi alın terim ve internetin verdiği bilgilerle,
hiç kimseden bana özel olarak sızdırılmamış olan bilgilerle yazıyorum ve zerre
kadar menfaat temin etmiyorum.
Biliyorsunuz
değil mi?
Biraz
ahlak hatırlatmak istiyorum, biraz din… biraz da günah çukurunun dibindekileri uyarmak...
Arif
Şahin, 26.02.2014, Sonsuz Ark, Şaşkınların Tarihi 38