Kiziroğlu Mustafa Bey
-4-
Kadı
Cemalettin Taş Han’da esnaf gezmelerini sürdürüyordu. Küçük esnaf dertliydi
dertli olmasına ama çekiniyorlardı. Kendi gölgelerinden bile korkuyorlardı.
Ekmeğe konulan narha karşı çıktıkları yoktu. Hatta selden ötürü kendileri birçok
malı maliyetinin altında satıyorlar, kimi zaman perişan olmuş ailelere
ihtiyaçlarını hibe ediyorlardı. Ve ekmeğe konulan narhın bir göz boyamadan
ibaret olduğunun da farkındaydılar.
Dertleri
büyüktü küçük esnafın. Hem büyük tüccarların fahiş faizleri karşısında belleri
bükülüyordu, hem alınan vergilerden canları çıkıyordu. Kadı öyle anlamıştı ki,
küçük esnafın verdiği vergi büyük tüccarın verdiği verginin iki katıydı
neredeyse. Hoş bu durum yalnız bu Sancağa özgü değildi. Daha önce görev yaptığı
yerlerde de aynı durumla karşı karşıya kalmış fakat çaresizlik boynunu
bükmüştü.
İspir Sancağında tefecilikle savaşmaya
kalkışmış, neredeyse kellesini kaybedecek olmuştu. Büyük tüccar, “Elbet biz
dini bütün kimseyiz.. faizin haram olduğunu bilmez miyiz? Biz faiz alır mıyız?
Verdiğimiz borç geçen yıl şunca kumaş alıyordu, şimdi de bunca kumaş alıyor..
biz kumaş parasını tahsil ederken niye faiz alıyorlar oluyoruz ki?” diyorlardı.
Oysa
kumaşın, boyanın, baharatın, sair malların fiyatlarını kendileri
belirliyorlardı. Böylece insafsız bir tefecilik sancaklarda almış yürümüştü.
İşte susuz sancağında da aynı oyunlar dönüyordu. Bu oyunu oynayanlar istisnasız
sırtlarını ya beylere ya sancağın eşrafına dayamışlardı.
Bu
düzene hayır, deyip başkaldıran da eşkıya oluyordu. Örneğin Bolu’da Köroğlu
Susuz da Kiziroğlu. Daha kim bilir nerede hangi oğlu.. az kalsın kendisine de
eşkıya diyeceklerdi.
İspir
Sancağı imalı suçlamalarda bulunmamış mıydı? “Behey kadı efendi.. ilmiye
eşkıyalığa özenirse bunun sonu gelir mi?” dememiş miydi? Sonra da apar topar
Sancak Kadılığından Erzurum Kapı Kethudalığı’na gönderilmişti. Görünüşte bir
terfi de olsa bu terfinin bir tenzil-i rütbe olduğu zeki birinin gözünden
kaçmazdı.
Kadı
Mahmut Efendi’nin katli işlerin rengini değiştirmiş, ta payitahttan bir ulak
bizzat halife-i ruyi zeminden bir ferman getirmiş, katledilen Mahmut Efendi
olayının gerçek akıbetini tespit ve suçluların cezalandırılması ile görevlendirildiğini
bildirmişti.
Fermanda
yazılanların dışında haberci bu soruşturmanın oldukça gizli yürütülmesi emrini
de iletmişti. Mahmut efendinin katlinden birkaç hafta sonra bir ihbar mektubu
payitahta ulaşmış, ihbarnamede kendilerine bildirilen olayın bildirildiği gibi
olmayabileceği iddia olunuyordu. Bu da bir soruşturmayı farz kılıyordu. “Bu
göreve sizin seçilmenizin sebebi padişah efendimiz tarafından çok iyi
bilinmenizdir. Bana emredildiğine göre padişah efendimiz sizin gayretlerinizi
pek yakından takip etmektedir. Ve dahi size güveni tamdır. Bu güveni
sarsmayacağınıza emin olduğu emredilmiştir. Bu soruşturmayı elden geldiğince
gizli yapması onun için hayati bir meseledir bu noktayı dahi unutmasın
buyrulmuştur!” demişti ulak.
Aynı
ulak Kars Beylerbeyliği’ne de bir ferman götürmüş, Kethüda Cemalettin’in derhal
Susuz Sancağına kadı olarak tayin edilmesini ve sağ salim yerine ulaştırılması
emredilmişti. Birkaç hafta içinde olup bitmişti her şey. Yine bir sancaktaydı.
Yine fakir-fukara garip-guraba kan ağlıyordu. Baldırı çıplak, yalın ayak
denilenler bir cendere içinde sıkıştırıldıkça sıkıştırılıyorlardı. Bunları
düşünerek bir aktarın önünde öylece duruyordu. Biri koluna girince kendine
geldi.
“Ne o
kadı efendi leb-i deryada gemileriniz mi battı?”
Ani bir
boşlukla ürkmüş yana çekildi. Alaybeyi Zülfikâr’ın gülen gözleriyle karşılaştı
başını kaldırıp koluna girene baktığında.
“Hay
Allah müstehakkını versin sen miydin?”
Alaybeyi
omuzlarını kaldırıp göğsünü ileri çıkardı, kaşlarını hafiften çattı:
“Beli ya benim.. Alaybeyi Zülfikâr.. dediler
ki git kadı Cemalettin Efendi’ye yardım et. Teftiştedir. Zorluk çıkaran olursa
haddini bildir.”
Sözlerini
bitirip göz kırptı. Söylediklerinin latife olduğu belliydi, ancak sözlerinin
duyulması için de ciddi bir gayret gösterdiği ortadaydı.
“Nasıl,
benden tuluatçı olur değil mi hocam?” diye fısıldadı kulağına.
“Olur..
niye olmasın. Ortalık tuluatçıdan geçilmiyor.. e kararını verdin mi, dünürcü
gideyim mi?”
Alaybeyi
hemen toparladı kendini. Ciddi bir yüz takınıp,“Niye olmasın.. kimden ne
eksiğimiz var ki?” diye cevapladı kadıyı. “Hele ilk düğün kurulsun peşi sıra
bizim düğünde olur!” dedi.
Kadı
sözlerin altında yatanı hemen kavramış rahat bir nefes almıştı. Evet; önce Kadı
Mahmut’un katili yargılanıp cezalandırılmalıydı.
“İşte
bunu duyduğuma sevindim. Epey bir yardımın dokunur bu şenlikte. Benden daha
yakınsın elbet davet olunacaklara. Subaşının eksikliği nasıl giderilir?”
Alaybeyi,
Subaşı Macit’in yerine bir ihtimal Çopur’un gelebileceğini öyle bir söylenti
duyduğunu anlattı. Kadı şaşkınlığını belli etmemeye çalışarak, “Çopur ehil
midir?” diye sordu. Alaybeyi omuz silkip, “Ondan önceki pek mi ehildi. Ehil
arama zamanları hekat oldu be hocam!” diye karşılık verdi kadıya.
Bu arada
etraflarında dolanıp selam verenlerin selamlarını alıyor, neşeli tavırlarla
öylesine yarenlik yaptıkları imasını vermeye çalışıyorlardı. Rahmetli
Subaşı’nın epey bir çaşıdı muhbiri vardı. Alaybeyi bunu bildiği gibi kadı
Cemalettin de öğrenmişti. Hele daha ilk huzurdan çıktığında kendisine bir gölge
gibi yapışanın farkına vardığında ne yaman izcilerin içinde olduğunu kendine
itiraf etmişti. Payitaht boşuna çokça dikkatli olması gerektiğini emretmemişti.
İzlendiğini sezmiş ama bir türlü doğrudan yakalayamamıştı izleyeni.
“Geçenlerde
biri beni aramış bir türlü bulamamış.. sen bir şeyler duydun mu?” diye sordu
Kadı Efendi.
Alaybeyi
başını sallayıp “Duyar gibi oldum.. sanırım seyisin biri bir fetva için düşmüş
peşine ama yetişememiş.. hem evine gelmeye de çekinmiş!” diyerek cevapladı
Kadıyı.
Bir
zerzevatçının önünde durdular. “Ben.” dedi Kadı Efendi “Eve bir iki öteberi
alıp götüreceğim.. sen de var düğün için hazırlan vakit dardır!”
“Emrin
başım üstüne hocam. Huzurda görüşmek üzere.. hürmetler!” deyip gözden kayboldu.
Kadı
Cemalettin üzerinde meraklı bakışlarla birkaç sebze meyve alıp evin yolunu
tuttu.
Alaybeyi
ağırbaşlılığını takınıp beylik konağına vardı. Çopur ve birkaç yeni çeri,
beyliğin talimgâhında kılıç talimi yapıyorlardı. Öğleyi biraz geçmişti. Ter
içinde kalmıştı talim yapanlar. Çopurun yüzündeki şişlikler inmiş morluklar
hala duruyordu. Bir gözü de yarı açıktı. Alaybeyi yanlarına varıp selam verdi.
Talim yapanlar durup soluklandılar.
“Çopur
tebrik ederim.. Beyimiz Subaşılığa getirmiş seni.” dedi, alay ettiğinin
anlaşılması için gayret göstermesine gerek duymadan, “ Pek isabetli bir karar
vermiş beyimiz!” diye sürdürdü konuşmasını.
Çopur kurumuş patlak dudaklarını yaladı. Yalın
kılıç Alaybeyine doğru yürüdü. Karşılıklı bir birlerini süzdüler. Yapmacık bir
eda ile, “İltifat buyurdu beyimiz. Şimdilik idareten.. eh devlet işi boşluk
kaldırmaz.. sizin de yardımlarınızla asil subaşı atanıncaya kadar deruhte
etmeye gayret göstereceğim!” cevapladı.
Alaybeyi
sert bakışlarla Çopur’un gözlerinin içine baktı, müstehzi bir sesle “Tasalanma
tosunum.. elimizden geleni esirgemeyiz!” dedi.
Ççopur
için için köpürmüştü. Bu kendini beğenmişe avludakilerin gözü önünde bir ders
vermeyi düşündü. Alaybeyi oldum olası kendisine, arkadaşlarına rahmetli Macit’e
tepeden bakan bir tavır içinde olmuştu. Şimdi bir fırsat çıkmıştı.
“ZülfikârAağam..”
dedi. “Ne yaman kılıç kullandığını bilmeyen yok.. bize de bir iki ders versen..
hazır terimizi de atmışız.. eğer münasip görürsen.. bize bu dersi çok görme!”
dedi pis pis sırıtarak.
“Demek
kaşınıyorsun!” diye geçirdi içinden Alaybeyi. Bir an, “Şuna bir ders vereyim!”
diye düşündüyse de taraçada Rıfat Beyi görünce vazgeçti.
“Yorgunsunuz..
başka bir zaman biraz talim yaparız” deyip konağa doğru yürümeye hamle etti.
Çopur önüne geçip yaltaklanır gibi yaparak, “Aman ağam kimin yarına çıkacağının
garantisi var ki?”
Sülün
Zeki’ye işaret etti kılıcını getirmesi için. Sülün koşarak gelip elindeki
kılıcı Alaybeyine uzattı. Alaybeyi bir taraçadaki Bey’e bir uzatılan kılıca
baktı. “Eh.. madem ısrar edersin.. kırmayayım seni!” kılıcı aldı. Avlunun
ortasına kadar yürüdüler.
Alaybeyi
bir türlü anlayamıyordu. Bu Çopur gerçekten kendisiyle vuruşmayı mı
düşünüyordu. Kılıç eline bile yakışmıyordu. Keçeye bir iki kılıç sallamakla
kılıç kullanmayı bildiğini mi sanıyordu?
Demek rütbe insana kendinde olmayan
özellikleri yakıştırmasını, kendinde bir takım güçleri olduğu vehmine
kapılmasını sağlıyordu. Başını salladı.
“Eh
Zülfikâr ağa hele hamle et de öğrenelim nasıl hamle edilirmiş!” dedi yine aynı
pis gülüşle.
Zülfikâr
ani bir hamle yaptı. Çopur ancak geri kaçarak savuşturabildi hamleyi. Yanlış
yaptığını anlamıştı Çopur. Ama yapacak bir şey yoktu. Bu oyun sürecekti. Sürmek
zorundaydı.
Nara
atarak Zülfikâr’a saldırdı. Zülfikâr bir ayak oyunuyla Çopur’un dengesini bozup
sırt üstü düşürdü. Düşerken kılıcı da elinden fırlamıştı. Zülfikâr elindeki
kılıcı yere bıraktı tekrar konağa yürüdü. Çopur öfkelenmiş ayağa kalkıp hızla
Zülfikâr’ın bıraktığı kılıcı almış hamle etmeyi düşünmüştü.
Taraçada
Beyi gördü. Bey, başını “Hayır” anlamında sallıyordu. Çopur boynunu büküp
öylece kalakaldı. Burnundan soluyordu. Çaresizdi. Kendisini acıklı bakışlarla
süzen arkadaşlarına öfkeyle “Ne öyle aval aval bakıp durursunuz.. gidip
üstünüzü değiştirin namertler!” bağırdı. Hevesi kursağında kalmıştı. “Bu burada
bitmez ben sana diyem Alaybeyi.. bu burada bitmez.. hiç boşuna şişinme!” dedi
içinden.
Puran Tilmiz, 10.03.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar