"Herkes 'biz' diyebilseydi, karşıtlıklar ve çelişkiler aldanmaları gerektirmeyecekti. Herkes 'ben' dediği için karşıtlıklar doğuyor, çelişkiler oluşuyor ve aldanmalar peydahlanıyor."
Dücane Cündioğlu imzalı “Çocukça Düşünceler” başlıklı hem içerik hem de teknik olarak sorunlu Fıkra'nın Sektörel Analizi'ni yapalım...
“Halkın çoğu çocukça ve çocuksu düşünür ve bu nedenle insanlar hayat içerisinde sıklıkla karşılaştıkları çelişkilerden —zannedildiğinin tam aksine— pek de rahatsız olmazlar.”
Halkın çoğu çocukça ve çocuksu düşünebilse keşke; tam tersine halkın çoğu öğrenilmiş korkular ve çâresizliklerle düşünür, sorular sorar ve verilen cevapları alır. Eğer çocukça düşünselerdi sıklıkla karşılaştıkları çelişkilerden aşırı rahatsız olurlardı ve onlara verdikleri tepkiler dolayısıyla “yaramaz çocuklar“ derdik. Lakin halk, çocukça düşünemese bile eski bir çocuk olan herkesten oluştuğu için, çelişkilerden özellikle yönetsel aklî çelişkilerden en çok rahatsızlık duyan unsurdur. Rahatsızlığını eline geçen her fırsatta belli eder, sadece bu biraz uzun sürer. Siyasetçiyi aldatan da bu sürenin uzunluğudur.
***
“Tecrübeli siyasetçiler halkın bu zaafını iyi bilirler ve iyi de değerlendirirler. Yani halk tarafından aslâ farkedilmeyeceği için çelişkiye düşmekten, çelişkili davranmaktan pek çekinmezler; tıpkı çapkın erkeklerin kadınlar karşısında çelişkiye düşmekten çekinmemeleri gibi. Yanlış anlaşılmasın, halkın çoğunun, tıpkı kadınların çoğu gibi hataları önemsediğini inkâr ediyor değilim. Hatalar umumiyetle gözden kaçmaz. Ancak bazı kayd u şartla”
Halkın “asla fark etmemesi” diye bir gerçeklik olamaz. Bireyler fark eder ve bunu paylaşırlar. Ancak sosyolojik değişim uzun bir süreci gerektirir; halkın iletişmesi bu süreç içinde mümkündür. İletişim hızı yüksek toplulukların etki-tepki hızı da yüksektir.
Çelişkilerle dolu siyasetçilerin belirli bir süre sonra halk tarafından dışlanması ve siyaset sahnesinden silinmesi de halkın kesinlikle fark edeceğinin kanıtıdır (Burada halkın fark etmesi de fark etmemesi ile ilişkili gerçekliktir, aynı açıklama).
Buradaki halkın çoğu hangisi? Hataları asla fark edemeyenler mi, fark etseler dahi önemsemeyenler mi, hataları fark edip önemseyenler mi? Hangi şart kaydıyla? (Suçlamanın yer etmesi için parağraf yazarının zayıf bir reveransı bu)
“Birincisi, o hatalardan bir mağduriyet hissi doğmuş olmalıdır. (Mağduriyetin gerçek olması gerekmez; öyle hissedilmesi kâfidir.) İkincisi, bu mağduriyetin telâfisi mümkün olmamalıdır. (Yani hatalı, hatasının üzerini örtecek bir jest yapma kabiliyetinden mahrum bulunmalıdır.) Hem hata, hem de —meselâ— o hatayı telâfi edecek bir hediye, yanyana iken aslâ çelişki oluşturmazlar. Yeter ki hediye hatayı gölgede bıraksın. Hediyenin ışığı bu düzeye çıkmasa bile, oluşan aslâ çelişki değildir, bilâkis en mütevazı hâliyle karşıtlıktır. Bu durumda mağdur taraf kendisine uygun gördüğü rolü seçer. Buna mukabil hatalının sorunu çözmek için yapması gerekense, ne yapıp edip ışığın parlaklığını artırmak ve böylelikle hatayı gölgede bırakmaktır.”
Çelişki, hata ile hatayı telafi edecek hediyenin bir arada olması değildir. Çelişki bu düzlemde olamaz; çelişkinin bu düzlemde işi yoktur. Burada meydana gelen karşıtlık da değildir; düpedüz hatayı unutmayı gerektirmesi için verilen rüşvettir. Amaç halkı rüşveti kabul suçuna alıştırarak hataya ortak kılmak ve halkın olası tepkilerini kontrol etmektir.
Hatayı gölgede bırakmanın tek yolu ise af dilemektir, hatayı tekrarlamamaktır. Ve siyasetçi af dilemez, hediye vererek, hediyenin parlaklığını arttırarak halkı daha sonra tekrar aldatmanın yollarını ve haritalarını belirler;rüşvetleriyle de bunu halka beyan eder. (Bakınız, Siyaset bilimi)
***
“Özetleyecek olursak, yöneten-yönetilen ilişkisinde veya kadın-erkek ilişkilerinde aklî çelişkiler hiç gündeme gelmez.”
Bu özetteki önermeye hiç kuşkusuz ve dolaysız bir tavırla “yanlış” demekten başka bir seçenek yoktur. Bu önermenin sahibi, siyasi tarihle ilgili veya kadın erkek ilişkileriyle ilgili “temel aklî çelişkiler"den bihâberdir. Yöneten-yönetilen ve kadın-erkek ilişkilerindeki çelişkilerin yarısı aklîdir, yarısı hissîdir.
Önerme sahibi, olaylara aklî baktığını düşünürken ne kadar hissî davrandığını önermesinin içeriği ve hükmüyle yansıtıyor. Misal vermek gerekse idi, ki gerekiyor gâliba; yönetilenler tanrılık iddiasındaki firavunları, nemrutları, hanedanları aklî çelişkilerden dolayı onları sonsuza kadar yöneten olarak kabul edemedi.
İmparatorluklar da aklî çelişkilerden dolayı sorgulandı. Dünya demokrasiyi yönetilenlerin akla olan ihtiyacı sayesinde aramayı/istemeyi öğrendi. Biz isyanların temelinde sadece hıssî çelişkiler ararsak, tarihi değişimlerin temelindeki aklî çelişkilerin varlığını inkâr ederiz.
Yönetilenlerin verdikleri tepkilerin tümü önce akla zarar idârî eylemlerle filizlenmiştir. Eylem safhalarında da hıssî çelişkiler, isyanın sosyal tabanını oluşturmada ve genişletmede kullanılmıştır... O kadar.
Gelelim kadın-erkek ilişkilerindeki aklî çelişkilere. Kadın ve erkek ilişkilerindeki çelişkilerin tümü aklîdir, dersek fazlaca büyük bir önermeyle karşı çıkmış oluruz. Ancak yine kadın erkek anlaşmazlıklarının tümünde egemen olan çelişkilerin türü maalesef aklîdır. Zira, kadın ve erkek aklı farklı altyapılarla oluşmak zorundadır ve insanoğlunun gelişebilmesi için gerekli olan “çelişki” bu farklı “aklî sistemler”le ortaya çıkmalıdır.
Kadın-erkek ilişkilerindeki his almaşığında çelişkiler olmaz, sadece dönemsel uyumsuzluklar olabilir…Ve uyumsuzluklara çelişki denmez. Dikkat edilirse; kadın erkek anlaşmazlıklarının temelinde de bu hissî uyumsuzluklar değil, aklî çelişkiler vardır.
***
“Doğanın akla ihtiyacı, zannedildiğinden çok daha azdır.”
İçeriği ile birlikte hükmü de yanlış olan bir önerme daha. Önermenin kuruluş tabanı yanlış. Zira doğa, akla ihtiyaç duymaz; duymayacağı içindir ki; az veya çoktan bahsedilebilsin. Tıpkı bir arabanın akla ihtiyaç duymaması gibi. Ancak doğa’nın işlenebilmesi akla ihtiyaç duyurur ve bunun için de neredeyse tüm insanlık, insan yaratıldığından beri aklını kullanarak, üstelik zaman geçtikçe daha fazlasını kullanmayı hayal ederek doğayla temas kurmaktadır. Akla ihtiyacı olan insandır, doğa değil.
Önerme sahibi, biraz değil epeyce “uzak” konuya.
***
“Çocuğun zihin dünyasını bilen yetişkinler, çocukların bu ve benzeri soruları, o soruların gerçek cevaplarını almak için sormayacaklarını bilirler. Çocuğa ne cevap verilirse verilsin ve bu cevap ne kadar saçma, hatta çelişkili olursa olsun, o, kendisine verilen cevap neyse, o kadarıyla iknâ olup yetinecektir; üstelik belleği o cevabı bir daha hatırlamayacaktır da.”
Yukarıdaki önermelerin oluşturduğu parağraf içerik ve hüküm olarak tamamen yanlış olan ardıl önermelerden oluşmaktadır. Parağraf sahibinin bu konularda sadece kişisel ve yüzeysel değerlendirmeler yaptığı açıkça bellidir.
Parağraftaki önermelerin doğruları şöyledir; Çocuk, soruların tümünü cevap almak için sorar ve verilen cevapla ikna olmadıysa yetinmez; sorularını ve cevabı hatırlamasa bile,soru-cevap algoritmasından çıkardığı hükümleri kendi kişisel gelişiminde kullanır. Ayrıca insan belleğinin hatırlamak gibi bir işlevi yoktur. İnsanın iradesi hatırlar, belleği değil. Ve irade gelişim sürecinde gerektiği zaman hatırlamayı da sisteme dahil eder. Bu sebeple pedagoglar çocuklara birer yetişkin gibi önem verilmesini önerirler.
***
“Niçin? Çünkü sorusu, yetişkinlerin anladığı anlamda bir soru değildir. Ortada bir diyalog da yoktur. Çocuğunki sadece sözde-sorudur. Sözde-soruların ise, sahici cevapları olmaz; olsa bile bu cevapların muhatab nezdinde bir değeri bulunmaz”
Bir önceki parağrafın gerekçesi olan bu parağrafdaki önermeler de çürük; ama bu gerekçe o parağraftaki yanlış önermelerin desteklenmesi için gerekli zaten.
Yanlışları açıklayalım; çocukların tüm soruları yetişkinlerin anladığı anlamdadır. Yetişkinlerin aksine çocuk sorduğu soruları ve cevapları, cevap veren yetişkinden çok daha fazla önemser. Çocuk sözde soru soramaz; bu doğasına ve saflığına aykırıdır; sözde soruyu ancak bir yetişkin sorabilir. Zira sözde soru sormak öğrenilir; doğuştan değildir. Tıpkı çocuk İbrahim’in soruları gibi.
“Halkın çoğunluğunun çocuklar gibi çelişkiyi umursamamaları, nedensellik yasalarıyla aralarındaki uzaklıktır. Nedenselliğin ciddiye alınmadığı yerde, zorunluluğu ciddiye almaya gerek yoktur. O hâlde kim, niçin çelişkileri ciddiye alsın?”
Halkın çoğunluğu zamana bağlı olarak çelişkileri, ”aklî çelişkileri” umursadığı için dünyadaki yönetim sistemleri sürekli değişegelmiştir, seçimli yönetimlerde bu açıkça ve net bir şekilde görülür (Bknz. siyaset bilimi). Bu tür neden-sonuç ilişkilerinin tümünde de sosyoloji yeterli açıklamaları yapar (Bknz. sosyoloji). Burada tek doğru, neden-sonuç ilişkisindeki zorunluluktur; ancak bu zorunluluk da ancak sonuçlar varsa nedene olan bağımlılık zorunluluğudur.. Halk nedenleri ciddiye aldığı gibi sonuçları da ciddiye alır. Temelde ciddiye alınan çelişkilerdir zaten; çelişkinin olmadığı durumları sorgulayan olmaz.
***
“Çelişkiyi kavramamızı sağlayan, zihnimizdeki zorunluluk kategorisidir. Zorunluluğun olmadığı yerde çelişki de olmaz”
İnsan zihninde zorunluluk kategorisi yoktur. Zorunluğu idrak eden iradedir. İradenin mantıksal determinizme dayalı çıkarımları zorunluluk hallerini ayırt eder. Benzeşen zorunluluklara göre bir form oluşturur ve buna göre sınırlar koyar. Ayrıca zorunluluğun olmadığı yer yoktur; doğal olarak da zorunluluk ve çelişki arasında karşıtlık veya bağıllık ilkesi yoktur. Zorunlulukların olduğu yerde çelişkiler olabilir de olmayabilir de. Kimyasal tepkimeler buna en basit örneklerdir.
Oluşması zorunlu olan tepkimelerin sonuçları neden çelişki barındırmak zorunda olsun? Arabana benzin koymak zorundasın ve bunun doğal sonucu olarak da sadece benzine ihtiyacı olan araba benzini alınca çalıştırılır ve ilerler; çalışması ve ilerlemesi mi çelişkidir? Sorun hayatın var olması gerçeğine bağlı olarak zorunluluklar sisteminde vücut bulan çelişki ise, çelişkinin olmaması için hiçbir şeyin yaratılmamış olması gerekirdi. Zaten çelişki de yaratılmış değil midir?
***
“Var vardır” demek, “varolanın varolması zorunludur” demektir. “Yok yoktur” demek de, “yokolanın yokolması zorunludur” demektir. Hâl böyle olunca, var varsa yok olamaz, yok yoksa var olamaz. Demek ki bir şey hem var, hem yok olamaz. (Özdeşlik yasası olarak da bilinen bu ilk ilke, “A A'dır” şeklinde ifade edilir.)
İlginç bir çıkarım. Var’ın yokluğu veya yok’un varlığı yaratılmış her şey için izâfi değil midir? Bu nasıl bir çelişki böyle; bir şeyin varlığından habersizsek, o yok mudur? Bir şeyin o an bizce yokluğu onun varlığını ortadan mı kaldırır? Yani bir şey zamana, mekana ve algılanış moduna göre hem var hem de yok olabilirken, biz nasıl hem var hem yok olamaz diyebiliriz. Bu nasıl statik bir mantıktır?
Eğer sorun var’ın evrensel ve varlıksal varlığı veya yok’un evrensel ve varlıksal yokluğu ise bunu tartışmaya bile gerek yok. Ancak bu kadar kesin bir gerçek, muğlak ve çelişkilerle dolu bir konu için açıklayıcı ve destekleyici bir kanıt olarak kullanılamaz.
***
“Çocuk kişi değildir. Çocukluktan çıkınca kişi hâline gelir. Kapının ardından gelen “Kim o?” sorusuna, “Benim” diyemez. Derse, bu sefer “Sen kimsin?” sorusuna cevap veremez.”
Çocuk hukuken kişidir, mükellef değildir. Bu nasıl bir analiz? Kapının ardından gelen sese, kendi sesi tanınıyorsa “benim” der, ”sen kimsin?” sorusuna da “sesin sahibiyim” der. Zira sesi kendi kişiliğinin özel ve kişiye ait yansımalarından biridir.
***
“Ne ilginç değil mi, çocuklar gerçekte adlarıyla değil, soyadlarıyla vardır. Halk da öyle, “gayr-ı şahsî” bir gerçekliğin adı. Şahsın/şahsiyetin, ferdin/ferdiyetin silindiği bir kütle... bir karaltı âdeta... bir çokluk...”
Ne kadar büyük bir küçümseme! Aydın güzellemesine maruz kalmış bir zihnin küçümsemesidir bu. Çocuklar gerçekte önce adlarını öğrenirler ve bilirler, herkes önce çocuğa“ adın ne” diye sorar; soyadını soran pek fazla olmaz. Çocuklar, o sevimli varlıklar gerçekte adlarıyla vardırlar. Büyüyünce babalarından devraldıkları ekleri kullanırlar.
Halk, evet; kişilerden oluşan bir topluluktur,ama fertlerin silinmekten ziyade farklı ve özel yanlarıyla sivrildiği bir topluluktur da ;sadece silindiği topluluk değil. Ve kütle asla değil; hele karaltı küçümsemesine muhatap olamaz bile. Çelişki tamamen burada ayakta; çelişkilerle dolu bir yazının yazarı da aynı halkın içinde ama silik değil, kütleden parça değil (canlı), karaltı değil; alenen biliniyor ve kendisi teklik o çokluğun içinde…
***
“Özdeşliği en nihayet biz'de, bir biz'in içinde algılayan bu çokluk da “Ben benim” diyemeyeceği için kim olduğunu değil, kimlerden olduğunu söyleyebilir.Karşıtlıklar ve çelişkiler olmadan yaşam da olmaz. Yaşamın çelişkiye ihtiyacı vardır. Yaşamı paylaşanlarınsa doğal olarak aldatılmaya. Aldanışımız bu denli doğal işte”
İnsanlığın kabile/soy/ırk ilkelliğine bağlı statü kaygıları hala devam ediyor demek ki. Yani birey bu tür aidiyetliklerle yer edinebilecek kadar “ben” olmaktan uzak. Ama değil, herkes bilhassa ve ısrarla “ben” diyor; biz diyemiyor. Biz diyemediği için çelişkileri kişisel olarak algılıyor ve bir başlangıç yapıyor kendince. Aklî çelişkileri kullanarak insanları ikna ediyor ve “biz” dedirtiyor. Ancak bu çok uzun bir süreç.
Herkes biz diyebilseydi, karşıtlıklar ve çelişkiler aldanmaları gerektirmeyecekti. Herkes ben dediği için karşıtlıklar doğuyor, çelişkiler oluşuyor ve aldanmalar peydahlanıyor. Aldanmak, doğal elbette diğer hesapsız her şey kadar doğal…
***
Değerlendirme:
Halk ve çocuk benzetmesi, tam tersi niyetlerle daha kolay yapılabilirdi. Temel eleştiri endeksi “küçümsemek" olunca başka türlü bir yorum çıkması da mümkün olmuyor zaten. Yazarın tepkileri defetmek adına yaptığı birkaç hareket de anlamsız kalmış, işe yaramamış. Yazının her tarafına sinmiş halk ve çocukla ilgili yanlış ve temelsiz tesbitler ve bu tesbitlere dayalı olumsuz (ön ya da son) yargılar yazarın konuyu işlerken kendisini toparlayamadığını ve bundan dolayı dağıldığını da kanıtlıyor. Konu yazarın boyunu aşmış; basit bir sohbet sözü olan “halk çocuk gibidir; kanar” deyişi yazarı tahrik etmiş. Yazar kendi düşünsel altyapısına güvenerek deyişi mantıksal bir temele oturtmaya çalışmış ,ancak ortaya tamamen başarısız bir çalışma çıkmıştır.
Bilgi:
Çelişki, mantık bilimine göre;bir bileşik önermede bileşik önermeyi oluşturan önermelerin her değeri için elde edilen sonuçların tümünün yanlış olması durumudur. Tüm sonuçların doğru olması durumuna ise Totoloji denir. Karşıtlık ,önermeler mantığına göre,bir önermenin koşul ve yargı önermelerinin yer değiştirmesidir; “ikinin karesi dört ise dördün karekökü ikidir” önermesinin karşıtı: ”karekök dört iki ise ikinin karesi dörttür”.
Öneri: Yazar, acilen(eğer bu tür yazılar yazacaksa), mantıkla ilgili bilimsel sonuçları, siyaset tarihini ve bilimini, sosyolojiyi, çocuk gelişimi ve psikolojisini, pedagojiyi, iletişimin yöneten-yönetilen ilişkisindeki önemini öğrenmesi gerekmektedir. Ayrıca bir de analiz yapmayı,analitik düşünmeyi,daha doğrusu bilimsel düşünme yöntemlerini öğrenmeyi ihmal etmemelidir.
Sonuç:
Yazı önermelerden oluşan bir bileşik önermedir ve yazıdaki her bir önermenin doğruluk değeri "0" yani yanlış olduğundan yazı (bileşik önerme) bir çelişkidir. Eğer yazar "çocukça düşünceler" başlığı arkasına saklanırsa biz de onu kendi ifadesine binâen "çocuk" sayarız ve ona "kişi" demeyiz. Ama bir köşe yazarı "kişi" olmak zorundadır. Zira birçok insanı etkilemektedir.
Alper Selçuk, 13.10.2007, Antiseptik Anafor 47
Alper Selçuk Yazıları
Not:
Bu analiz, 13.10.2007 tarihli yeni Şafak gazetesinde yayınlanan Dücane Cündioğlu imzalı “Çocukça Düşünceler” başlıklı köşe yazısı tamamen ciddiye alınarak yapıldı. Analizde sayın yazarın daha önce köşesinde bir akademik çalışmaya karşı yaptığı acımasız,alaycı ve küçük düşürücü yöntem hafifletilerek kullanılmıştır. Analiz yapanın söz konusu akademik çalışmayı yapan kişiyle hiçbir ilgisi yoktur. Bir gazete okuru olmaktan ve nesnel, eleştirel bakmaktan başka bir suçu yoktur analizcinin. İlânen tebliğ olunur.