Kiziroğlu Mustafa Bey
-6-
Rıfat Bey, Kiziroğlu ve avanelerinin Ermiş Köyü’ne su getirdiğini iki gün sonra duymuştu.
Eşkıyanın elini kolunu sallayarak düze inip bir de köylüyle elbirliği yapıp
günlerce çalışması onu çileden çıkarmıştı. Çopur’u çağırıp “Bire namert.. bire
it soyu.. seni Subaşı niye yaptık? Ha niye yaptık?” diye haşlamıştı. Çopur ne
diyeceğini şaşırmıştı; kabahati büyüktü büyük olmasına, ama bütün suç
kendisinde değildi ki. Oğlunun peşinden bir an bile ayrılmamasını Bey’in
kendisi söylemişti. Her yerde olamazdı ya! “Beyim Şeref beyimizi demiştiniz!”
diyebilmişti güçlükle.
Rıfat
Bey daha bir celallenmişti Çopur’un karşılık vermeye yeltenişine. Ağız dolusu
küfürler ederek yürümüştü üzerine. Misliyle karşılık veriyordu içinden Çopur da.
Rıfat Bey subaşının dudaklarının kıpır kıpır olduğunu fark edince suratına
okkalı bir tokat atmıştı. Bu hali biliyordu. Babası ile durumları belirmişti
gözünde. Babası da tıpkı kendisi gibi birden parlar ağzına geleni söylerdi
Rıfat’a. Rıfat ta karşılık verirdi içinden. Fakat içinden verdiği karşılıkları
dudakları tekrar ederdi.
“Demek
benim dediklerimi bana dersin ha! Seni it soyu! Macit denen it bir keresinde
seni tavsiye etmişti de gülmüştüm. Gülmüştüm, ama ne bileyim ki zamansız
geberecek o it de. O olsa eşkıyayı böylesine savunmasız yakaladığında affeder
miydi sanırsın? Ha.. çoktan hepsini der dest eder önümde falakaya yatırır sonra
da sallandırırdı. Sen ne yaptın? Şeref miş.. ulan bütün bir alay Şeref’in
peşine mi takıldınız? Memleketi hepten sahipsiz bıraktınız! Yıkıl karşımdan
deyyus..”
Turab
elleri bağlı başı önünde yanlarına sokuldu.
“Beyim
Sarı Fuat ile merhum Hamza ağanın mahdumlar Musa destur isterler!” dedi.
Rıfat
Bey, “Has odaya al o iti.. birazdan gelirim!” dedi öfkeyle. Turab zangır zangır
titreyen Çopur’a alelacele bir bakış fırlatıp “Baş üstüne!” dedi geri geri
çıktı. Gözden kayboldu. Rıfat Bey Çopur’un kulağından tutup çekti.
“Bak bu
son.. anlıyor musun bu son! Şimdi Kizir köyünü gözetleteceksin. Sabahtan sabaha
kadar sen mi nöbet tutarsın başkalarına mı tutturursun bilemem.. ama günün her
saati gözlenecek köy. Bakarsın Ermiş’ten sonra kendi köyüne de su getirmeye
kalkar eşkıya.. kazma kürek çalışırken tepelerine bineceksin. Anladın mı?”
Ses
vermedi Çopur. Rıfat Bey subaşını sarsarak “Anladın mı? Diye soruyum kelbin
oğlu. Cevap versene!” dedi. Çopur güçlükle, “Emrin başım üstüne beyim!” dedi.
Dudaklarının kıpırdamasına engel olup “Sen de kelb oğlu kelbsin!” dedi içinden.
Bey Çopur’a arkasını dönüp konağa doğru yürüdü.
Çopur
sinirinden, çaresizliğinden tir titriyordu. Kendini dar attı talimgâha. Birkaç
asker aylak aylak kerevetlere oturmuş şakalaşıp gülüyorlardı. Kendisini görünce
toparlanır gibi yaptılar. Çopur onlara doğru bir iki adım atıp vazgeçti.
Geldiği yönden ahırlara doğru yürüdü. Rahmetli Macit’te beyden azar işitince
soluğu seyis piç Serdar’ın yanında alırdı. Serdar’ın odasında her daim insanı
sakinleştirecek enfes şaraplar olurdu. Ve Serdar paylaşmasını severdi. Hem iyi
bir dinleyiciydi de. Sessiz sedasız oturur konuğunu dinler, başını sallamakla
yetinirdi. Gidilecek sığınılacak en iyi yer şuan onun mekanıydı.
Serdar
avluda siyah tüyleri pırıl pırıl parlayan Rıfat Bey’in gözdesi fındığı tımar
etmekteydi. At oldukça sakindi. Serdar arada bir kulağına bir şeyler
fısıldıyordu atın. At ta Serdar’ı cevaplarcasına arada bir başını sallıyordu.
Fındık bir an huysuzlanır gibi olup kişnedi arka ayaklarını kaldırıp çifte
attı. Serdar “Dur oğlum.. dur deli oğlum!” diyerek sakinleştirmeye çalıştı.
Atın huysuzlanmasına neden olan şeyi aramak için etrafa bakındı. Suratı asık,
bakışları öfkeli burnundan soluyan Çopur’u gördü.
“Sen de
bu itin ne gudubet biri olduğunu biliyorsun demek.” diye fısıldadı atın
kulağına.
Fındık
başını yukarı dikti. Gemini Serdar’ın elinden kurtarmak istercesine geri geri
gitti. Seyis güç bela atı teskin edip alelacele atı yerine götürüp kendisini
bekleyen öfkeli adamın yanına geldi.
Çopur
sırıtarak:
“Ne o atta efendisi gibi tersinden kalkmış he
Serdar ağa!” dedi.
Serdar sahte bir gülüşle karşılık verdi:
“Hayırdır Ağam?..”
Çopur Serdar’ın
yanına gelip elini omzuna koydu, adamı kaldığı yere doğru adeta sürüklercesine
götürdü.
“Sorma
ya Serdar ağam.. sorma. Bana söylenen sözler bir köpeğe söylense hırsından
kudururdu. Ama işte emir kulu olunca sineye çekiyorsun! İnsanın içini ısıtacak
gönlünü alacak bir şeylerin vardır diye kapına geldim. Rahmetli Macit ağam
senden sitayişle söz ederdi. ‘Bunaldın mı, derdi, hiç başka kapı arama. Serdar
karda borada sığınılacak tek yerdir. Çölde vaha deryalarda mersadır.”
Serdar
mahcup bir tavırla, “Allah rahmet eylesin Macit Ağam severdi beni.. iltifat
etmiş.. Allah rahmet etsin!”dedi.
“Allah
rahmet etsin!” diye tekrarladı Çopur. Karşılıklı oturuyorlardı koşumların,
eyerlerin muhafaza edildiği yerde. Kapının hemen sağında pencere kenarında epey
yıpranmış bir masa iki adet te sandalye vardı.
“Buyur
otur ağam!” dedi Serdar sandalyeleri gösterip, “Pek rahat değil ama..
Rahmetliyle burada oturup avluda kendi başlarına gezinen atları seyrederdik!”
dedi sevecen bir sesle.
Çopur
çökercesine oturdu sandalyelerden birine. Elini tozlu masaya vurup “Kuru masada
oturup aval aval bakmıyordunuz her hal!” dedi gülerek. Serdar adamın ne
istediğini anlamıştı. “Olur mu öyle ağa! Şimdi boğazımızı ıslatacak bir şeyler
buluruz.” diyerek tahta bölmenin arkasına doğru yürüdü. Bir kapağın açılıp
kapandığını duydu Çopur. Biraz biraz kendine gelmişti. Hafiften bir melodi
mırıldanıyor, sağ eliyle de masaya vurarak mırıldandığı melodiye ritim
tutuyordu.
Sabırsızlanmıştı.
“Nerede kaldın la Serdar?” diye seslendi.
Serdar,
“temiz maşrapa bakıyorum ağam!” diye cevapladı.
“Boş ver
temizi pisi.. al gel yav.. dilim damağıma yapıştı.”
Serdar
iki maşrapa bir elinde bir elinde nemli testi Çopur’un yanına geldi.
Maşrapaları masaya bırakıp doldurdu. Dolan ilk bardağı büyük bir açlıkla kapıp
bir yudumda içti Çopur. Maşrapayı sertçe masaya vurup “Doldur be meyhaneci..”
dedi. Serdar hemen boşalan maşrapayı doldurdu. Çopur onu da hemen bir yudum da
içip Serdar’a uzattı. Serdar güldü.
“Ağam
biraz hızlı gitmiyor musun?”
Çopur
adamın gülüşünü sert bakışlarla karşıladı.
“Doldur
be saki.. doldur!”
Sonra,
“cefâ-yi
tâli’-i nâ-sâz-kârı benden sor
Aman
aman sitem-i rüzgârı benden sor.”
Beyitini
okudu. Üçüncü maşrapayı ağır ağır içmeye koyuldu. Serdar kendi içeceğinden daha
bir yudum bile almamıştı. Ayakta durup mahzun mahzun Çopur’a bakıyordu. Çopur
Serdar’ın elinden tutup oturttu.
“İç be
Serdar’ım.. iç gözümün nuru! Düşüp ümide neler çektiğimi ben bilirim. Belâ-yi
kemşekeş-i intizârı benden sor.. sor Serdarım.. yok sorma.. de Serdarım.. ha
işte aradığım buydu.. sor Serdarım.. yok sor değil.. söyle! Evet Serdarım
söyle.. reva mıdır bu yapılan? Sen beysin.. senin bir ağırlığın bir itibarın
var.. hem dahi beni subaşı yapmışsın.. benim yoksa bile makamımın bir itibarı
var.. onca insanın duyacağı bir mekânda ana-avrat sövülür mü? Bıçkınlar gibi,
soysuz sopsuzlar gibi en ağıza alınmayacak, katı açılmamış küfürler savurulur
mu? Sen söyle Serdar’ım.. yapılır mı bu? Ulan beysen beyliğini bil!”
Sustu.
Serdar’ın yüzüne baktı. Son söz biraz ağır mı kaçmıştı? Serdar’ın yüzünde en
ufacık bir şaşkınlık yoktu.
“Şarabın
da amma keskinmiş!” dedi ağzını yayarak. “Haksız mıyım? Sen söyle haksız mıyım
sitemimde?”
Yaltaklanıyordu
Çopur. Macit de beyden zaman zaman azar işitir küfürlere boğulurdu, ama bu
gudubet gibi kendini kaybetmezdi. Bey’in arkasından böylesine pervasız sözler
söylemezdi. Bir ağırlığı vardı rahmetlinin. O makamın sahibi değildi bu adam.
Soy sop olarak nidüğü belirsiz biriydi bunlar. Bey yanlış yapmıştı.
“Bu
yanlışın bedelini ağır öder ya bey!” diye geçirdi içinden Serdar.
Beşinci
kadehten sonra ağlamaya başlamıştı Çopur. Sarsıla sarsıla ağlıyordu. Serdar’ın
yakasından tutup “Bana ne dedi biliyor musun Serdar ağa.. bey bana ne dedi
biliyor musun.. karın karnındaki çocuğun gö.. la havle.. yav bu edilecek küfür
mü?”
Bütün
gücüyle masaya indirdi yumruğunu. Az kalsın testi düşecekti masadan. Serdar
hemen atılıp tuttu testiyi. Bey gerçekten çizgiyi aşmış, diye düşünüyordu.
Böylesi bir sövgüyü kimse hakketmezdi. Hele ki makam verdiğin biri.
“Bana
oğlu olacak musibetin peşinden ayrılma dedi. gölgesi ol, ayağını bastığı toprak
ol! Asla gözden kaçırma.. bir an bile olsa peşinden ayrılmak yok! Helada,
hamamda meyhanede nerede olursa olsun yalnız bırakma.. fakat kendisine de fark
ettirme bu hali.. nasıl olacaksa.. ben de dediği gibi yaptım..”
Başını
iyice Serdar’a yaklaştırıp sağ elinin şehadet parmağını göğsüne vurarak:
“Aynen
dediği gibi yaptım ha.. aynen! Gölgesi oldum.. ayağını bastığı toprak oldum. O
kuş beyinli ayyaş farkıma bile varamadı. Ben oğlunun kuyruğu olmuşken eşkıya
düze inmiş köyün birine su getirmiş.. ben ne bileyim eşkıya ne zaman ne
yapacak.. ya oğlun ya eşkıya.. yahu Serdar bizim rahmetli Macit bu işlerin
altından nasıl kalkardı ya.. aklım almıyor.. hele söyle.. hep benimle değildi
ki.. yok.. hep benimleydi Macit’in biri. Bir başka Macit Şeref denen ayyaşla
idi.. bir başkası kadı’nın peşinde.. yav kaç Macit vardı be Serdar’ım susma
hele söyle!” dedi.
Güçlükle
konuşuyordu Çopur. Ağzından çıkan sözcükler yarım yamalaktı. Gözleri kan
çanağına dönmüştü. Boşalan maşrapayı ha bire doldurması için uzatıyordu. Artık
vermese miydi? Bu adam ayıkken çekilmezdi sarhoşken hiç çekilmez olurdu
herhalde.
“Çattık!”
diye geçirdi Serdar içinden. Beye lazım olsa hepten hapı yutardı serseri.
Çopur’a kızmasına kızıyordu ama bir yandan da acıyordu. Beyi bilirdi Serdar.
Babasına ne ağza alınmaz sözler söylerdi. Bir köşeye siner bey o sözleri
söylerken “Allah’ım beyin canını al!” derdi için için. Babası gizlide iki göz
iki çeşme ağlardı. Demek atlara bu yüzden kendisini getirmek istemezdi babası.
Beyin iğrençliği, küfürbazlığı yüzünden babasının, “Hayır oğlum!” demesi.
Çopur’un
daha yeni yeni işittiklerini o çocukluğunda çokça duymuştu. “piç” lakabı da o
günlerden miras kalmıştı. “Piçini de al defol karşımdan!”, “Piçin nerede?” Bey
denen bu adi adamda adı hiç yoktu. Adı olmamıştı. Kaç kez “Kaçıp gidelim
buralardan baba!” demişti, babası gözyaşlarını silerken. Gidecek nere vardı ki?
Çopur
sızmıştı. Başı masaya, elindeki yarı dolu maşrapa yere düşmüştü. Serdar
yerinden kalktı. Çopur’u belinden tutup ayağa kaldırdı. Tahta bölmenin arkasına
doğru ağır adımlarla yürütmeye başladı.
“Doldur
be saki..” diye söyleniyordu Çopur.
“Tamam
ağam.. hele sen biraz dinlen.. doldururum!” adamı şekerleme yaptığı şilteye
yatırıp ortalığı topladı. “Bey sorarsa bir haber aldı alelacele onu takibe
gitti deriz!” diye düşünüyordu.
Rahmetli
Macit de gelirdi sık sık olmasa da. O da dertleşirdi. Ama bu gudubet kadar
dayanıksız değildi. O da söylenirdi. Şikâyet eder, zaman zaman, “Bak Serdar’ım
deme ki demedi.. bir gün çeker giderim buralardan.. bey o zaman anlar neyin ne
olduğunu? O zaman döver dizlerini.. ben ne yaptım? Der döver dizlerini. Bak
demedi deme.. Sevenin yok neyine güvenirsin be adam! Korku bir yere kadar..
kedi bile sıkıştığında suratına atlar sıkıştıranın.. bak Serdar kendimi övmek
için demiyorum ha.. ben olmasam bir aydan fazla yaşatmazlar bu beyi. Bey oldu
ama babasının yerini dolduramadı Rıfat.. dolduramadı. Çapı müsait değil.. aha
işte dedim, diyorum.. çapı müsait değil!”
“Sanki
babasının çapı müsaitti de!” derdi içinden Serdar.. başını sallamakla yetinirdi
Macit’e. “Yazık oldu adama!” diye iç geçirdi. Çopur horul horul horlamaya
başlamıştı.
Rıfat Bey
has odaya girdiğinde Sarı Fuat’ı Hamza’nın Musa’yı teskine çalışırken buldu.
Yüzüne yapmacık bir hüzün kondurup Musa’ya doğru yöneldi. Sarılıp “Vah benim
öksüz yeğenim!” dedi. Musa da sarıldı Bey’e. “Dayı..” dedi. sustu.
Babası
Hamza’nın “Sakın ola Rıfat’a yakınımızmış gibi davranmayın.. itin teki
hazzetmez bizi!” sözlerini hatırladı. Sarf ettiği “Dayı!” sözcüğünden ötürü
büyük bir pişmanlığa kapıldı. Rıfat Bey sinirlendiğini belli etmeden,
konuklarına yer gösterip oturttu.
“Kusura
bakma evladım.. taziyeye gelmeyi çok istedim ama.. işte devlet işleri. Beylik
adamın iki ayağının bir pabuca sığdırma ameliyesidir. Çoluğunmuş, çocuğunmuş,
akrabayı taalluk muş dinlemez. Nasılsın evladım?”
Musa başı
önünde ellerini bağlamış, “Daha iyice Beyim..” diyebilmişti. “Anan nasıl..
kardeşlerin?” “Hepsi ömrünüze duacıdırlar Beyim..”
“Sağ olsunlar
var olsunlar.. ha bir sıkıntınız neyiniz olursa çekinmeyin.. bana Hamza’nın
yadigârlarısınız! Bir isteğiniz var mı?” söylediklerine kendisi de inanmıyordu.
Hayret etmişti bu sözcüklerin ağzından çıkışına. “Babam olsa ‘şimdi bey oldun
la it!’ derdi,” diye geçirdi içinden Musa’ya tebessümle bakarken.
Musa
istifini bozmadan “Hamdolsun sayenizde bir sıkıntımız yoktur Beyim.. babamın
na’şını bulamadık.. zavallı anam bir mezarı olsa, der durur. Beyim bulma imkânı
yok mudur?” dedi.
Rıfat
Bey bir süre düşündü.
“Valla
evladım eşkıya bu.. kim bilsin nereye gömdüler, hangi kuyuya attılar.
Akıllarınca bir dava olursa ‘biz kimseyi öldürmedik, öldürmüş olsak hani
na’şı.” diyecekler.. ama ben subaşına alaybeyine gerekli emirleri verdim.. bu
gün yarın inşallah buluruz. Sen şimdi git anneni kardeşlerini teselli et.. ha
her hangi bir delilik yapmaya da kalkışmasın kimse.. bir de onların acısını
yaşamayalım!” deyip Musa’yı yolcu etti.
Sarı
Fuat kendisini inceden inceye süzen Bey’e baktı. Sıkıldı. Sıkılganlığını örtmek
için gülümser gibi yaptı. Rahatsızca kımıldadı oturduğu yerde. Rıfat Bey
kuşağından enfiyesini çıkardı. Kapağını açtı. Neden sonra vazgeçip tekrar
enfiyeyi kuşağına soktu. Boğazını temizledi.
“Seni
niye çağırdığımı merak ediyorsundur Fuat Ağa!” diye konuştu.
Sarı
Fuat ağzını açtı. Konuşmadı. Sustu.
“Bak
Fuat ağa.. Hamza’nın başına gelenleri gördün. Kendi başına iş yapmaya kalktı
canından oldu. Yav ben bey iken fevri davranmıyorum da sen kim oluyorsun? Değil
mi Fuat!”
Fuat
oturduğu yere iyice sindi. Bey yüksek perdeden konuşuyordu. Bir şey mi
duymuştu? İyi ama her hangi bir şeye niyetlendiği, yapmaya koyulduğu yoktu ki?
Biri iftira mı etmişti.
Cılız,
korkak bir sesle, “Aman beyim biri hakkımda iftira etmiş.. kavilleştiğimizin
dışında bir şey aklımın ucundan bile geçmez!” diyebildi. Rıfat eliyle susturdu.
Kararlı bir sesle konuşmaya başladı.
“Kimseden
bir şey duyduğum yok.. sana sadece tembih etmek için söylüyorum. Aklınızı
başınıza toplayın ve nasıl konuştuysak öyle davranın. Başıbozukluk yapıldı mı
yılan sokar sokamadı mı yakalanacakken daha derinlere iner bulma fırsatımız
olmaz! Sakin olun ki rahatlasınlar, rahatlasınlar ki dışarı çıksınlar.. tabi
onlar rahatlayıp dışarı çıktığında biz de uyuyor olmayalım.. maşallah biz
uyuyoruz. Yılan ava çıktığında başını ezmeye kalkıyoruz o hazırlıklı oluyor
bizi sokuyor.. ama su kenarında avını yutmuş dinlenirken biz ondan daha fazla
uyuyoruz..”
Sarı
Fuat, Bey’in ne demek istediğini anlamıştı. Bey haklıydı. Kiziroğlu Ermiş
köyüne su götürürken bir şeyler yapılabilirdi. Ama gafil avlanmışlardı. Hoş alt
edip edemeyecekleri belli değildi ama denenebilirdi. Böylece eşkıyanın kendine
olan güvenini de yerinden oynatırlardı. Her yenilgi gerçek bir yenilgi değildi
elbet. Oysa meydanı hepten eşkıyaya bırakmışlardı.
“Ne
desen haklısın beyim.. emrettiğin gibi uyuduk.” diyebildi.
Hepten
suçu üzerine almamak için itiraz yüklü bir çıkış yapmayı da düşündü ama Rıfat’ın
hışmına uğramamak için vazgeçti.
“Bak a
Fuat ağa.. eşkıyaya baç verirsin.. görmezden gelirim.. hadi bunda haklısın..
yeterince adamımız yok ki koruma verelim, der yaptığına hak veririm. Ama bu
durum tekrar etmesin! Bunu sadece kendim için mi isterim? Söyle Fuat ağa eşkıya
bir benim beyliğimi mi sarsar? Size bir zararı dokunmaz mı bu adamın? Hem
canınız yanar hem beslersiniz.. hem de iş yakalamaya gelince gevşek
davranırsınız.. yahut ahmaklık yapılır tıpkı Hamza gibi..”
“Sanki
ben baç vermeye bayılıyorum.. bunu ikide bir yüzüme vurup duracaksın he Rıfat
efendi!” diye geçirdi içinden.
“Ne
yapmamı emrediyorsun Beyim.. ikinci bir fırsat daha karşımıza çıkar mı sence?”
dedi içinden geçenleri saklayarak.
Bey evet
anlamında başını salladı:
“Niye
olmasın! Ben o eşkıyanın kendi köyüne de su getirmek için harekete geçeceğini
düşünüyorum.. kizir’i tam bir göz hapsine alalım. Maiyetimdekilerin hepsinin
yerine getirmekle mükellef oldukları işler var. Kiziri siz gözleyin. Gözünüzü
dört açın! Döngellerin Murat’a da söyledim. Sana da söylüyorum. Gözümüzü dört
açalım. Kiziroğlu’nun suyu ısındı muştusunu verebilirim.. yeter ki uyanık
olalım. Tamam mı Fuat Ağa?”
Fuat
susuyordu.
“Tamam
mı?” diye yineledi Rıfat Bey.
“Evet!”
dedi kısık bir sesle. Rıfat ayağa kalktı. Sarı Fuat’ta hemen fırladı yerinden.
Konuşacak başkaca bir şey kalmamıştı.
“Ben
bizim oğlana bir bakacağım..” dedi Rıfat.
Fuat:
“Destur
verirseniz ben de gideyim Beyim!”
“Akşam
yemeğine bize kal diyeceğim.. çiftlikten merak ederler değil mi?”
Fuat
hemen atıldı:
“Buyurduğunuz gibi Beyim.. merak ederler..”
birlikte odadan çıktılar.
Fuat, Bey’in
konağından çıkınca derin bir nefes almıştı. Rahatlamıştı.
“Ne
ecinnili bir adam bu Bey!” diye mırıldandı. “Dengesizin teki.. hem
kavilleştiğimizin dışında bir şey yapmayın diyor, hem suyu getiren eşkıyaya
niye baskına yapmadın diye suçluyor.. aha bu hal akıllı adam işi mi? Zıvanadan
çıkmış besbelli!”
Kahya
atını hazır etmiş kendini bekliyordu. Ağasının rengi uçuktu “Bizimki yine fırça
yemiş her hal! diye geçirdi içinden. “Bu ağalık ne zor iş be!” diye mırıldandı.
Sarı Fuat konuşmadan elini üzengi gibi yapan kahyanın eline bastı. Ata bindi.
Kahyanın atına binmesini beklemeden “Deh..” dedi sertçe atı kamçıladı. Atı
tırısa kaldırıp çiftlik yönüne sürdü. Kahya da aceleyle ata binip ağasının
ardına düştü.
Çiftliğin
kapısı önünde Sarı Fuat atını durdurdu. Kâhyanın gelmesini bekledi. Kâhya bir
at boyu yaklaştığında:
“Kâhya
Kizir Köyü yakınlarına birkaç adam gönder.. şöyle bileklerine sağlam adamlar
olsunlar.. dikkat çekmesinler.. davar otaran çobanlarmış gibi.. bakarsın eşkıya
oraya da su getirmeye kalkar.. haberimiz olsun! Kiziroğlu bu belli olmaz.
Bakarsın tek başına anasının mezarını ziyarete de gelir!” dedi. Atını çiftliğe
sürdü.
Kâhya,
“Baş üstüne!” deyip atını meraya çevirdi.
Puran Tilmiz, 12.04.2014,
Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar