“Dümdüz
bir hayat zaten ne kadar düşünülebilir ki; iniş-çıkışları olmadan, pişmanlık ve
tövbeleri olmadan bir hayat…”
“Normal
hayat dediğimiz nedir ki, yaşadığımız her şey bizatihi bu hayatın kendisi ve
hepsi normal.”
Sanırım
akşam üzeriydi, çevremde neler olup bittiğini biraz daha fark ettiğimde. Fakat
yine de kopuk kopuk hatırlıyorum o akşam olanları. Şerife’nin karşımda bir
sandalyede oturduğunu farklılığını her ortamda hissettiren sevgili kızı
Miray’ımızı da odanın ortasında dans ederken hatırlıyorum.
Ferah
abla sonra, o da ziyaretime gelmişti ve bir ara, “Biraz dinlen istersen, çok
konuşuyorsun!” dedi. Güldük. İnanın ne konuştuğuma dair hiçbir fikrim yok.
Fevziye, Zekiye, Jale, Jale’nin kardeşi sevgili Sibel’de odadaydılar.
Zekiye’nin
bir ara ayaklarımı ovduğunu hatırlıyorum. Afak aramıştı sanırım onunla ne
konuştuğumu da hatırlamıyorum. Ama onun sesini yeniden duymanın kalbimi
ferahlattığını hissetmiştim.
Ferah Ablam
Ferah
ablamın gelmesi de kalbimi ferahlatmıştı... Dile kolay tam otuz yıldır
birbirimize tanıyorduk. Neredeyse çocuk yaşta üniversiteye başlamıştım, 16
yaşında; işte o yaşımda ev arkadaşım Selda'mın ablası olarak tanımıştım onu,
ama sonra benim de ablam olmuştu. Hayatımda tanıdığım en iyi insanlardan
birisiydi Ferah ablam.
Resmî
mesleği eczacılık, ama siz onu bir gün bir fakirin, bir yoksulun evine eşya
götürürken, başka bir gün bir hastanın yanında hastanedeki işlerini kotarırken,
bir başka gün annesinin ihtiyaçlarını giderirken görürsünüz. Asıl mesleği
"iyilik meleği" kısaca.
Daha
burada sayamadığım pek çok şeyi yaparken aslında kendisinin sağlığı da o kadar
iyi değildir üstelik. Belindeki rahatsızlığı onun sürekli dinlenmesini
gerektirecek kadar ileri düzeyde olmasına rağmen Ferah ablam, hiçbir
rahatsızlığı yokmuş gibi iyilik yapmak için koşturup durur. Çektiği onca dert,
sıkıntı varken iyilik yapmaktan asla vazgeçmez. Bana, hayat ne kadar zor olursa
olsun, iyilik yapmaktan vazgeçmemem gerektiğini öğreten nadir insanlardandır
o...
Eh ne
denir artık böyle ablaya da can kurban.
Bu arada
merak eden arkadaşlarım ve dostlarım telefon açıyorlardı, ama hiçbiri ile
konuşacak gücüm yoktu. Bir ara Mehmet Efe'nin Amerika'dan aradığını söylediler.
Onunla konuştum mu ya da ne konuştum hatırlamıyorum. Ama şunu çok iyi
hatırlıyorum onun araması benim için çok önemliydi. Daha iki ay önce Türkiye'de
bütün arkadaşlarımızla birlikte onun dönüşünü kutluyorduk.
Yıllar
önce resmî bir kurumda çalışıyordum ve oldukça sıkıntılı günler geçiriyordum.
Yeni örtünmüştüm, örtülü tanıdığım hiç yoktu ve benim için Mehmet Efe ve Hakan
Albayrak'ın yazıları tam bir güven takviyesi idi.
Onların yazılarını okuyup
dimdik gidiyordum işe. Kendimi o kadar güçlü hissediyordum ki anlatamam. İşte
bir iki ay önce Türkiye'ye dönüşünde ondan yeniden yazı yazması ile ilgili söz
almaya çalışmıştım. Sevgili kardeşim, yüzünde hep bir hüzün vardı ve fakat ne
kadar ısrar etsem de kalbimi kırmamıştı.
Daha
sonra istediğim şeyi yapacak ve müthiş bir şiirle Türkiye'de yeniden anılmaya
başlayacaktı.
Efe'nin
aramasından kalbimde kalan, benim çok uzaklarda bir kardeşimin olduğu ve o
kardeşimin de benim için dua ediyor olmasını bilmenin verdiği ferahlık... Böyle
işte...
Zekiye
ve Nisa geç saatlere kadar yanımda kaldılar. Yardım etmek için ne yapacaklarını
şaşırmışlardı, elimi kolumu kaldırsam hemen bir şeye ihtiyacım olduğunu
düşünerek yerlerinden fırlıyorlardı...
Sonra
yine film koptu. Gözümü tekrar açtığımda oda karanlıktı ve hiç kimse yoktu. Çok
korkmuştum, neredeydim, göğsümdeki bu dehşet ağrı neydi, herkes neredeydi,
gözlerim dolmuştu ve tam o sırada Atila girdi odaya, sevgili kardeşlerim
Ebubekir ve Muhammed gelmiş onlarla iki dakika dışarı çıkmışlar.
Ve ben
de o anda uyanmışım. Canım Atila’m arkadaşlarıma gece kendisinin kalacağını
söylemiş ve kalmış. Ben baştan beri Afak’ın evde yalnız kalmasını istemediğim
için Atila’dan evde kalmasını istemiştim. O da her zamanki ılıman hali ile hiç
yorum yapmamış ama hastanede benimle kalmaya çoktan karar vermişti.
Çok
mutlu olduğumu gayet net hatırlıyorum. Ona her zaman müteşekkir kalacağım.
Kolumda
serum takılıydı, ara sıra güler yüzlü ve sevimli hemşireler gelip ateşime,
tansiyonumu kontrol ediyorlar ve ağrı kesici yapıyorlardı. Ayağa kalkıp yürümem
konusunda da telkin de bulunuyorlardı.
Atila
ile ameliyattan sonraki ilk yürüyüşü yapmaya çalıştık. Yataktan güçlükle
kalktım, başım dönüyordu ama ayağa kalkabildiğimi görmek güzeldi. Ağır
adımlarla koridora çıktık, Atila devamlı karşıya bakmam için ikaz ediyordu,
haklıydı karşıya bakmadığım zaman düşecek gibi oluyordum. Bundan sonra sabah
hastaneden çıkışımızı hatırlıyorum.
Dr. Süleyman Bey geldi ve ameliyat yerini kontrol
ettikten sonra çıkabileceğimizi söyledi. Ancak birkaç gün boyunca pansumana
gelmeliydim ve koltuk altında oluşacak sıvıyı aldırmalıydım. Ameliyat olurken
aynı zamanda 21 lenf nodu alınmıştı ve lenfler artık noksan olduğu için orada
epey bir süre sıvı birikmesi kuvvetle muhtemeldi.
Fevziye
hemen gelmişti, Atila Jale’yi aradı o da hemen geldi. Birlikte yola çıktık. Eve
geldiğimizde kalabalık bir gurup hemen geldi. Kolumda diren ve üzerimde
pijamalarla çok kötü gözüküyordum galiba. Deniz, Emira, Nuran, Rabia abla, Afak
herkes yanımdaydı. Afak şok olmuş gibiydi. Onu sarılıp öptüm, kısa bir süre
yanımızda oturdu sonra odasına gitti.
Nuran
yatağımı tam istediğim gibi hazırlamıştı. Deniz çorba yapıp getirmişti. Emira
pişirmeye hazır mantıları dolaba yerleştirdi. Ve sonra herkes dinlenmem için
fazla beklemeden gitti.
Şimdi ne
yapacaktım? Kolumu kullanmam mümkün değildi, tam bir külçe gibi hissediyordum
sağ kolumu. Ameliyat yerim ağrıyordu ve ben daha oraya hiç bakmamıştım.
Korkuyordum çünkü.
On gün
çabuk geçsin ve bir an önce medikal onkoloji tedavisi başlasın ve bir an önce
de bitsin istiyordum. Hep ameliyatta öleceğimi sanmıştım öyle olmamıştı,
yaşıyordum ve galiba asıl macera bundan sonra başlıyordu.
Dümdüz
bir hayat zaten ne kadar düşünülebilir ki, iniş-çıkışları olmadan, pişmanlık ve
tövbeleri olmadan bir hayat…
Teşhis
konulduktan sonra bir telefon konuşmasında “normal hayata dönmek” gibi bir laf
etmiş ve hemen pişman olmuştum. Normal hayat dediğimiz nedir ki, yaşadığımız
her şey bizatihi bu hayatın kendisi ve hepsi normal.
Galiba
biz normal hayattan bahsederken her şeyin ama her şeyin tamam olduğu, yırtığı
söküğü olmayan, yanından yöresinden sarkması olmayan hep cici bici şeylerle
dolu, olmayacak bir şeyden bahsediyoruz.
Neşe Kutlutaş, 13.05.2014, Sonsuz Ark, (İlk Yayın Tarihi, 23.02.2012)