"Taktik olmadan strateji,
zafere giden en yavaş yoldur. Stratejisi olmadan taktik, yenilgi öncesi yapılan
kuru gürültüdür."
Sun Tzu (Savaş Sanatı)
Uzun seneler "çift" kutuplu olarak dizayn edilen dünya düzeni, soğuk savaşın sona ermesiyle yerini "tek" kutuplu dünya düzenine bırakmıştı. Aslında güç mücadelesi ve "seçkinci" düzen, tarihsel süreci itibariyle iddia edilenin aksine Fransız devriminden çok daha öncelere dayanır.
Muhakkak
"sıcak-soğuk" her savaş hem nedenleri hem sonuçları dolayısıyla yeni
bir çığır açmıştır. Soğuk savaşın başlaması ile uluslararası ilişkilere yeni
kavramlar getirildiği gibi bitişiyle de özellikle uluslararası ilişkilerde bir
dönüm noktası olmuştur.
Aralarında
herhangi bir silahlı çatışma olmaksızın birbirlerine karşı üstünlük sağlamak
için başka devletleri ve grupları kullanan ABD ve Sovyetler, zoraki denge ve
korku politikalarıyla kendi sosyo-politik düzenlerini de dünyaya dayatma mücadelesi
verdiler. Elbette bu mücadele çok ciddi sonuçlar doğurdu.
Soğuk
savaş, tam devletçi ekonomik düzenli ve otoriter komünist Sovyetler'in,
kapitalist serbest ekonomisi ve demokrasi ve çoğulculuk siyasî sistemini
uygulayan ABD'ye mağlup olmasıyla sona ermişti. O dönemde bir taraf NATO ile güvence sağlarken, diğer taraf Varşova Paktı’yla güven sağlıyordu.
Sovyetler'in
yaşadığı mağlubiyet sonucu Varşova Paktı çökünce ortaya "tek" kutuplu
dünya düzeni ve beraberinde getirdiği problemler çıktı. Bu "tek"
kutuplu yeni düzende insanlık eskisinden daha büyük, kaotik ve neden-sonuç ilişkisi
bağlamında birbirine girift sorunlarla ve karmaşık ilişkilerle yüzleşmek
zorunda kaldı veya bırakıldı. Halbuki bu sorunların daha rahat ve kolay
çözülebileceği düşünülürken sonuç bunun tam tersini gösterdi.
Bu
sorunların tüm dünya ülkelerinde sebep olduğu en kapsamlı netice ise
devletlerin ekonomik üstünlük sağlama çabası içine girmeye mecbur kalmaları
olmuştur. İşte bu yüzdendir ki; güç mücadelesine girişen, “Küresel Aslan”
olmaya aday tüm uluslar dünya barışını ve siyasi sorunlarını eşik altı ederek
ekonomik kalkınma, daha iyi yaşam koşulları ve refah üzerinde
yoğunlaşmışlardır.
Bu
düzenin getirdiği bir diğer sorun olarak karşımıza dünyada artış gösteren terör
olayları çıktı. Hemen her ülkede türeyen her türden radikal grupların amaçları,
faaliyet gösterdikleri ülkelere göre ideolojik, etnik, kültürel, dini olarak
çeşitlilik gösteriyormuş gibi görünse de, hemen hemen tamamının neye hizmet
ettiğini artık az çok biliyoruz.
Yine ABD
hegemonyası döneminde uzun bir süre
ulusların kontrolünü sağlamak için kullanılan ideolojilerin de misyon
değiştirdiğine şahit olduk. Dayatılan bu kapitalist sistemde uluslararası
ilişkiler de küresel sermayeye bağlanmıştı.
Bir önceki yazımda da örnek verdiğim devasa küresel şirketler, devlet olgusunun tüm
fonksiyonlarını azaltarak öne çıktılar. Dikkat ederseniz, para akışı siyasilere
doğru değil bu tarz şirketlerin CEO'larına doğrudur. Bahsettiğim modern iktisat
döneminde spekülatif hareketler de yaygınlaşmıştır. Borsalar, finans
kuruluşlarına yapılan yatırımlar artmıştır.
Nedir bu
‘Yeni Dünya Düzeni’? Bu düzeni hedefleyenler kimler? Dünya düzencileri, gizli
örgütler ve gizli hedefler ve onların planları çerçevesinde dökülen kanlar.
Dünyanın yönetim şeklini belirleyen bu sistemi kuran ve her dönem farklı
normlarda ve isimlerde ortaya çıkan bir avuç "seçkin”in tek misyonu
"finansal güce" sahip olmak değildi. Bunun ötesinde misyonları vardır
ki; bu belki de kurulan sistemin ilerideki yazılarımda analiz etmeye
çalışacağım başka bir boyutu.
Dünya
yönetimi projesi tahmin edildiği gibi son elli yıldan daha eskiye dayanır.
Elitist zihniyet dünya siyasetine yön verir. Medyayı iyi kullanır. Gerekirse
tarih kitapları da dahil olmak üzere kitaplar yazdırır. Gazete çıkarır,
kitlelerin algısını bozar. Yüzyıllarca "üstün ırk" sonrası
"üstün kültür" kavramı ile
zulüm edenler, bu yüzyılda da zulmü "üstün teknoloji" kavramıyla
sürdürmeye niyetli...
Elbette
her olayın nedenleri olduğu gibi, öngörülemeyen ve engellenemeyen (son yıllarda
dünyada çapında oluşan olayların karmaşık süreci bunu engelleme girişimleridir)
sonuçları da olmuştur. ABD hegemonyası olarak yaşanan sürecin de pozitif
sonuçları olarak Sovyetler bloğunda yer alan ülkelerin özgürlüklerine
kavuşmaları; Hindistan, Brezilya, Kore, Türkiye gibi ülkelerin ticarete yatkın
olmaları dolayısıyla elde ettikleri ekonomik avantajlar, oyuna sürülen yeni
değişkenlerle maalesef seyri bambaşka bir hal alan Ortadoğu'daki "Arap
baharı" da sayılabilir.
Rusya da,
bir dönem rekabetten çekilmiş gibi görünse de, metotlarını değiştirerek, farklı platformlarda çıkışını sürdürerek
avantajlı duruma gelmiştir.
Ukrayna
kriziyle ABD ile Rusya'nın arasında ciddi (?) bir gerilime neden olduğu algısı
verildi. Avrupa Birliği de (Almanya gibi arası Rusya ile iyi olan ülkeler
istemeyerek de olsa katıldılar) bu krizde ABD'nin yanında yer aldı. AB'nin
ABD'ye ağır yaptırımlarla destek verememesi petrol ve doğal gazın öncelikli
piyasası olmalarından kaynaklanıyordu.
Sürecin
olası ağır sonuçlarına karşı Moskova, ekonomisini koruma amaçlı en önemli gelir
kaynağı olan petrol ve doğalgazı için Çin'i yeni piyasa olarak belirledi.
Nihayetinde şimdiye değin Pekin'in şartlarına olumsuz bakan Moskova Çin'de
doğal gaz dâhil olmak üzere rekor sayılabilecek derecede -400 milyar dolarlık- 40'tan
fazla ikili anlaşma imzaladı.
Bu
süreçte ABD, Ukrayna krizinde Suriye'de yaşanan vahşetten farklı olarak
diplomatik ve ekonomik -sözümona- hesaplaşma hamlelerinde bulunduğu algısını
verdi. Bu hamlelerin eşik altı sebebi ise Asya rekabetine dayanıyor.
Nitekim
Rusya'nın Kırım ilhakı, içinde bulunduğumuz kaotik ortamda Çin denizinde bir
hareketlenme ihtimaliyle domino taşı olabilme potansiyeli barındırıyor. ABD
'nin hafif yaptırımlarının sebepleri arasında ABD'nin Rusya'ya uyguladığı
ambargoya Rusya'nın cevap verme ihtimali olması da göz ardı edilmemeli.
Araştırmacılara
göre Moskova, ABD'nin %20'lik ihtiyacını karşıladığı uranyumu satmayı
durdurursa, ABD'de her beş evden birisinin elektriği kesilecek. Aslında ABD,
Rusya'ya karşı muhtemel tutumlarının sinyallerini 25 Mart Lahey Güvenlik
Zirvesinde "Gücünden çok zayıflığı sebebiyle komşuları için tehlike, ABD
için birinci derecede güvenlik tehdidi oluşturmuyor" diyerek vermişti.
Dünya
Ukrayna krizinde hesaplaşmalara (!) sahne olurken Asya'da yaşanan Japonya-Çin
gerilimiyle asıl rekabetin askerî ve ekonomik olarak Asya ile yapıldığını
gösteriyor. Seçim yapması mümkün olsa ABD'nin rakip kutup olarak Çin'i
istemeyeceği aşikar.
Nitekim
ABD son yıllarda Çin karşıtı eylemler yapıyor ki; bugün haber bültenlerine
yansıdığı üzere, iki gün önce sıkıyönetim ilan eden Tayland ordusu (Siz bunu
Pentagon olarak okuyun) yönetime el koyduğunu duyurdu. ABD’nin Hazar Havzası’na ulaşmak istediği üzerine
epeyce yazılıp çizildi. Çin'i kuşatma stratejisi Tayland üzerinden devam
ediyor.
Görünen
o ki; ABD satranç masasında kurulan dünya coğrafyasındaki süper güç konumunu
kaybetmemek adına elinden geleni ardına koymuyor. Çin'in yeni süper güç olarak
kendiliğinden ortaya çıkması da bir savaşa bile sebebiyet verme olasılığı
barındırıyor. Neden mi? Çünkü tarihte ne zaman yeni bir süper güç ortaya çıkıp,
mevcut bir süper gücün karşısına çıktıysa, çatışma olmuştur.
Avrupa
Birliği, ABD 'nin öncül rolünü kaybetmemek adına “Çok Merkezli-Bölgesel
Güçlerin Olacağı” bir dünya düzenindense iki kutuplu bir düzeni tercih edeceğini
ve buna yönelik elinden geleni yapacağı konusunda tüm bileşikleriyle hemfikir.
Bu bağlamda en büyük tehlike olarak Çin'in yükselişini görüyorlar ve dünyanın
daha ziyade iki kutuplu bir düzene doğru yol aldığını düşünüyorlar.
Şimdi
dünyada olanı biteni bir gözden geçirin. Ukrayna krizi, Venezuela çatışmaları,
"Arap Baharı" adıyla başlayan ve diktatörlerin yönetimlere el koymasıyla
sonuçlanan "demokratik(?) süreç” (Ki son örneği Libya'da CIA ile işbirliği
ile gerçekleştirilen darbedir. Görünüşe göre Libya, 2011 Mart ayındaki NATO
harekatının ardından Kaddafi rejimi ve o zihniyete destek veren Batılı güçlerin
etkisinden rahat rahat kurtulamayacak)
ABD’nin
ve AB’nin Afrika kıtasında askerî nüfuzunu arttırması amacıyla, yine İslami
radikal bir örgüt olmakla suçlanan Boko Haram bahane edilerek meşruiyet
kazandırılan yeni sömürü odakları, Kıbrıs’ta alelacele yaşanan çözüm süreçleri,
İsrail-Filistin’in barış masasına bastırılarak oturtulması, ABD-AB ve Çin-Rusya
tarafından eş zamanlı yapılan tatbikat adı altında boy gösterileri, Avrupa
Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi'nin "Rusya'dan 220 milyar dolar para
kaçtı" sözlerinin ardından Türkiye'ye 6,6 milyar dolarlık kimliği belli
olmayan bir para girişi ve bunun altında yatan ekonomik tuzaklar, esen her
rüzgârda birbirine toslatılan Ortadoğu.
ABD her
zamanki gibi genellikle enerji kaynağı olan bölgelerde planladığı kontrollü
kaos sonrası çıkardığı savaşlarda askerî-endüstriyel çarkının içinde olduğu krizden çıkmaya çalışsa da
başarılı olamayacak gibi görünüyor. İsrail’den de desteğini çekmek durumda
kalan ABD, Ortadoğu'da hakimiyetini kaybetmiş durumda. Bu durum İsrail'inde
devlet politikalarının değişeceğinin de sinyalini veriyor.
ABD
hegemonya stratejistleri son hamlelerini oynuyor. Bir paradigmanın egemenlik
döneminde yaşayan insanlar, alternatifsizlik hasebiyle içinde var oldukları
paradigmayı sorgulayamaz hale gelirler, ama sonuçlar bağlamında getirdiği
sorunlar ve problemler sayesinde de egemen paradigma etkisini yitirmeye başlar.
Nitekim
Tarih yüzümüze hiçbir gücün ebedi olmadığı gerçeğini çarpar. Elbette büyük güçler
tarihte hep var olagelmişlerdir. Ama bunlar her zaman devamlılık arz etmediği
gibi kontrol edilemez bir hal de almıştır. Teknolojik gelişmelerin karşısında bütçesinde
cömert davrananların da kontrol edemediği bir güç bu... Ülkeler ileri teknoloji
inovasyonunda öncü olabilmek için adeta birbiriyle savaşıyor. Teknoloji
sektörleri piyasasında çok farklı ülkeler ilerleme kaydediyor.
Ağ
teknolojisinde ve internette yaşanan hızlı buluşlar ve yaşanan gelişmeler yeni
bir çığır açtı; hatta bu çığır ‘Sanayi Devrimi’yle kıyaslanabilir bir etkiye
sahip (‘Global Bela; İnternetin Karanlık Yüzü’ başlıklı yazımda bahsetmiştim). İçinde bulunduğumuz, ekonomik açıdan
"Pro/Postmodern/Küresel ağ Kapitalizmi" olarak adlandırdığımız bu dönemde
etkili olan yeni paradigmayı, teknolojik açıdan değişen temel parametreler
nedeniyle "Koalisyoncu Ağ-Ulus Devletler Paradigması” olarak
adlandırabiliriz.
Neo-Liberal
dönemin sona erişinin, bu yeni dönemin miladı 2008/2009'da yaşanan global kriz
olarak görülse de, çok daha önce başlayan değişimin yavaş gerçekleşmesi
nedeniyle fark edilemediği kanaatindeyim.
Dünya
bir değişim sürecinden geçiyor. Uluslararası ilişkilerde tek kutuplu düzenden
merkezsiz çok yönlü bir düzene kayıyor. Yeni bölgesel güçler, küresel güç
ilişkilerinin dengesini de değiştirecek gibi görünüyor. "Bölgesel
güçlerin" ortak özelliği ekonomilerindeki büyük değişiklikler ve
uluslararası politikada söz sahibi oluşları.
Ekonomik
İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı Araştırma Direktörü Helmut Reisen, “Yeni
şekillendirici güçler, kalkınmanın eşiğindeki büyük ülkeler. Bunlar,
ekonomideki başarıları, ama aynı zamanda Amerikalıların siyasî ve ekonomik
taleplerinden bağımsız tutumları ile dünya düzenini değiştiren güçler"
diyor. Bu değişim sürecinden rahatsız olanlar şu an dünyayı kaotik bir gergefte
dokumaya çalışıyor.
Türkiye
ise bu durumda hâlâ ileri karakol gibi. Bu sebeple aceleye gelen bir denge
politikası gütmemesi gerekiyor. Ama Türkiye bu güç savaşları içinde stratejik
ve jeopolitik önemine ne yazık ki odaklanamıyor veya buna izin verilmiyor.
Hatta olanı biteni analiz edip taktikler ve stratejiler belirlemek şöyle dursun,
çıkarılan iç sorunlardan kafasını kaldırıp dışarıya bakamaz duruma getirilmeye
çalışılıyor. Doğuda Kafkasya ve Orta Asya, güneyde Ortadoğu, kuzeyde Rusya ve
Ukrayna, batıda hep eğreti görüldüğümüz Avrupa... Hangi pencereden bakmamız,
hangi pencereye öncelik vermemiz gerektiği yaşanan bu süreçte ülkemiz adına
hayatî önem taşıyor.
Artık
"Bölgesel güçlerin" yeni yakınlaşmalar üretmeleri ve koalisyonlar
kurmaları yeni düzenin çok merkezli olacağına işaret ediyor. Başta Almanya
olmak üzere Avrupa, dünyada etkisini giderek arttıran bu yeni güçlerin farkında.
Bu nedenle, bu ülkelerle işbirliğini güçlendirmenin yollarını arıyor.
Bölgesel
rekabetlerin ve milliyetçi reflekslerin gün gün artış gösterdiği bu zamanda
kurulan ittifaklar hayatî önem taşıyor. Diplomatik
ataklarla, yeni ittifak arayışlarında olan ülkelerin de, Türkiye de dahil,
"Bölgesel güç" olarak kabul edilen ulusların küresel sırtlanlara da
yem olmamak için yeni taktik ve stratejiler belirlemesi gerekiyor.
Yazımı
bitirme aşamasındayım ki, Suriye'deki savaş suçlarının UCM'ye sevk edilmesi
için Fransa tarafından hazırlanan BMGK karar tasarısını, Rusya ve Çin'in veto ettiği haberiyle karşılaştım. Tarihsel
determinizmle alakası yok, lakin bugünlerde tarih yine tekerrür ediyor.
Yüzyıllar
sonra bugün birileri hâlâ, ‘özgürlüğün, bedelsiz ve bir altın tepside’
kendilerine sunulabilineceğini bekliyorlarsa,
girdikleri bu hayal dünyasından acilen uyanmalılar. Çünkü bu düzen
değişmedikçe bazılarının yaşaması, diğer bazılarının ölmesine bağlı olacak…
Berrak Şebnem, 22.05.2014, Sonsuz Ark, Çırak Yazar