22 Mayıs 2014 Perşembe

SA689/ÇY3-BŞ8: Çok Merkezli Dünya Düzeni/ Ölüm-Yaşam Korelasyonu

 "Taktik olmadan strateji, zafere giden en yavaş yoldur. Stratejisi olmadan taktik, yenilgi öncesi yapılan kuru gürültüdür."
Sun Tzu (Savaş Sanatı)

Uzun seneler "çift" kutuplu olarak dizayn edilen dünya düzeni, soğuk savaşın sona ermesiyle yerini "tek" kutuplu dünya düzenine bırakmıştı. Aslında güç mücadelesi ve "seçkinci" düzen, tarihsel süreci itibariyle iddia edilenin aksine Fransız devriminden çok daha öncelere dayanır.

Muhakkak "sıcak-soğuk" her savaş hem nedenleri hem sonuçları dolayısıyla yeni bir çığır açmıştır. Soğuk savaşın başlaması ile uluslararası ilişkilere yeni kavramlar getirildiği gibi bitişiyle de özellikle uluslararası ilişkilerde bir dönüm noktası olmuştur.

Aralarında herhangi bir silahlı çatışma olmaksızın birbirlerine karşı üstünlük sağlamak için başka devletleri ve grupları kullanan ABD ve Sovyetler, zoraki denge ve korku politikalarıyla kendi sosyo-politik düzenlerini de dünyaya dayatma mücadelesi verdiler. Elbette bu mücadele çok ciddi sonuçlar doğurdu.

Soğuk savaş, tam devletçi ekonomik düzenli ve otoriter komünist Sovyetler'in, kapitalist serbest ekonomisi ve demokrasi ve çoğulculuk siyasî sistemini uygulayan ABD'ye mağlup olmasıyla sona ermişti. O dönemde bir taraf  NATO ile güvence sağlarken, diğer taraf  Varşova Paktı’yla güven sağlıyordu.

Sovyetler'in yaşadığı mağlubiyet sonucu Varşova Paktı çökünce ortaya "tek" kutuplu dünya düzeni ve beraberinde getirdiği problemler çıktı. Bu "tek" kutuplu yeni düzende insanlık eskisinden daha büyük, kaotik ve neden-sonuç ilişkisi bağlamında birbirine girift sorunlarla ve karmaşık ilişkilerle yüzleşmek zorunda kaldı veya bırakıldı. Halbuki bu sorunların daha rahat ve kolay çözülebileceği düşünülürken sonuç bunun tam tersini gösterdi.

Bu sorunların tüm dünya ülkelerinde sebep olduğu en kapsamlı netice ise devletlerin ekonomik üstünlük sağlama çabası içine girmeye mecbur kalmaları olmuştur. İşte bu yüzdendir ki; güç mücadelesine girişen, “Küresel Aslan” olmaya aday tüm uluslar dünya barışını ve siyasi sorunlarını eşik altı ederek ekonomik kalkınma, daha iyi yaşam koşulları ve refah üzerinde yoğunlaşmışlardır.

Bu düzenin getirdiği bir diğer sorun olarak karşımıza dünyada artış gösteren terör olayları çıktı. Hemen her ülkede türeyen her türden radikal grupların amaçları, faaliyet gösterdikleri ülkelere göre ideolojik, etnik, kültürel, dini olarak çeşitlilik gösteriyormuş gibi görünse de, hemen hemen tamamının neye hizmet ettiğini artık az çok biliyoruz.

Yine ABD hegemonyası döneminde uzun bir süre  ulusların kontrolünü sağlamak için kullanılan ideolojilerin de misyon değiştirdiğine şahit olduk. Dayatılan bu kapitalist sistemde uluslararası ilişkiler de küresel sermayeye bağlanmıştı.

Bir önceki yazımda da örnek verdiğim devasa küresel şirketler, devlet olgusunun tüm fonksiyonlarını azaltarak öne çıktılar. Dikkat ederseniz, para akışı siyasilere doğru değil bu tarz şirketlerin CEO'larına doğrudur. Bahsettiğim modern iktisat döneminde spekülatif hareketler de yaygınlaşmıştır. Borsalar, finans kuruluşlarına yapılan yatırımlar artmıştır.

Nedir bu ‘Yeni Dünya Düzeni’? Bu düzeni hedefleyenler kimler? Dünya düzencileri, gizli örgütler ve gizli hedefler ve onların planları çerçevesinde dökülen kanlar. Dünyanın yönetim şeklini belirleyen bu sistemi kuran ve her dönem farklı normlarda ve isimlerde ortaya çıkan bir avuç "seçkin”in tek misyonu "finansal güce" sahip olmak değildi. Bunun ötesinde misyonları vardır ki; bu belki de kurulan sistemin ilerideki yazılarımda analiz etmeye çalışacağım başka bir boyutu.

Dünya yönetimi projesi tahmin edildiği gibi son elli yıldan daha eskiye dayanır. Elitist zihniyet dünya siyasetine yön verir. Medyayı iyi kullanır. Gerekirse tarih kitapları da dahil olmak üzere kitaplar yazdırır. Gazete çıkarır, kitlelerin algısını bozar. Yüzyıllarca "üstün ırk" sonrası "üstün kültür" kavramı ile  zulüm edenler, bu yüzyılda da zulmü "üstün teknoloji" kavramıyla sürdürmeye niyetli...

Elbette her olayın nedenleri olduğu gibi, öngörülemeyen ve engellenemeyen (son yıllarda dünyada çapında oluşan olayların karmaşık süreci bunu engelleme girişimleridir) sonuçları da olmuştur. ABD hegemonyası olarak yaşanan sürecin de pozitif sonuçları olarak Sovyetler bloğunda yer alan ülkelerin özgürlüklerine kavuşmaları; Hindistan, Brezilya, Kore, Türkiye gibi ülkelerin ticarete yatkın olmaları dolayısıyla elde ettikleri ekonomik avantajlar, oyuna sürülen yeni değişkenlerle maalesef seyri bambaşka bir hal alan Ortadoğu'daki "Arap baharı" da sayılabilir.

Rusya da, bir dönem rekabetten çekilmiş gibi görünse de, metotlarını değiştirerek, farklı platformlarda çıkışını sürdürerek avantajlı duruma gelmiştir.

Ukrayna kriziyle ABD ile Rusya'nın arasında ciddi (?) bir gerilime neden olduğu algısı verildi. Avrupa Birliği de (Almanya gibi arası Rusya ile iyi olan ülkeler istemeyerek de olsa katıldılar) bu krizde ABD'nin yanında yer aldı. AB'nin ABD'ye ağır yaptırımlarla destek verememesi petrol ve doğal gazın öncelikli piyasası olmalarından kaynaklanıyordu.

Sürecin olası ağır sonuçlarına karşı Moskova, ekonomisini koruma amaçlı en önemli gelir kaynağı olan petrol ve doğalgazı için Çin'i yeni piyasa olarak belirledi. Nihayetinde şimdiye değin Pekin'in şartlarına olumsuz bakan Moskova Çin'de doğal gaz dâhil olmak üzere rekor sayılabilecek derecede -400 milyar dolarlık- 40'tan fazla ikili anlaşma imzaladı.

Bu süreçte ABD, Ukrayna krizinde Suriye'de yaşanan vahşetten farklı olarak diplomatik ve ekonomik -sözümona- hesaplaşma hamlelerinde bulunduğu algısını verdi. Bu hamlelerin eşik altı sebebi ise Asya rekabetine dayanıyor.

Nitekim Rusya'nın Kırım ilhakı, içinde bulunduğumuz kaotik ortamda Çin denizinde bir hareketlenme ihtimaliyle domino taşı olabilme potansiyeli barındırıyor. ABD 'nin hafif yaptırımlarının sebepleri arasında ABD'nin Rusya'ya uyguladığı ambargoya Rusya'nın cevap verme ihtimali olması da göz ardı edilmemeli.

Araştırmacılara göre Moskova, ABD'nin %20'lik ihtiyacını karşıladığı uranyumu satmayı durdurursa, ABD'de her beş evden birisinin elektriği kesilecek. Aslında ABD, Rusya'ya karşı muhtemel tutumlarının sinyallerini 25 Mart Lahey Güvenlik Zirvesinde "Gücünden çok zayıflığı sebebiyle komşuları için tehlike, ABD için birinci derecede güvenlik tehdidi oluşturmuyor" diyerek vermişti.

Dünya Ukrayna krizinde hesaplaşmalara (!) sahne olurken Asya'da yaşanan Japonya-Çin gerilimiyle asıl rekabetin askerî ve ekonomik olarak Asya ile yapıldığını gösteriyor. Seçim yapması mümkün olsa ABD'nin rakip kutup olarak Çin'i istemeyeceği aşikar.

Nitekim ABD son yıllarda Çin karşıtı eylemler yapıyor ki; bugün haber bültenlerine yansıdığı üzere, iki gün önce sıkıyönetim ilan eden Tayland ordusu (Siz bunu Pentagon olarak okuyun) yönetime el koyduğunu duyurdu. ABD’nin  Hazar Havzası’na ulaşmak istediği üzerine epeyce yazılıp çizildi. Çin'i kuşatma stratejisi Tayland üzerinden devam ediyor.

Görünen o ki; ABD satranç masasında kurulan dünya coğrafyasındaki süper güç konumunu kaybetmemek adına elinden geleni ardına koymuyor. Çin'in yeni süper güç olarak kendiliğinden ortaya çıkması da bir savaşa bile sebebiyet verme olasılığı barındırıyor. Neden mi? Çünkü tarihte ne zaman yeni bir süper güç ortaya çıkıp, mevcut bir süper gücün karşısına çıktıysa, çatışma olmuştur.

Avrupa Birliği, ABD 'nin öncül rolünü kaybetmemek adına “Çok Merkezli-Bölgesel Güçlerin Olacağı” bir dünya düzenindense iki kutuplu bir düzeni tercih edeceğini ve buna yönelik elinden geleni yapacağı konusunda tüm bileşikleriyle hemfikir. Bu bağlamda en büyük tehlike olarak Çin'in yükselişini görüyorlar ve dünyanın daha ziyade iki kutuplu bir düzene doğru yol aldığını düşünüyorlar.

Şimdi dünyada olanı biteni bir gözden geçirin. Ukrayna krizi, Venezuela çatışmaları, "Arap Baharı" adıyla başlayan ve diktatörlerin yönetimlere el koymasıyla sonuçlanan "demokratik(?) süreç” (Ki son örneği Libya'da CIA ile işbirliği ile gerçekleştirilen darbedir. Görünüşe göre Libya, 2011 Mart ayındaki NATO harekatının ardından Kaddafi rejimi ve o zihniyete destek veren Batılı güçlerin etkisinden rahat rahat kurtulamayacak)

ABD’nin ve AB’nin Afrika kıtasında askerî nüfuzunu arttırması amacıyla, yine İslami radikal bir örgüt olmakla suçlanan Boko Haram bahane edilerek meşruiyet kazandırılan yeni sömürü odakları, Kıbrıs’ta alelacele yaşanan çözüm süreçleri, İsrail-Filistin’in barış masasına bastırılarak oturtulması, ABD-AB ve Çin-Rusya tarafından eş zamanlı yapılan tatbikat adı altında boy gösterileri, Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi'nin "Rusya'dan 220 milyar dolar para kaçtı" sözlerinin ardından Türkiye'ye 6,6 milyar dolarlık kimliği belli olmayan bir para girişi ve bunun altında yatan ekonomik tuzaklar, esen her rüzgârda birbirine toslatılan Ortadoğu.

ABD her zamanki gibi genellikle enerji kaynağı olan bölgelerde planladığı kontrollü kaos sonrası çıkardığı savaşlarda askerî-endüstriyel çarkının  içinde olduğu krizden çıkmaya çalışsa da başarılı olamayacak gibi görünüyor. İsrail’den de desteğini çekmek durumda kalan ABD, Ortadoğu'da hakimiyetini kaybetmiş durumda. Bu durum İsrail'inde devlet politikalarının değişeceğinin de sinyalini veriyor.

ABD hegemonya stratejistleri son hamlelerini oynuyor. Bir paradigmanın egemenlik döneminde yaşayan insanlar, alternatifsizlik hasebiyle içinde var oldukları paradigmayı sorgulayamaz hale gelirler, ama sonuçlar bağlamında getirdiği sorunlar ve problemler sayesinde de egemen paradigma etkisini yitirmeye başlar.

Nitekim Tarih yüzümüze hiçbir gücün ebedi olmadığı gerçeğini çarpar. Elbette büyük güçler tarihte hep var olagelmişlerdir. Ama bunlar her zaman devamlılık arz etmediği gibi kontrol edilemez bir hal de almıştır. Teknolojik gelişmelerin karşısında bütçesinde cömert davrananların da kontrol edemediği bir güç bu... Ülkeler ileri teknoloji inovasyonunda öncü olabilmek için adeta birbiriyle savaşıyor. Teknoloji sektörleri piyasasında çok farklı ülkeler ilerleme kaydediyor.

Ağ teknolojisinde ve internette yaşanan hızlı buluşlar ve yaşanan gelişmeler yeni bir çığır açtı; hatta bu çığır ‘Sanayi Devrimi’yle kıyaslanabilir bir etkiye sahip (‘Global Bela; İnternetin Karanlık Yüzü’ başlıklı yazımda bahsetmiştim).  İçinde bulunduğumuz, ekonomik açıdan "Pro/Postmodern/Küresel ağ Kapitalizmi" olarak adlandırdığımız bu dönemde etkili olan yeni paradigmayı, teknolojik açıdan değişen temel parametreler nedeniyle "Koalisyoncu Ağ-Ulus Devletler Paradigması” olarak adlandırabiliriz.

Neo-Liberal dönemin sona erişinin, bu yeni dönemin miladı 2008/2009'da yaşanan global kriz olarak görülse de, çok daha önce başlayan değişimin yavaş gerçekleşmesi nedeniyle fark edilemediği kanaatindeyim.

Dünya bir değişim sürecinden geçiyor. Uluslararası ilişkilerde tek kutuplu düzenden merkezsiz çok yönlü bir düzene kayıyor. Yeni bölgesel güçler, küresel güç ilişkilerinin dengesini de değiştirecek gibi görünüyor. "Bölgesel güçlerin" ortak özelliği ekonomilerindeki büyük değişiklikler ve uluslararası politikada söz sahibi oluşları.

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı Araştırma Direktörü Helmut Reisen, “Yeni şekillendirici güçler, kalkınmanın eşiğindeki büyük ülkeler. Bunlar, ekonomideki başarıları, ama aynı zamanda Amerikalıların siyasî ve ekonomik taleplerinden bağımsız tutumları ile dünya düzenini değiştiren güçler" diyor. Bu değişim sürecinden rahatsız olanlar şu an dünyayı kaotik bir gergefte dokumaya çalışıyor.

Türkiye ise bu durumda hâlâ ileri karakol gibi. Bu sebeple aceleye gelen bir denge politikası gütmemesi gerekiyor. Ama Türkiye bu güç savaşları içinde stratejik ve jeopolitik önemine ne yazık ki odaklanamıyor veya buna izin verilmiyor. Hatta olanı biteni analiz edip taktikler ve stratejiler belirlemek şöyle dursun, çıkarılan iç sorunlardan kafasını kaldırıp dışarıya bakamaz duruma getirilmeye çalışılıyor. Doğuda Kafkasya ve Orta Asya, güneyde Ortadoğu, kuzeyde Rusya ve Ukrayna, batıda hep eğreti görüldüğümüz Avrupa... Hangi pencereden bakmamız, hangi pencereye öncelik vermemiz gerektiği yaşanan bu süreçte ülkemiz adına hayatî önem taşıyor.

Artık "Bölgesel güçlerin" yeni yakınlaşmalar üretmeleri ve koalisyonlar kurmaları yeni düzenin çok merkezli olacağına işaret ediyor. Başta Almanya olmak üzere Avrupa, dünyada etkisini giderek arttıran bu yeni güçlerin farkında. Bu nedenle, bu ülkelerle işbirliğini güçlendirmenin yollarını arıyor.

Bölgesel rekabetlerin ve milliyetçi reflekslerin gün gün artış gösterdiği bu zamanda kurulan ittifaklar hayatî önem taşıyor. Diplomatik ataklarla, yeni ittifak arayışlarında olan ülkelerin de, Türkiye de dahil, "Bölgesel güç" olarak kabul edilen ulusların küresel sırtlanlara da yem olmamak için yeni taktik ve stratejiler belirlemesi gerekiyor.

Yazımı bitirme aşamasındayım ki, Suriye'deki savaş suçlarının UCM'ye sevk edilmesi için Fransa tarafından hazırlanan BMGK karar tasarısını, Rusya ve Çin'in  veto ettiği haberiyle karşılaştım. Tarihsel determinizmle alakası yok, lakin bugünlerde tarih yine tekerrür ediyor.

Yüzyıllar sonra bugün birileri hâlâ, ‘özgürlüğün, bedelsiz ve bir altın tepside’ kendilerine sunulabilineceğini bekliyorlarsa,  girdikleri bu hayal dünyasından acilen uyanmalılar. Çünkü bu düzen değişmedikçe bazılarının yaşaması, diğer bazılarının ölmesine bağlı olacak…


Berrak Şebnem, 22.05.2014, Sonsuz Ark, Çırak Yazar




Seçkin Deniz Twitter Akışı