“Bizi küçümsediğiniz için gittiniz, bizi
küçümsemek ve hayret duygumuzu yok etmek için geri geldiniz."
Öfkeli adamın öfkesi sesinde ve mimiklerindeydi.
Gözleri kısık, dili sivriydi. Kaşları kalktığında, anlaşılıyordu ki; hayret
edilecek bir şeye hayret edilmemesine kızmıştı. ‘Hayret’ sözcüğünün olur olmaz kullanılışına ve
özenle cümlede kullanılmasına da kızmıyordu. Alışılageldik alışkanlıklara,
düşüncelere, davranışlara ve ilkelere apaçık aykırı olan bir şey
gerçekleştiğinde onu yadırgayanların duygularının temsilcisiydi, hayret; ama o
kadar yüceleştirilmiş, o kadar çok
ayrımcılığın belirtisi hâline getirilmişti ki bu sözcük, hayret fiili
kendi anlamgeçmişinden kopuk bir şekilde, sadece kendisi olarak kalmıştı.
Hayret, hayret etmeyi imkânsız kılan bir küçülme
ve daralma yaşıyordu; tuhaflaştırılmışlığıyla öylesine büzüşmüş, öylesine
seçkinci bir kibirle donatılmıştı ki, sadece hayretten bahseden metinlerin
seyrek, gerçekle ilişkisiz yayılmacılığı bile mide bulandırıyordu. Normal olanların hepsi hayretle
geçiştiriliyor, hayret başka bir dağın arkasında özenle saklanan bir düş
perisine benzetiliyordu. Kimse hayret edebilecek kadar derin bir bilge olma
hakkını hâiz değildi; hayret üzerine sayfalar dolusu yazılar yazanlar bile.
Öfkeli adamın karşısındaki şahısla kurduğu
diyalog, kendiliğinden gerçekleşen bir diyalogdu. Ben sessiz duyguların
gözetleyeni olarak ikisinin arasındaki o birbirinden ırak alanda onları
dinliyordum. Öfkeli adamın sesi başka bir dünyanın kıvılcımlarıyla geziniyordu
o ırak alanda.
“Birbirinizi baskılayarak körleştiriyorsunuz.
Sizin gibi yaşayan, ama sizin gibi ilgileri olmayanlardan kopuk, sizin gibiler
tarafından onanmayı umarak girdiğiniz dar, kuytusu bol koridorlarda aslında
neyi aradığınızı bile bilmediğiniz bir yolculukta dağlara ya da seçtiğiniz bir
dağa tırmanmayı ve oradan herkese haykırmayı hayal ediyorsunuz. “Beni önemseyin,
bakın ben işte bu dağın zirvesine çıktım.” Kimin umurundaysa artık dağınız ve
haykırdıklarınız. Haykırdığınız şeylerin herkesin söylediklerinden farklı ve
size özgü olduğunu düşünüyor ve iddia ediyorsunuz, ama o zirveye çıkarken
kimden onay aldığınızı, kimin kementlerini ve zembillerini kullandığınızı
bizden saklıyorsunuz. Her nasılsa çıktığınız zirvelerden, kendinize ait
macerayı anlatabilmek için aramıza inmek zorunda kalıyorsunuz. Sizi
dinlemeyenlerimizi aşağılıyor ve kötülüyorsunuz; cehâletle suçluyorsunuz. Bizi
ilgilendirmeyen şeyleri bize dayatıyor ve sizi kutsamamızı, her şeyi bilen bir bilge ya
da yarıtanrı olduğunuza inanmamızı istiyorsunuz Bunu neden yapmamız gerektiğini bile bize
açıklama gereği duymuyorsunuz. Oysa
sebep çok basit; bizden kopup gitmenizin nedenleri ile sizi önemsemememizin
nedenleri aynı. Bencilliğiniz ve hayrete olan kastınız. Mesela; size ve sizin
gibilere hayret ediyoruz. Aramıza geri döndünüz, o halde neden gittiniz? Tuz getirmek için gidebilirdiniz, ekmek ya da
su. Sizi büyük bir coşkuyla uğurlar, coşkuyla da karşılardık; bizim için
kendiniz için, hepimiz için çektiğiniz zorluklara, harcadığınız enerjiye,
gösterdiğiniz çabaya saygı duyardık ve o zaman siz geri döndüğünüzde, bize
gördüklerinizi anlatmak için bize seslendiğinizde tüm işlerimizi bırakır gelir
sizi dinlerdik. Sizi, siz istemeseniz de, kutsamasak bile, çok değerli bir tahta
oturtur, sık sık gelir size danışırdık. Oysa öyle yapmadınız, kendinizi farklı
ve ayrık hissetmek için yaptıklarınızı umursamamızı istemeniz çok aptalca ve
küstahça… Siz olmadan da dönüyor dünya ve sizin söyledikleriniz herhangi bir
iyiliği genişletmeyecek ve zenginleştirmeyecek; tam aksine herkesi sizin gibi
bencil olmaya sürükleyeceksiniz ve kötülük gün geçtikçe daha çok yayılacak. Gittiğiniz yerleri, aldığınız onayları, kullandığınız kementleri, zembilleri size kimin
temin ettiğini bilmiyoruz, çünkü bizim için gitmediniz, bizim için dönmediniz.
Bizi küçümsediğiniz için gittiniz, bizi küçümsemek ve hayret duygumuzu yok
etmek için geri geldiniz. Gittiğiniz
yerde bizim onaylarımız yoktu ve siz, yolculuğunuzda birlikte bulunmak
istediğiniz insanların sizi baskılamasına izin verdiniz. Düşüncelerinizi
söyleyemediniz, bize ait, bizden olduğunuzu sakladınız ve çoğunlukla bizden
utandınız. Doğru ve iyi bildiğiniz şeyleri söyleyecekken eleştirilmekten ve
aşağılanmaktan korktunuz, sürekli baskılandınız ve kendi içinizde ikiye
ayrıldınız; cesaretinizi kaybettiniz dışınıza başka içinize başka konuştunuz.
Dedikodularla yol aldınız, dedikodularınız duyulacak diye korktunuz. İçinizdekileri
herkes duyacak diye sakladınız; yetmedi, ezdiniz; yetmedi öldürdünüz.
İçinizdekileri bizden getirdikleriniz sandınız ve kendinizi inkâr ettiniz.
Şimdi tamamen bir başkası olarak bize geri dönüyorsunuz ve sizin
haykırdıklarınızı önemsememizi istiyorsunuz. Bunu neden yapalım ki? Siz artık
hayret edemeyeceğimiz kadar çoksunuz ve işte bu yüzden sizi önemsemiyoruz,
aramıza almıyoruz, sizi alkışlamıyoruz.”
Karşı tarafın yaşadığı şaşkınlığı
görebiliyordum. Bu anlatı bir devrin, bir psikolojinin, bir ideolojinin içinin
dışına çıkarıldığının, bütün parlaklığının tek tek sıyrıldığının göstergesiydi.
Karşı taraf şaşkındı, çünkü geri döndüğünde bulduğu farkındalık, onu hayrete
sürüklemişti. Kendisiyle birlikte gelmemişti Öfkeli Adam, ama yaşadıklarını
neredeyse her ayrıntısına kadar biliyordu. Bunu nasıl yapabilirdi ki? Hiç
uzaklaşmadığı değerlerinden, sokaklarından bu kadar çok uzağı görmek, nasıl
mümkün olabilmişti?
Hayret etmek için çıktığı uzun ve zorunlu
yolculukların sonunda kaybettiği hayret duygusunu, ona terk ettikleri
yaşatıyordu. Tereddütler yaşıyordu; hayretini ifade etse yaptıklarının
anlamsızlığı açığa çıkacaktı. Hayretini saklasa içinde taşımaya devam ettiği
gerçeğe duyduğu sahici ihtiyacı da inkâr edecekti. Ve bu inkâr onu tamamen
dağıtacak, zerrelerinde kaybedecekti. İki dili olmuştu, bunu artık net bir
şekilde görebiliyordu. Yapabileceği en iyi şeyin susmak olduğunu düşündü…
Öfkeli Adam haklıydı. Kendisine düşen susmaktı.
Uzun bir sessizlikten sonra Karşı Taraf’ın
susmaya karar verdiğini anlamıştım. Dürüst olmak gibi bir değeri yitirmişti,
ama gerçeği inkâr edecek kadar da yüzsüz olamayacağını idrak etmiş ve çift
dilli olmaktan utanmıştı. Tek dilli olamayacağını anlayınca da, Öfkeli Adam’ın
haklı olduğunu itiraf etmiş gibi görüneceğini bilse de, susmayı tercih etmişti. Hiç
değilse tırmandığı zirvelerde elde ettiklerinin kötülüğün yayılması için bir
araç olarak kullanılmaması gerektiğini anlayabilmişti.
Önemsenmekten ve alkışlanmaktan vazgeçmişti,
sadece yeniden aralarına almalarını istiyordu kendisini, küçümseyerek terk ettiği
toprakların, ruhların ve değerlerin. Iraklığın azalmasını istiyordu; onların, yitirdiği
merhamet duygusunu kendisine bağışlamasını istiyordu.
Ben bu uzun sessizliği hayra yorarak oradan
ayrıldım. Öfkeli Adam da susmuştu, Karşı
Taraf susunca. Uzlaşma belirtileriydi bunlar. Benciller ait oldukları toplumla uzlaşmanın, o topluma saygı duymanın
vazgeçilmez bir ihtiyaç olduğunu fark ettiklerinde kaybettikleri hayret
duygusunu yeniden kazanmışlardı, ama ısrar edenler, kendilerini bilge ya da yarıtanrı görmeye devam edenler sonsuz bir ilgisizliğe mahkûm olmuşlardı. Görebiliyordum.
Mustafa Ege – Pazar, 25/05/2014 –13:02/
İz Etki Ekinoksları 29