“Niye
kerevet değil bu koltuk?”
dün sabaha yakın
bir saat
Elinin
ceketin sağ cebine doğru uzanacağını biliyordum. Sezgi falan değil anlatmak
istediğim. Tırnakları oldukça uzamıştı ve gözlerimle tedirgin etmiştim O’nu.
Tırnaklarının kesilmesi gerektiğini duyurmuştu bakışlarım. Oysa öylesine
bakmıştım. Her hangi bir şeye ya da her hangi bir yere bir bakıştan ayrımsızdı.
İlk
kıpırdayan parmaklar oldu. Bakmamam için yalvardılar adeta, utandılar, utançtan
kıvrandılar... bütün bunlardan öylesine habersizdi ki, önceleri düpedüz şaşırdı
adam. Tırnak makasını çıkardı, tam bir pişkinlik ve işgüzârlıkla tırnaklarını
kesmeye koyuldu. Ellerinin utancı hala sürüyordu umursamazlığına inat. Tırnak
makasının her çıtırdayışı, her o garip “hırt!” sesinin yankılanışı ve zarların
tiz sesi, kulaklarımı bir yontu ustasının yontarı gibi yontuyordu.
“Neden
ilgilendiriyor benim bakışlarım? Nedir gördüğünüz? O kadar önemsiz sandığınız
bakışlarla benimkiler arasında ne fark var?”
Garip
bir duygu var içimde. Yabanıl mı yabanıl!
Çevremdekilerin
soluk alışları, ağız şapırdatmaları çıldırtıyor beni. Kalkıp gırtlaklarını
sıkmak duygusu kaplıyor tüm benliğimi...
Onların
yaşadıklarını belirten her türlü işlevden soyutlamak için can atıyorum. Birinin
gırtlağını sıkmak, gözlerini oymak, burnunu koparmak, kafasını ezmek, cansız
bedenleri üstünde zıplamak.. dünyadaki en büyük haz olurmuş gibi geliyor bana.
Yine de
bundan nefret ediyorum. Hem istiyor hem utanıyorum. Anlamıyorum. Delirdim mi?
Böylesine acayip, bir birine karşıt duyguların bir yerde, içimde olması..
anlayamıyorum.
Karanlıktı
oda. Salt ampulün aydınlattığı loş ışığa boğulmuş bir yer. Bütün diriliğin
düzenleyicisi olmakla yükümlü güneşten habersiz. Bir yatak, bir iki sandalye,
duvarlardaki boyalar -güneş ışığından yoksun olduğundan olsa gerek- yer yer lekelerle kaplı. Güneşten, ışıktan
yoksunlara bir uyarı. Korkunç bir uyarı!
Bir sürü
kitap okudum; ya kendim? Kendimden uzak kaldım hep, kendimi okumalıydım.
Kendimi okumak istiyorum. Sanki geç kalmışım!
***
üç ay sonra
İlk kez
o an anlamıştım. Elimi büyük bir umutla yukarı kaldırdım, - ayaklarımı hazır
durumda tutuyordum, her hangi bir terslikte onlara baş vuracaktım.- elim
uzandı. Birazdan.
Diz
kapaklarına kadar varmıştım. Zıplayıp tepinmeler geride kalmıştı. Her şeyden
önce emindim artık.
Yeni
şeyler gümrah sevinçler yaratır kişide.
Büyüyordum.
Masallardaki büyümelere koşut bir büyüyüştü bu. Yine de gözlerinin başımın en
can alıcı noktalarında gezindiğini biliyordum.
Bilişler
de ayak uydurmuştu fiziksel büyüyüşe.
“Karanlığın
gökyüzünde bir mürekkep damlası gibi yayıldığını, her yanı kapladığında bakışlarımla
ağardığını, hızlı solumalarımla rüzgâr denilen olayın oluştuğunu, içimde
beliren ve çok hoşlandığım ürpertileri dışa yansıttığımda toprağın titrediğini,
o titreyişin insanları müthiş bir dehşete düşürdüğünü..”
-Bu saatta kim olabilir?
-Bak bakalım kim kızım?
“Yapacağımı
bildiği halde hep buyruk verir!”
“Nasıl
da şaşırdılar. Bütün gözler benim üzerimde. Sormaya bile çekiniyorlar. Azıcık
deprensem, her biri bir yandan dışarı fırlayacak. Kendi evlerinde,
barınaklarında, sığınaklarında olduklarının ayrımında bile değiller.”
Nasıl da
büyüyor gözleri! Yo büyümek değil bu. Açılış.
“Biraz
daha açılsa ayaklarımın önüne düşecek gözler. Sekiz dokuz çift göz şu kirli
halının üzerinden utangaç utangaç bana bakacak. Gözlerin sahipleri tembel
tembel ve korka korka aranacakları, gözlere iliştiklerinde –saydamlık
beklemediklerinden- hemen çekecekler ellerini. Belki de bana belli etmemeye
çalışarak düşüşünü gizlemeye çalışacaklar gözlerinin.
Gözsüz
başlar!
-Kim olduğunu sormamızı bekliyor!
-Kim olduğunu sorsam!
-Neden sormuyor?
-Daha kapıyı açar açmaz
soracaktın halbuki!”
-Gökten taş yağsa beni suçlar.
Hemen her şeyde suçluyum!”
Hangisi
anne bunların? İkisinin de gözlerinde sorgu ve suçlama var. İkisinin de ak
saçları. İkisi de tüketmiş doğurganlığını. İkisi de şehvetin soy kütüğünde
gerili çarmıha. Arzuları sönük. İkisi de ürkek. Ya diğerleri?
Küçükler, büyükler, bıyıkları yeni terlemiş oğlanlar, acemice makyajlanmış suratlar...
Küçükler, büyükler, bıyıkları yeni terlemiş oğlanlar, acemice makyajlanmış suratlar...
Nasıl da
bakıyorlar ürkek ürkek!
Ben
başlamadan cesaret edemezler konuşmaya!
- İn oradan aşağı oğlum! Amma tuhafsın
bu gün! Öyle kitap okunur mu?
- Nasıl okunur anne?
- Ne bileyim? Kimi bir sandalyeye
oturur, kimi koltuğa, kimi sırtı biraz hafif dik uzanır uzanacağı bir yere,
masa üzerinde, kanepede, yatakta, evin içinde ayakta ilk kez görüyorum..
duymuşluğum bile yok.”
“Bana
başka bir yer olmadığın bilmiyorsun anne!” dedi içinden, sandalyeye otururken.
“Hadi
çekinmeyin sorun kim olduğumu? Ne istediğimi? İlk kez gördüğünüz kesin. Yoksa
her kapınızı çalan, evinizin baş köşesine kurulma hakkına mı sahip?” diye
sorsam! Oturmaya bile korkuyorlar.
- Ne istiyor bu adam?
- Ne kadar iğrenç yüzündeki
gülümseyiş!
- Ne diye açtı kapıyı?
- Neden bu adama bir şey sormuyor
babam?
“Çok
dikkatli olmalıyım! Saygınlığımı yitirebilirim. Bu adamdan çok, ev halkı
anlarsa korktuğumu, sesim titrerse! Ne kahramanlık öyküleriyle büyüttüm her
birini! Kadınım bile o öykülerle sevdi beni. Benden çok gözü karalığıma,
korkusuzluğuma vurgun!”
“Bir
bilseler ne olduğumu! Ah bir bilseler! Her an büyüdüğümü. Birazdan bu koca eve
sığmayacağımı, kafamın tavanı zorlayacağını, kendilerinin git gide
küçüleceklerini.. önce tavanın parçalanarak gökyüzüne savrulacağını sonra
duvarların.. işte o an düşer gözler. Kulaklarım şimdiden duyuyor düştüklerinde
çıkaracakları sesi.”
“Hadi
bir şeyler sorun, hadi be cesaret!”
“Derin
bir nefes alsam her biriniz ağzımdan, burnumdan, kulaklarımdan içime
doluşacaksınız. Aslında bir kaybınız olmaz! Büyüdüğünüz masal dünyalarındaki
devlerden birini içini görmüş olursunuz. Gözlerimin ışığını aldığı yeri. Kir
gözlerim korkutuyor her birinizi.”
“Ama
sormalısınız! Boşuna bekliyorsunuz!”
“Neden
kapınızı çaldığımı, ne istediğimi, kim olduğumu, gölgemden önce nasıl
büyüdüğümü, gölgemi peşimden nasıl koşturduğumu.. bütün bunları kendinize değil
bana sormalısınız. Sesiniz titrese de önemli değil. Duymazdan geleceğim söz!
Merakın bir kurt gibi içinize düştüğünü biliyorum. Her biriniz ısırdığını da. Kedinizin pervasızlığı bile aldatamaz beni. Görüyorsunuz işte.. Boşuna! Benden
kaçmaz! İçime ürkünç bir kahkaha tohumu düştüğünü bilmiyorsunuz. Şu an düştü o
tohum içime. Sizdeki kurt, bendeki tohum. Sizinki yer bitirir sizi. Bendeki her
bir yandan zarını zorlayacak, parçalayacak, filizlenecek, büyümeme koşut
büyüyecek, dışarı taşacak, dudaklarım kıpırdayacak, çenem saçma bir dirence
girişecek, sonra birden bire dağılacak ve odanızda patlayan ürkünç kahkaha git
gide tüm kenti saracak, kıyamet koptu diye her biriniz sokağa fırlayacak. Bu
kez her birinizin içine düşecek kurt. Her birinizi ısıracak, kemirecek, her
kemirişle semirecek; an gelecek koskoca bir kurdun içinde mini minnacık
insancıklar olacaksınız. Gözlerinizi yitirmeyin!”
Hadi be
sorun artık!
- Yine mi?
- Oldu anne! Tamam! Peki yatağa
uzanabilir miyim?
- Masanın üzerinden in de nereye
uzanırsan uzan. Çok tuhaf huylar edindin son zamanlar.. gençlik işte!
“Tavanla
başımın arası git gide kapanıyor. Ayrımsadığınızı biliyorum. Şaşkın bakışlarınız
her şeyi anlatıyor. Hele senin! Öksürüşün bile ele veriyor! Ama ellerimin
irileştiğini ayrımsamadığınız kesin, ayaklarımın da! Gözlerim artık korkutmuyor
değil mi? Kendinize daha yakın buluyorsunuz. Gözler yendirir korkularımızı.
Gözü olan her canlının korkuya ilk darbeyi vurduğu organıdır göz. Korkudan ilk
darbeyi yiyen de odur aslında. Ve gözler evcilleştirir her birimizi. İşte
gözlerim artık korkutmuyor. Her bir yanınızda, her bir noktanızda gezinebildiği
için. Siz de gözlerinizi kaçırmasanız, üzerimde gezmeye çıksanız. Kaldırın
gözlerinizi zeminden! Gözleriniz hala korkuyor! Gözleriniz neden korkuyor?
Gözlerimin sıcaklığına aşina oldunuz halbuki.
Ben de öyle. Hem kendimi en yakın gözlerime bulmuşumdur. Ne garip! Hiç
büyümezler! Ya da ben büyümediklerini sanıyorum. Ne aradığımı söyleyeyim mi?
Bir sürü yalan sıralayabilirim.
“Soluğuyla
kıpırdadım sanırım! Koca bir vantilatör olmalı! Yo, yo bir kompresör..
solukları biraz daha sıkılaştığında her birimiz bir yana savrulur bir yerlere
sıkışıp kalırız. Ne işi var evimizde?”
“Bu O!
Hiç kaçmaz gözümden! Annem anlatırken en ince noktasına kadar kazımıştım
beynime. Gözlerinden belli. Kokusu hiç de yabancı değil, kalp atışları,
ayaklarını oynatışı, kafasını sağa sola çevirişi, bıyıklarını titretişi.. evet,
evet bu o eski çağlardan kalma iri FARELER’den biri.”
“Babam
ne düşünüyor acaba!”
“İhtiyarlık
git be git kırmış direncimi. Eskisi kadar güçlü değil ayaklar. Neredeyse
çökeceğim olduğum yere. Yığılıp kalacağım boş bir çuval gibi. Titreyişlerin, şu
soluklardan olduğuna dünyada inanmam. Kimse inandıramaz!”
“Nasıl
da sarardılar! Kedi bile kaçmanın yollarını arıyor!”
- Kaç kez söyleyeceğim! Hani
yatağa uzanacaktın!
- Masadan in demişti, nereye
uzanırsan uzan, demeyi ihmal etmeden. İndim. Sonra uzandım. Annelerin akıl-sır
ermiyor işine! Bu gün okuyamayacağım.
Konuşsanız
ya da sorsanız bu tedirginliği, gerginliği atmış olacaksınız. Ben girmeden ya
da daha kapıyı çalmaya karar vermemişken konuşuyordunuz, devam edin o
konuşmaya! Örneğin sen devam et askerlik anılarına. Babanın ya da dedenin
seferberlik zamanında kaç düşman askerini öldürdüğünü, gözünü kırpmadan nasıl
kör bir kamayla kafalarını uçurduğunu..
Ya da
sen ak saçlı kadın! Bu adamı nasıl sevdiğini, adı geçtiğinde nasıl ürperdiğini
ve sonra neden iğrendiğini! Bunu hiç anlatmamışsındır! Evet! Sakın yalanlamaya
kalkma. Boşuna olur! Yanında yorgunluktan bitkin, hırıltılı nefes alışlarla
yatarken kaç kez gırtlağını kesmek istediğini, her defasında ondan bulaşan
yorgunluğun elini bağladığını ve böylece hevesinin yarım kaldığını..
Ya da
sen! Saçları yeni yeni aklaşmaya başlayan! Ne zamandan beri düş dünyasından
binlerce aç insanını saldırısına uğradığını, saldırıların iğrençliğinden çok,
düş olarak kalışının canını yaktığını ve şu anda soluğumla nasıl şehvetle
kıvrandığını..
Ah sen!
Bıyığı yeni terleyenim sen! Anlatabilirsin ilk kez nasıl soyunduğunu utanarak.
Ya da soyanı! Gençliğine susayan birinin hamur gibi yoğuruşunu, senden
devşirdiği acıyla-zevki nasıl kana kana içtiğini ve ondan nasıl iğrendiğini!
Sizler
hepiniz bir şeyler anlatabilirsiniz! –benim bilmediğim bir şey yok size
ilişkin-. Örneğin kedinizin ilk ava çıktığı günü bile biliyorum. Bütün bunları
gizleyemezsiniz. Ve başkalarını. Her birinizin dünü ve gelecek düşü çırıl
çıplak karşımda. Bir bakire gibi kızarıyorlar. Elbiselerinizin yaşamlarınızı,
yaşantılarınız örtmediğini bir bilseniz! Ya da öğrenebilseniz!”
- Ne biçim bir insan olduğunu bir
türlü anlayamıyorum oğlum! Ne yapıyorsun öyle?
- Aynadaki benle tanışıyorum!
Daha doğrusu tanışmaya uğraşıyorum!
- Aynadaki senden ayrı mı?
- Bilmem! Ben olmadığı kesin.
- Peki kimmiş?
- Tanışmaya uğraşıyorum dedim ya
anne!
- Ömür şeysin oğlum! Allah
iyiliğini versin!
“Neden
güldü? Ne çok seviyor gülmeyi. Vara yoğa gülmeyi ne güzel de belletmişler.”
***
bir yıl önce
Gözü kör
olsun feleğin. Bakmayın böyle kös kös gezindiğime. Sizin gibi benim de gözlerim
aydınlıktı. Saatlarca tutardı beni de her bir ayna.
Aynada
saçlarımın istediğim yöne yatmadığını gördüm ilk kez. Aynayla arama yön
girmişti böylece.
- Üç dört kez yakaladım.
Basbayağı hırsız!
“Hala
bir satırcık yazmadın, dediydi gözleriyle. Kendimi okumadığımı, okuyamadığımı
bildiği halde yazmamı ister..bu ısrarında bir tuhaflık olduğu kesin! Tuhaf!
Herkes mürekkeple yazıyor, demek hiç kimse kendini okumamış, okuyamamış bu güne
dek. Okunduğunda kanla yazılması gerektiğini sezdiğim zaman aynadakinden önce
ayna ürperdi.”
- Adımıza kara çaldı!
- Oldukça zekiydi! Hatta teşekkür
bile almıştı. Hanım bizim oğlan teşekkür mü takdir mi almıştı lise bir de?
- İki dersten ikmale kalmıştı..
- Daha neler.. o orta okuldaydı..
unutmuşsun, zevzek sen de!
“Ne
umutlar bağlamıştı babası! Doğrusu her birimiz umutluyduk. Belki de bu umut
tüketti yavrumu.. eritti. Kendisi için değil övgümüz için yaşamayı işledik
beynine bir bakıma!”
“Benim
büyümek için geldiğimi ya da büyümenin benim için var olduğunu bilmiyorlar ki!
Hiç bilmediler, bilemediler ki!”
***
üç ay sonra’ki
günden bir saat önce
“Kurulu
bir eyleme girmem kendimi sınırlamak olur, diye düşünüyorum. Düşünürüm! Kendim
bile kurmamalıyım! Benim dışımda olmalı. İyi ama niye? Saçmalık! Her bir şeyin
benim elimden çıktığını bile bile bütün bunları düşünmek yaratışımı dışlamak
olur.”
“Şurası
işte. Olacakları benim eylemim doğuracak. Sonra eylem yutulacak. Yani benden
doğan beni içine alacak, yutacak ya da bir limon gibi suyu sıkılacak, posası
çöpe..”
- Şu kahkaha!
- Dedem daha kapıyı açmazdan,
babaannem kerevetin altından nacağı kaptığı gibi üzerine yürüyen İlk’in, tam
tepesine indirmiş, adam boğuk boğuk haykırmış, hatta öksürmüş bile.
“Kösnül
duygular için için yer etti!”
“Sabahtan
beri hiç kimse şu koltuğa oturmadı nedense! Oysa hemen her gün bir birimizle
yarışırdık. Kedi bile katılırdı bu yarışa. Biri varmışçasına davranıyoruz
yanından geçerken. Ayak ayak üstüne atmış oturuyor o görünmeyen biri. Neden
gözlerim hep öylesini görmeye zorluyor bilmem. Bacaklarımın sürtündüğünü, her
sürtünüşte tüm vücudumun ürperdiğini, düşlerimdeki okşamaları anımsattığını..
ya.. neden oraya oturmuyorsun baba? Diye sorsam tersler mi? Her halde
delirdiğimi düşünür.”
- Dede daha varmadı mı?
- Yo! Babaannem üçüncünün kolunu
tam omzundan kopardıktan sonra ancak varabilmiş. Varır varmaz gözlerini
Kolundan Ayıramayan’ı sırt üstü yatırıp göğsüne çökmüş, böğürte böğürte
koparmış kafasını. Yedi Bela soy adını bu olaydan sonra almışız işte. Gerçi
ondan önce soyadı kimsenin yokmuş. Bizim de öyle. Ama herkesten önce bizim
soyadımız varmış.
“Şu an o
kerevet olsa! Nacak kerevetle var. İğrenç adam! Her gece evin içini, sıcacık
yuvamı kana boğar. Sabaha kadar kan kokusu sızlatır burnumu, yakar genzimi.
Ayaklarımızın çevresinde kuyruğunu sallayarak dönenip duran şu uyuz mendebur
kedi bile o kan kokusuyla kopabiliyor sıcacık sobanın dibinden. İğrenç şeyler!
Ya çocuklar? Bunların her biri canavarlaşacak. Damarlarındaki kan bu adamdan.
Benim sevgim hiç dokunmamış, sütüm sevgiyi sakınmış sanki. Kan sözünü duyunca
nasıl da ışıyor her birinin gözleri.”
“Ne diye
elleriyle uğraşıp duruyor şu kız? Onun ellerine kadar bulaşmış değil ki kan.”
“Hiç
böyle olmamıştım. Bu sessizlik beni çağırıyor. Şurası! Evet, evet şurası!”
“Kim var
bu koltukta?”
“Niye
kerevet değil bu koltuk?”
- Merhaba travorabossa
“Bir
markadan başka bir şey olmadığını öğrendiğinde Kurumla Gezinen adamın yüzü
kızarmış mıdır acaba?”
Cemal Çalık, 25.05.2014, Konuk
Yazarlar, Sonsuz Ark, Öykü