30 Mayıs 2014 Cuma

SA703/KY9-NK17: Kessek de Yaksak da Zehirlesek de Kanser Bizimle; O Bizim Şımarık Hücremiz

“Ben olmayan bir ‘ben’ var, her kanser hastasının içinde.”


Kanserle mücadele demişken aklıma geldi, bana her zaman çok manasız gelmiştir, “kanserle mücadele”, “kanseri yendi”, “ kanseri yendim” gibi klişeler. Kanser bizim kendi vücudumuzun bir hücresi ve aslında yok olmuyor. Yalnızca tıbbi cihazlarla tespit edilemeyecek boyutlarda yaşamasına devam ediyor.

Mücadele, yenmek, yenilmek gibi kelimeler yerine ben televizyonda tedavisi bittikten sonra işine devam eden bir hastanın söylediği “kanserle barışmak” lafını daha çok sevdim.

Düşündüğüm zaman bazen çıldıracak gibi oluyordum, çünkü hayatı boyunca hep problemlerle mücadele eden, ama gerçekten mücadele eden ben, kanser olduktan sonra neyle mücadele edecektim. Kendi hücremle mi? Eğer öyleyse kendimi imha etmem gerekirdi çünkü bu hücre benimdi, bana aitti ve kanserden ölmesem bile kanserle ölecektim. Bunu çok iyi biliyor ve kendimi terbiye etmeye çalışıyordum.

Tam da burada size Yasemin Çongar’ın Taraf Gazetesinde 13 Kasım 2010 tarihinde yazdığı yazıyı olduğu gibi sizinle paylaşmalıyım. Ameliyatımın üzerinden koskoca bir on gün geçtikten sonra okuduğum bu yazı beni hakikaten etkilemişti. Yazı çok güzel muhakkak okumalısınız.

Ex libris / dünya bunları okuyor.

Paul Auster, size burada anlatmayacağım yeni romanı Sunset Park’ın bir yerinde, güya hayattaki başlıca aracımızken, sık sık başlı başına bir amaca dönüşen; aç kaldığında, yorgun düştüğünde, hastalandığında, yaralandığında ya da çoğalmanın şehvetiyle dirilip azdığında, emrimizdeki vasıta olmaktan çıkıp, benliğimizi kendi sadık bendesi kılan vücudumuza getiriyor sözü: “İnsan vücudu tuhaftır, kusurludur ve öngörülemez. İnsan vücudunun birçok sırrı vardır ve beklemeyi öğrenenler dışında hiç kimseye vermez o sırları.”

Uzun bir bekleyişin kitabını okuyorum şimdi; belki de “bekleyiş” yerine sabırlı bir “arayış” demeliyim, zira insan vücudunun sırlarının peşinde dört bin yıllık bir seyrüseferin günlüğünü andırıyor kitap... Ve maalesef, Auster’ın sözündeki iç kamaştırıcı imanın aksine, vücudumuzun muktedir olduğu hazların sonsuzluğuna uzanan bir yolculuk değil bu.

Dört bin yıldır, eğilmiş, kendi içine bakıyor insanoğlu; hayatımızın en büyük esrarı olan “ölüm” duruyor orada ve mutlak sonumuza inat hayatta kalan her hücremiz, bir yandan bu esrarı çözerken, bir yandan da kendi korkunç sırrıyla karşımıza dikiliyor. Dört bin yıldır, ölmemeyi başaran hücrelerimizden kurtulmaya çalışıyoruz biz. Ölümsüzlük peşinde koşmaktan vazgeçmiyoruz, ama bu koşuyu sürdürebilmemizin yolu da, ölümsüzlüğü deneyen her bir parçamızı öldürmekten geçiyor.

Bir yengeç, bir kara safra, bir lanet.

Bizi hayata bağlayan şey kadar, bizi ölüme hazırlayanın da, kendimize anlattığımız hikâyelerin kudreti olduğuna inanıyorum ben. En sağlıklı olduğumuz zamanlarda bile, her gün biraz daha öldüğümüzün farkına vardığımız o ilk andan itibaren, hikâyesiz yaşamak, hikâyesiz ölmek mümkün mü bilmiyorum.

Elimdeki kitap, vücudumuzla ilgili hikâyelerimizin evrimini izliyor bir bakıma; insanoğlunun ölümle mücadelesinin en zorlu cephesinde kazandığı tekinsiz mevzilerin izini sürerken, o mücadelenin hâkim dilinin ve duygusunun nasıl değiştiğini de gösteriyor.

Kitabın adı, The Emperor of All Maladies: A Biography of Cancer (Bütün Hastalıkların İmparatoru: Kanserin Biyografisi): yazarı Siddhartha Mukhkerjee, Yeni Delhi doğumlu bir hekim. Yükseköğrenimi için, memleketi Hindistan’dan ayrılan, önce Amerika’da Stanford Üniversitesi’nde, sonra İngiltere’de Oxford’da okuyan Mukherjee, nihayet Harvard Tıp Fakültesi’ni bitirip, New York’ta Columbia Üniversitesi Kanser Merkezi’nde çalışmaya başlamış. Halen dünyanın en gelişmiş onkoloji laboratuarlarından birinde araştırma yapan, bir yandan da lösemi hastalarının tedavisini üstlenen Mukherjee’yi, hayatının merkezindeki meretin biyografisini yazmaya yönelten şey, “çaresizlik” hissiymiş.

Bir gün, bir hastası, “Savaşmaya hazırım ama neyle savaştığımı bilmek zorundayım” demiş ve Mukherjee, tam bir cevap verememenin ezikliği içinde, kanserin dört bin yıllık tarihini yazmaya girişmiş.

Hikâyenin başlangıcında bir “yengeç” var. “Cancer” kelimesinin bugün birçok Batı dilinde, aynı zamanda, yengeç burcunu anlatmak için kullanılması, hastalığın Almancada “Krebs” yani “yengeç” ismiyle anılması tesadüf değil. Dört bin yıl önce, vücutlarımızda oluşan tümörler bugünkünden çok daha büyük bir muammayken, kıskacına aldığı hastayı asla bırakmayıp, usulca zehirleyen bir yengeçle özdeşleştirilmiş hastalık.

Eski Mısır’da, bir kadının göğsündeki şişkinlikle ilgili teşhisin tek bir cümleye sığması ise, daha sonraya, İsa’dan önce 1600 yılına rastlıyor; kısaca, “Tedavisi yoktur” yazıyor meme kanserini anlatan bir papirüsün üzerinde. Ardından, tümörleri “onkos” (iyi huylu), “karsinos” (kötü huylu) diye ikiye ayırmayı başarıyor Eski Yunan’daki hekimler; ve tabii, Bergama doğumlu hekim Galenos, İsa’dan iki asır sonra, kanseri melankoliyle bir tutup, kabahati insan vücudundaki “kara safra” fazlasında buluyor.

Ne kadar uzun ömür, o kadar kanser Mukherjee ise, bir yandan “çok eski” bir hastalık olduğunu anlatırken bile, “başlı başına modernitenin ürünü” diye tanımlıyor kanseri.

Bunda, kanserin ne olduğunun ancak yirminci asırda anlaşılmaya başlanması kadar, kanser vakalarındaki büyük artışın da payı var. Bu artışı, giderek doğadan, doğallıktan uzaklaşıp sentetikleşen hayatlarımızdan ziyade, uzayan ömrümüzle açıklıyor Mukherjee.

Evet, mesela sigara endüstrisinin şahlanmasıyla akciğer kanseri arasında bir bağlantı olduğu kesin, ama bunda, artık daha uzun yaşayıp, daha uzun süre sigara içmemizin de etkisi büyük. Bugün çocuk felci ya da tüberküloza yakalanıp, gencecik yaşlarda ölmediğimiz için biraz da, bilumum kanserojen maddeye daha çok maruz kalıyor ve daha ileri bir yaşta, bu kez kanserden ölüyoruz. İstatistikler gayet açıklayıcı: Amerika’da mesela, yirminci asrın başında ortalama insan ömrünün 47,3 yıl olduğunu hatırlatıyor Mukherjee...

Bugün yine Amerika’da, meme kanseri teşhisi konan hastaların ortalama yaşı 61, prostat kanserininki ise 67. Keseriz, yakarız, zehirleriz vesselam…

Mukherjee’nin, kanseri “modern bir fenomen” saymasında, ons ekiz ve on dokuzuncu asrın hastalığın tabiatına bakışıyla bugünkü kavrayışımız arasındaki muazzam fark da etkili.

Rahim ya da yumurtalık kanseri olan kadınların “oynak” muamelesi gördüğü; Domestic Medicine adlı kitabıyla, Batı’da uzun yıllar “evimizin doktoru” sayılan William Buchnan’ın “Aşırı korku ve dinsel fanatizm kansere yol açıyor” diye buyurduğu; kanserin, mesela tüberkülozun aksine, edebiyatta bile kendine yer bulamayan, adeta utanılacak bir illet, bir kabahat gibi algılandığı dönemler geride kaldı. Tabii, kanser deyince, akla sadece “radikal cerrahi” seçeneklerin geldiği günler de...

Amerika’nın ünlü cerrahlarından William Stewart Halsted’in uyguladığı “Bir memede tümör varsa, yandaki sağlıklı memeyi ve lenf bezlerini de hemen alırsın” kuralı, bugün “Halstedian saçmalık” diye anılıyor daha ziyade.

Bütün bunlara rağmen, Mukherjee de kabul ediyor ki, insanoğlunun kanser tedavisinde dört bin yılda kat ettiği mesafe, bir arpa boyu. Dün olduğu gibi bugün de, esasen üç yöntemle tedavi edilmeye çalışılıyor hastalık: Kanserli dokular ameliyatla “kesiliyor,” radyasyonla “yakılıyor” ve kemoterapiyle “zehirleniyor”; o kadar.

Evet, kanserden kurtulma ya da ölümü erteleme oranımız, eskisinden daha yüksek. Ama Mukherjee gibi nice hastasını kurtaramamış hekimlerin, benim gibi, sizin gibi nice yakınını kansere teslim etmiş kulların çok iyi bildiği gibi, bu mücadelede yenilen taraf hâlâ biziz.

Mükemmel hücrelerimizin zaferine karşı 1970’lerde henüz kırklı yaşlarındayken meme kanseriyle verdiği zorlu mücadeleyi kazanan; yetmiş yaşında, yeniden meme kanseri teşhisi konunca, bunu da atlatan ama bir yıl sonra, gördüğü yoğun kemoterapinin de etkisiyle bu kez kan kanserine yenilen Amerikalı yazar Susan Sontag, 1978 tarihli Illness as Metaphor (Metafor Olarak Hastalık) kitabında, tam da Mukherjee’nin ve benim ve başı kanserle derde girmiş milyonlarca kişinin ve hatta kendisinin yaptığı şeyi sorguluyor; kanserden bahsederken, metaforlara, özellikle de, “işgal” gibi, “düşman” gibi, “yenmek” ve “yenilmek” gibi savaş terimlerine sığınmamızı, kansere “içimize girmiş bir barbar” muamelesi yapmamızı eleştiriyordu.

Sontag’ınki, hastalıkla ilgili haletiruhiyemize dokunan bir eleştiriydi daha ziyade, ama Mukherjee’yi okurken anladım ki, bu eleştirinin, kanserin hakikatinden kaynaklanan haklı bir yönü var.

“Kanserli hücreler,” diyor Mukherjee, “bizim daha mükemmel bir versiyonumuzdur aslında.” İnsanın kanseri anlamaya dönük dört bin yıllık çabasının bizi ulaştırdığı noktanın özeti de bu zaten; Mukherjee’nin ifadesiyle, “Kanserli hücrelerin moleküler özüne indiğimizde, hiperaktif, hayatta kalmaya azimli, velut, acar ve yaratıcı birer kopyamız olduklarını görüyoruz onların.”

Bence, iş asıl burada çapraşıklaşıyor. Vücudumuzda şu ya da bu nedenle tetiklenen bir süreçte, kontrolsüz bölünmeye, çoğalmaya, yeni dokular oluşturmaya başlayan kanserli hücreler, yabancımız değil; onlar, bizim hücrelerimiz. Kanser “biziz” velhasıl ya da öleceğini bilen bir hastanın söylediği gibi, “Ben olmayan bir ‘ben’ var, her kanser hastasının içinde.”

Hal böyle olunca, ona “düşman” da desek, “işgalci” de, aslında kendimizden, Mukherjee’nin tarifiyle “en mükemmel” hücrelerimizden, ölümsüzlük arayışındaki en başarılı parçamızdan söz ediyoruz kanserden söz ederken. Ve bir gün, kanserli hücrelerin esrarını çözebilirsek eğer, ölümsüzlüğün sırrına da ereceğiz belki. O zaman, ölüme direnen kanserin, sonunda bütün bir vücudu çökerttiği gibi; ölümsüzlükle cilveleşen insanoğlunun da, bütün bir tabiatın sonunu hazırladığını kavrayacağız sanırım. Belki de vücutlarımız, beklemeyi bilenlerimize, ölümün kadrini öğretecek.

Evet, yazı böyle ve yazıdan da anlayacağınız gibi kessek de, yaksak da zehirlesek de “kanser biziz” bizim “şımarık ve ölmeyi hiç istemeyen hücremiz” Acı fakat gerçek klişesi buraya tam oturuyor. Ne diyeyim ki başka.


Neşe Kutlutaş, 30.05.2014, Sonsuz Ark,  (İlk Yayın Tarihi, 23.02.2012)




Seçkin Deniz Twitter Akışı