“Ben
olmayan bir ‘ben’ var, her kanser hastasının içinde.”
Kanserle
mücadele demişken aklıma geldi, bana her zaman çok manasız gelmiştir, “kanserle
mücadele”, “kanseri yendi”, “ kanseri yendim” gibi klişeler. Kanser bizim kendi
vücudumuzun bir hücresi ve aslında yok olmuyor. Yalnızca tıbbi cihazlarla
tespit edilemeyecek boyutlarda yaşamasına devam ediyor.
Mücadele,
yenmek, yenilmek gibi kelimeler yerine ben televizyonda tedavisi bittikten
sonra işine devam eden bir hastanın söylediği “kanserle barışmak” lafını daha
çok sevdim.
Düşündüğüm
zaman bazen çıldıracak gibi oluyordum, çünkü hayatı boyunca hep problemlerle
mücadele eden, ama gerçekten mücadele eden ben, kanser olduktan sonra neyle
mücadele edecektim. Kendi hücremle mi? Eğer öyleyse kendimi imha etmem
gerekirdi çünkü bu hücre benimdi, bana aitti ve kanserden ölmesem bile kanserle
ölecektim. Bunu çok iyi biliyor ve kendimi terbiye etmeye çalışıyordum.
Tam da
burada size Yasemin Çongar’ın Taraf Gazetesinde 13 Kasım 2010 tarihinde yazdığı
yazıyı olduğu gibi sizinle paylaşmalıyım. Ameliyatımın üzerinden koskoca bir on
gün geçtikten sonra okuduğum bu yazı beni hakikaten etkilemişti. Yazı çok güzel
muhakkak okumalısınız.
Ex libris / dünya
bunları okuyor.
Paul Auster,
size burada anlatmayacağım yeni romanı Sunset Park’ın bir yerinde, güya
hayattaki başlıca aracımızken, sık sık başlı başına bir amaca dönüşen; aç
kaldığında, yorgun düştüğünde, hastalandığında, yaralandığında ya da çoğalmanın
şehvetiyle dirilip azdığında, emrimizdeki vasıta olmaktan çıkıp, benliğimizi
kendi sadık bendesi kılan vücudumuza getiriyor sözü: “İnsan vücudu tuhaftır,
kusurludur ve öngörülemez. İnsan vücudunun birçok sırrı vardır ve beklemeyi
öğrenenler dışında hiç kimseye vermez o sırları.”
Uzun bir
bekleyişin kitabını okuyorum şimdi; belki de “bekleyiş” yerine sabırlı bir
“arayış” demeliyim, zira insan vücudunun sırlarının peşinde dört bin yıllık bir
seyrüseferin günlüğünü andırıyor kitap... Ve maalesef, Auster’ın sözündeki iç
kamaştırıcı imanın aksine, vücudumuzun muktedir olduğu hazların sonsuzluğuna
uzanan bir yolculuk değil bu.
Dört bin
yıldır, eğilmiş, kendi içine bakıyor insanoğlu; hayatımızın en büyük esrarı
olan “ölüm” duruyor orada ve mutlak sonumuza inat hayatta kalan her hücremiz,
bir yandan bu esrarı çözerken, bir yandan da kendi korkunç sırrıyla karşımıza
dikiliyor. Dört bin yıldır, ölmemeyi başaran hücrelerimizden kurtulmaya çalışıyoruz
biz. Ölümsüzlük peşinde koşmaktan vazgeçmiyoruz, ama bu koşuyu
sürdürebilmemizin yolu da, ölümsüzlüğü deneyen her bir parçamızı öldürmekten
geçiyor.
Bir
yengeç, bir kara safra, bir lanet.
Bizi
hayata bağlayan şey kadar, bizi ölüme hazırlayanın da, kendimize anlattığımız
hikâyelerin kudreti olduğuna inanıyorum ben. En sağlıklı olduğumuz zamanlarda
bile, her gün biraz daha öldüğümüzün farkına vardığımız o ilk andan itibaren,
hikâyesiz yaşamak, hikâyesiz ölmek mümkün mü bilmiyorum.
Elimdeki
kitap, vücudumuzla ilgili hikâyelerimizin evrimini izliyor bir bakıma;
insanoğlunun ölümle mücadelesinin en zorlu cephesinde kazandığı tekinsiz
mevzilerin izini sürerken, o mücadelenin hâkim dilinin ve duygusunun nasıl
değiştiğini de gösteriyor.
Kitabın
adı, The Emperor of All Maladies: A Biography of Cancer (Bütün Hastalıkların
İmparatoru: Kanserin Biyografisi): yazarı Siddhartha Mukhkerjee, Yeni Delhi
doğumlu bir hekim. Yükseköğrenimi için, memleketi Hindistan’dan ayrılan, önce
Amerika’da Stanford Üniversitesi’nde, sonra İngiltere’de Oxford’da okuyan
Mukherjee, nihayet Harvard Tıp Fakültesi’ni bitirip, New York’ta Columbia
Üniversitesi Kanser Merkezi’nde çalışmaya başlamış. Halen dünyanın en gelişmiş
onkoloji laboratuarlarından birinde araştırma yapan, bir yandan da lösemi
hastalarının tedavisini üstlenen Mukherjee’yi, hayatının merkezindeki meretin
biyografisini yazmaya yönelten şey, “çaresizlik” hissiymiş.
Bir gün,
bir hastası, “Savaşmaya hazırım ama neyle savaştığımı bilmek zorundayım” demiş
ve Mukherjee, tam bir cevap verememenin ezikliği içinde, kanserin dört bin
yıllık tarihini yazmaya girişmiş.
Hikâyenin
başlangıcında bir “yengeç” var. “Cancer” kelimesinin bugün birçok Batı dilinde,
aynı zamanda, yengeç burcunu anlatmak için kullanılması, hastalığın Almancada
“Krebs” yani “yengeç” ismiyle anılması tesadüf değil. Dört bin yıl önce,
vücutlarımızda oluşan tümörler bugünkünden çok daha büyük bir muammayken,
kıskacına aldığı hastayı asla bırakmayıp, usulca zehirleyen bir yengeçle
özdeşleştirilmiş hastalık.
Eski Mısır’da,
bir kadının göğsündeki şişkinlikle ilgili teşhisin tek bir cümleye sığması ise,
daha sonraya, İsa’dan önce 1600 yılına rastlıyor; kısaca, “Tedavisi yoktur”
yazıyor meme kanserini anlatan bir papirüsün üzerinde. Ardından, tümörleri
“onkos” (iyi huylu), “karsinos” (kötü huylu) diye ikiye ayırmayı başarıyor Eski
Yunan’daki hekimler; ve tabii, Bergama doğumlu hekim Galenos, İsa’dan iki asır
sonra, kanseri melankoliyle bir tutup, kabahati insan vücudundaki “kara safra”
fazlasında buluyor.
Ne kadar
uzun ömür, o kadar kanser Mukherjee ise, bir yandan “çok eski” bir hastalık
olduğunu anlatırken bile, “başlı başına modernitenin ürünü” diye tanımlıyor
kanseri.
Bunda,
kanserin ne olduğunun ancak yirminci asırda anlaşılmaya başlanması kadar,
kanser vakalarındaki büyük artışın da payı var. Bu artışı, giderek doğadan,
doğallıktan uzaklaşıp sentetikleşen hayatlarımızdan ziyade, uzayan ömrümüzle
açıklıyor Mukherjee.
Evet,
mesela sigara endüstrisinin şahlanmasıyla akciğer kanseri arasında bir bağlantı
olduğu kesin, ama bunda, artık daha uzun yaşayıp, daha uzun süre sigara
içmemizin de etkisi büyük. Bugün çocuk felci ya da tüberküloza yakalanıp,
gencecik yaşlarda ölmediğimiz için biraz da, bilumum kanserojen maddeye daha
çok maruz kalıyor ve daha ileri bir yaşta, bu kez kanserden ölüyoruz.
İstatistikler gayet açıklayıcı: Amerika’da mesela, yirminci asrın başında
ortalama insan ömrünün 47,3 yıl olduğunu hatırlatıyor Mukherjee...
Bugün
yine Amerika’da, meme kanseri teşhisi konan hastaların ortalama yaşı 61,
prostat kanserininki ise 67. Keseriz, yakarız, zehirleriz vesselam…
Mukherjee’nin,
kanseri “modern bir fenomen” saymasında, ons ekiz ve on dokuzuncu asrın
hastalığın tabiatına bakışıyla bugünkü kavrayışımız arasındaki muazzam fark da
etkili.
Rahim ya
da yumurtalık kanseri olan kadınların “oynak” muamelesi gördüğü; Domestic
Medicine adlı kitabıyla, Batı’da uzun yıllar “evimizin doktoru” sayılan William
Buchnan’ın “Aşırı korku ve dinsel fanatizm kansere yol açıyor” diye buyurduğu;
kanserin, mesela tüberkülozun aksine, edebiyatta bile kendine yer bulamayan,
adeta utanılacak bir illet, bir kabahat gibi algılandığı dönemler geride kaldı.
Tabii, kanser deyince, akla sadece “radikal cerrahi” seçeneklerin geldiği
günler de...
Amerika’nın
ünlü cerrahlarından William Stewart Halsted’in uyguladığı “Bir memede tümör
varsa, yandaki sağlıklı memeyi ve lenf bezlerini de hemen alırsın” kuralı,
bugün “Halstedian saçmalık” diye anılıyor daha ziyade.
Bütün
bunlara rağmen, Mukherjee de kabul ediyor ki, insanoğlunun kanser tedavisinde
dört bin yılda kat ettiği mesafe, bir arpa boyu. Dün olduğu gibi bugün de,
esasen üç yöntemle tedavi edilmeye çalışılıyor hastalık: Kanserli dokular
ameliyatla “kesiliyor,” radyasyonla “yakılıyor” ve kemoterapiyle “zehirleniyor”;
o kadar.
Evet,
kanserden kurtulma ya da ölümü erteleme oranımız, eskisinden daha yüksek. Ama
Mukherjee gibi nice hastasını kurtaramamış hekimlerin, benim gibi, sizin gibi
nice yakınını kansere teslim etmiş kulların çok iyi bildiği gibi, bu mücadelede
yenilen taraf hâlâ biziz.
Mükemmel
hücrelerimizin zaferine karşı 1970’lerde henüz kırklı yaşlarındayken meme
kanseriyle verdiği zorlu mücadeleyi kazanan; yetmiş yaşında, yeniden meme
kanseri teşhisi konunca, bunu da atlatan ama bir yıl sonra, gördüğü yoğun
kemoterapinin de etkisiyle bu kez kan kanserine yenilen Amerikalı yazar Susan
Sontag, 1978 tarihli Illness as Metaphor (Metafor Olarak Hastalık) kitabında,
tam da Mukherjee’nin ve benim ve başı kanserle derde girmiş milyonlarca kişinin
ve hatta kendisinin yaptığı şeyi sorguluyor; kanserden bahsederken,
metaforlara, özellikle de, “işgal” gibi, “düşman” gibi, “yenmek” ve “yenilmek”
gibi savaş terimlerine sığınmamızı, kansere “içimize girmiş bir barbar”
muamelesi yapmamızı eleştiriyordu.
Sontag’ınki,
hastalıkla ilgili haletiruhiyemize dokunan bir eleştiriydi daha ziyade, ama
Mukherjee’yi okurken anladım ki, bu eleştirinin, kanserin hakikatinden
kaynaklanan haklı bir yönü var.
“Kanserli
hücreler,” diyor Mukherjee, “bizim daha mükemmel bir versiyonumuzdur aslında.”
İnsanın kanseri anlamaya dönük dört bin yıllık çabasının bizi ulaştırdığı
noktanın özeti de bu zaten; Mukherjee’nin ifadesiyle, “Kanserli hücrelerin
moleküler özüne indiğimizde, hiperaktif, hayatta kalmaya azimli, velut, acar ve
yaratıcı birer kopyamız olduklarını görüyoruz onların.”
Bence,
iş asıl burada çapraşıklaşıyor. Vücudumuzda şu ya da bu nedenle tetiklenen bir
süreçte, kontrolsüz bölünmeye, çoğalmaya, yeni dokular oluşturmaya başlayan
kanserli hücreler, yabancımız değil; onlar, bizim hücrelerimiz. Kanser “biziz”
velhasıl ya da öleceğini bilen bir hastanın söylediği gibi, “Ben olmayan bir
‘ben’ var, her kanser hastasının içinde.”
Hal
böyle olunca, ona “düşman” da desek, “işgalci” de, aslında kendimizden,
Mukherjee’nin tarifiyle “en mükemmel” hücrelerimizden, ölümsüzlük arayışındaki
en başarılı parçamızdan söz ediyoruz kanserden söz ederken. Ve bir gün,
kanserli hücrelerin esrarını çözebilirsek eğer, ölümsüzlüğün sırrına da
ereceğiz belki. O zaman, ölüme direnen kanserin, sonunda bütün bir vücudu
çökerttiği gibi; ölümsüzlükle cilveleşen insanoğlunun da, bütün bir tabiatın
sonunu hazırladığını kavrayacağız sanırım. Belki de vücutlarımız, beklemeyi
bilenlerimize, ölümün kadrini öğretecek.
Evet,
yazı böyle ve yazıdan da anlayacağınız gibi kessek de, yaksak da zehirlesek de
“kanser biziz” bizim “şımarık ve ölmeyi hiç istemeyen hücremiz” Acı fakat
gerçek klişesi buraya tam oturuyor. Ne diyeyim ki başka.
Neşe Kutlutaş, 30.05.2014, Sonsuz Ark, (İlk Yayın Tarihi, 23.02.2012)