4 Haziran 2014 Çarşamba

SA711/ÇY3-BŞ10: Bir Pencere Hikâyesi

“Geceleri, kimse bilmese bile, bizim gibi üşür müydü pencereler?”


Açsa mıydım pencereyi?

Kendimle konuştuğum, yüreğimi hesaplara çektiğim, doluyu boşa, boşu doluya döktüğüm o gecenin ardından güneş çoktan doğmuştu... Hemen herkesin mışıl mışıl uyuduğu bir pazar sabahının erken saatlerinde pencerenin önündeydim. Yatakta bir sağa bir sola dönmelerin ardından birkaç saat de olsa uyumayı başarmıştım.

Uykusuzluğuma rağmen beni erken uyandıran aralanmış penceremden süzülen meltemin odama savurduğu çiçek kokularıydı. Böyle bahar sabahları açılmalıydı pencereler... Hem gecelerin üşüten karanlığına ve sukûnetine inat gün çoktan pencerelerden girmişti içeri... Pencereyi açtığım an ışığın dolduğu odada her şey gerçek renklerine bürünüvermişti zaten...

Oturduğumuz sitenin baktığı büyük cadde,  pazar sabahının o erken saatlerinde son derece sakindi; sinek uçsa sesi duyulacak kadar sessizdi… Başımı gökyüzüne çevirdim ve gözlerimin önünde uzayıp giden uçsuz bucaksız masmavi gökyüzünde, farklı yönlere uçuşan kuşları izledim bir müddet...

Ne kadar geçti bilmiyorum; gözlerim penceremin karşısındaki blokta bir pencereye takıldı. Kapalı penceresinin yanında ayakta duran yaşlı adamı fark etmiştim. Bir eli pencerenin kolunda, açmakla açmamak arasında tereddütler içinde gibiydi; yaklaşık on dakika sonunda bıraktı pencerenin kolunu... Açmadı ama izlemeye devam ediyordu.

İlk bakışta kendime benzettim. Zaten bütün insanlar birbirine benzemez mi... Muhtemelen dün geceden gözünü kırpmamış biri daha diye geçirdim içimden. O an aklımda esrarengiz, garip sorular türemişti. Neden açmamıştı ki penceresini?

O an bambaşka hayatlara açıldığını fark ettiğim penceremden kafamı çıkardım. Uzun uzun seyrettim adamı. Biz siteye taşınalı çok uzun bir süre olmamıştı. Onunla ara sıra aşağıdaki parkta karşılaşır, selamlaşırdık. Çok uzun sohbetimiz olmadı, ama kısa da olsa söylemleriyle beni düşündüren, gizemli haliyle ötekilerden kolaylıkla ayrılabilen bir hali vardı. Herkese her zaman gülen gözlerle bakıyordu üstelik...

O gün öğleden sonra her zaman olduğu gibi penceremin önündeki koltuğumda kitap okurken aşağıda gördüm onu... Parkta bir bankta, tek başına oturuyordu. Elimdeki kitabı bırakıp hemen aşağıya indim. Yanına oturdum. Sabah, kafamda beliren sorulara cevap arıyordum. Kısa süreli bir selâmlaşmadan, hal-hatır sorgusunda sonra hemen konuya girdim.

- Dün gece, siz de uyuyamadınız sanırım... Bir sıkıntınız mı var? Sabah pencerenizin önünde duruyorken sizi izledim; yorgun bir hâliniz vardı, tereddüt içindeydiniz. Pencerenizi böyle güzel bir bahar sabahı neden açmadınız ki?

Merak içinde cevabını bekleyen gözlerime, kahverengi, ama içi aydınlık gözleriyle uzun uzun baktı ve gülümsedi.

- Açmak da açmamak gibi bir seçimdir çocuk... Pencerem, uzun yıllar kıyısında alıp verdiğim her nefesten yorgun, benim gibi, eskidi üstelik...

Penceresi kadar yorgunluğu yüzünden de okunuyordu. Kovuğundaki o eskimiş pencereden neler seyretmişti kim bilir... Bilerek veya bilmeyerek nelere şahitlik etmişti... Ürperdim. Sahi pencereler neden eskirdi?  Kışın esen soğuk rüzgârlardan mı veya yazın kavuran sıcaklığından mı, yağmurdan mı, kardan mı?

Geceleri, kimse bilmese bile, bizim gibi üşür müydü pencereler?... Görünüşleri ve şekilleriyle birbirine benzeyen tüm pencereleri ve onların ardında yaşanan birbirine benzer, birbirinden farklı tüm hikâyeleri düşündüm. Bir geçidi olduğu evlerin tüm sevinçleri, hüzünlerini, acılarını, umutlarını yansıtıyordu pencereler. Her birinin ardından içerde yaşananların kılavuzluğunda da farklı farklı bakılıyordu hayata... Kimileri için ümitti, kimisine korku... Kimisine sırdaş, arkadaştı, kimisi içinse sadece bir seyir yeri...

Görebildiğim tüm pencerelere bakarken aklımdan geçti bunlar tek tek... Ve tekrar ona döndüm.

- Sanırım pencereleri nelerin eskittiğini biliyorum, ama açmama tercihinizi anlamadım hâlâ... Neden  açmadınız?

Yaşlı adam tekrar söze başladı, tatlı, munis Anadolu şivesiyle, sabırla anlattı:

- Şimdi şunu düşün çocuk; kendi pencereni kanatlarını tutup açarak dışarı baktığında sana bakan pek çok pencere olduğunu fark edersin. Fark etmen gerekir. Bunların bazıları karşındadır, bazıları yanında, bazısını güçlükle görebilirsin; hatta bazısını da hiç göremezsin.

İrkildim.

- Ne güzel işte, dedim, insanların sanal bir dünyada sosyal nesne haline geldiği, Yapay ilişkilerin kurulduğu, kirli yüzlerin maskelendiği, şişirilmiş egolarla pul pul yalanların rahatlıkla ortalığa savrulduğu, kimsenin kimseye değmeden, fark etmeden yaşadığı bu zamanda en çok ihtiyacımız olandır belki de, evlerimizin gerçek pencerelerinden birbirimizi seyretmek… Belki de insan olmanın gereklerini hatırlarız ortak hikâyelerimize bakarak… Belki de tekrar paylaşmaya başlarız insanı insan yapan her duyguyu... Kim bilir, şeytanın insana belki de en kolay unutturduğu sevgiyi filizlendiririz pencerelerimizde...

- Bütün bu söylediklerin herkesin kendi penceresinden bakarak mı mümkün olacak çocuk?, diye sordu yaşlı adam.

Haklıydı. Hayat kendi penceremizin, kendi doğrularımızın dışında birçok doğrulardan ve pencerelerden oluşuyordu. Huzursuzluğumuz aslında hep bizim penceremizden diğer pencerelerin eğrisiyle meşgul olmaktan, en başta kendi doğrularımızı sorgulamaya, irdelemeye vakit bulamamaktan geliyordu.

İnsanın genlerinde vardı kendi doğrularını yasalaştırmak… Oluşturduğumuz doğrularımızı yasalaştıramadığımız zamanlarda acılar, çatışmalar başlıyordu. Empati kurmakta, karşımızdaki kişiye yardım etme niyeti vardı.

- Bazen, dedim, başka evlere gitmek, o evin kokusunu hissetmek, o evin penceresinden bakmayı denemek gerekiyor galiba...

- Farklı pencerelerden de aynı bakış yakalanabilir çocuk, dedi.

Aklım iyice karıştı. Herkes kendi penceresinden bakarken aynı bakışı nasıl yakalayabilirdi ki? 

Yakalanabilseydi bugün bunları konuşur muyduk? Çözüm neydi o halde? Benim bu karamsar, şaşkın, rahatsız vaziyetimi anlamış olacak ki, devam etti:

- Aç kulağını dinle çocuk, Belki de yaşın kadar pencerelerin mandalıyla, koluyla oynayarak insanı izledim. İnsan dediğimiz şey o kadar karmakarışık bir yapıya sahip ki; hangi pencereden bakarsa baksın sürekli kendisini geliştirebiliyor üstelik.

Kuş seslerini duymuyordum, bahar kokuları da çekip gitmişti burnumdan. Dikkat kesilmiştim söylediklerine:

-Kabuğunu kırıp dışarı çıkan ipek böceği misali, kozasını örmeye başladığında, saf ipek çıkarabilmek için önce bir pencereden sadece kendine bakmayı öğrenmeli insan... Tepesinde küçücük bir delikten ışık sızan, dışarıya açılan ne bir kapısı ne de penceresi olan zifiri karanlık bir odadan kendini seyretmeli. Dünyada bir nevi odadır. Işığınsa Kur'an. Allah'ın doğrularıyla yaşamak için, Kur’an'ın ışığından yararlanır insan. Ancak o vakit kalpler imanla, ruhlar Kur’an ahlakıyla nurlanır. Tüm pencereler netleşir.

Gözlerini göğe doğru kaydırarak eski sesini dinlendire dinlendire anlattı:

-Bu dünyaya gayesiz gelmediğini, başıboş bırakılmadığını bilmeli. Kimsenin değil Allah'ın doğrularından sızan ışıkla bakmayı öğrenmeli. Hep sorduk, soruyoruz; biz nerede yanlış yaptık?... Biz inancımızdan kuşku duymayacak kadar emin miydik?... Sorulması gereken asıl soru nerede hata yaptığımız değildi. Biz aslolan doğrularda ne kadar ısrarlı olabildik? ...

Gözlerindeki yorgunluk iyice belirginleşmişti:

-Fanatik mi olmalıyız? Asla! O halde tarafsız mı? Hoşgörülü olmak öyle göreceli bir anlam içermez, çocuk... Sınırlarımız, kimlere karşı olmak, kimlerden beri olmak şeklinde zaten çizilmiş. Hoşgörünün nerede biteceği de apaçık belli...

Bana çocuk diyen yaşlı adam bitkin bir halde sol yanındaki korkuluğa tutundu ve usulca kalktı. Yürüdü ve gözden kayboldu. Hoşça kal bile demeden gidişi hoşgörümün sınırlarını ölçmek için miydi, bilemedim. Ama ona kızamadım da.

Gözlerimi güneşle ışıldayan pencerelere diktim. Pencereler bir ayraçtı. Hem dış dünyaya girişi yasaklayan bir engel hem de dışarıya dair bir ümit duygusunu hep uyanık tutan bir köprü... Pencereler kalkandı ve koruyordu insanı, dış dünyanın kötülüklerinden. Kendine oradan görebilmeyi becerebilenler içinse hesaplaşma sağlıyordu. İçeriden dışarıya bakışı mümkün kılarken,perdeler  örtmemişse, dışarıdan içeriyi de gösteriyordu pencereler. Bazıları sakin sokaklara bakıyordu, bazıları ışıklı ve gürültü büyük caddelere... Bazıları sadece başka pencerelere, bazılarıysa doğanın ahengine...

Pencereyi açmadan camın arkasından bakmayı tercih edenler içinse güvendi. Kendini çok yabancılaşmış hissettikleri bu geçici dünya hayatına karşı bir kalkandı belki. Çünkü bazen pencereleri sürgülemek yalnızlığın gerçekliğine adım atmak demekti…

Açsa mıydım diye tereddütle durduğum o andan bu ana dek, açtığım halde kararsızlığım sürüyordu penceremde. Açtığım pencereyi kapattım tekrar. Pencerelere bakma ahlakı gelişsin, desem ne olurdu kim bilir?



Berrak Şebnem, 04.06.2014, Sonsuz Ark, Çırak Yazar



Seçkin Deniz Twitter Akışı