“Geceleri,
kimse bilmese bile, bizim gibi üşür müydü pencereler?”
Açsa
mıydım pencereyi?
Kendimle
konuştuğum, yüreğimi hesaplara çektiğim, doluyu boşa, boşu doluya döktüğüm o
gecenin ardından güneş çoktan doğmuştu... Hemen herkesin mışıl mışıl uyuduğu
bir pazar sabahının erken saatlerinde pencerenin önündeydim. Yatakta bir sağa bir
sola dönmelerin ardından birkaç saat de olsa uyumayı başarmıştım.
Uykusuzluğuma
rağmen beni erken uyandıran aralanmış penceremden süzülen meltemin odama
savurduğu çiçek kokularıydı. Böyle bahar sabahları açılmalıydı pencereler... Hem
gecelerin üşüten karanlığına ve sukûnetine inat gün çoktan pencerelerden
girmişti içeri... Pencereyi açtığım an ışığın dolduğu odada her şey gerçek
renklerine bürünüvermişti zaten...
Oturduğumuz
sitenin baktığı büyük cadde, pazar
sabahının o erken saatlerinde son derece sakindi; sinek uçsa sesi duyulacak
kadar sessizdi… Başımı gökyüzüne çevirdim ve gözlerimin önünde uzayıp giden
uçsuz bucaksız masmavi gökyüzünde, farklı yönlere uçuşan kuşları izledim bir
müddet...
Ne kadar
geçti bilmiyorum; gözlerim penceremin karşısındaki blokta bir pencereye
takıldı. Kapalı penceresinin yanında ayakta duran yaşlı adamı fark etmiştim.
Bir eli pencerenin kolunda, açmakla açmamak arasında tereddütler içinde
gibiydi; yaklaşık on dakika sonunda bıraktı pencerenin kolunu... Açmadı ama
izlemeye devam ediyordu.
İlk
bakışta kendime benzettim. Zaten bütün insanlar birbirine benzemez mi... Muhtemelen
dün geceden gözünü kırpmamış biri daha diye geçirdim içimden. O an aklımda esrarengiz,
garip sorular türemişti. Neden açmamıştı ki penceresini?
O an
bambaşka hayatlara açıldığını fark ettiğim penceremden kafamı çıkardım. Uzun
uzun seyrettim adamı. Biz siteye taşınalı çok uzun bir süre olmamıştı. Onunla ara
sıra aşağıdaki parkta karşılaşır, selamlaşırdık. Çok uzun sohbetimiz olmadı,
ama kısa da olsa söylemleriyle beni düşündüren, gizemli haliyle ötekilerden
kolaylıkla ayrılabilen bir hali vardı. Herkese her zaman gülen gözlerle
bakıyordu üstelik...
O gün öğleden
sonra her zaman olduğu gibi penceremin önündeki koltuğumda kitap okurken
aşağıda gördüm onu... Parkta bir bankta, tek başına oturuyordu. Elimdeki kitabı
bırakıp hemen aşağıya indim. Yanına oturdum. Sabah, kafamda beliren sorulara
cevap arıyordum. Kısa süreli bir selâmlaşmadan, hal-hatır sorgusunda sonra
hemen konuya girdim.
- Dün
gece, siz de uyuyamadınız sanırım... Bir sıkıntınız mı var? Sabah pencerenizin
önünde duruyorken sizi izledim; yorgun bir hâliniz vardı, tereddüt
içindeydiniz. Pencerenizi böyle güzel bir bahar sabahı neden açmadınız ki?
Merak
içinde cevabını bekleyen gözlerime, kahverengi, ama içi aydınlık gözleriyle
uzun uzun baktı ve gülümsedi.
- Açmak
da açmamak gibi bir seçimdir çocuk... Pencerem, uzun yıllar kıyısında alıp
verdiğim her nefesten yorgun, benim gibi, eskidi üstelik...
Penceresi
kadar yorgunluğu yüzünden de okunuyordu. Kovuğundaki o eskimiş pencereden neler
seyretmişti kim bilir... Bilerek veya bilmeyerek nelere şahitlik etmişti... Ürperdim.
Sahi pencereler neden eskirdi? Kışın
esen soğuk rüzgârlardan mı veya yazın kavuran sıcaklığından mı, yağmurdan mı,
kardan mı?
Geceleri,
kimse bilmese bile, bizim gibi üşür müydü pencereler?... Görünüşleri ve
şekilleriyle birbirine benzeyen tüm pencereleri ve onların ardında yaşanan
birbirine benzer, birbirinden farklı tüm hikâyeleri düşündüm. Bir geçidi olduğu
evlerin tüm sevinçleri, hüzünlerini, acılarını, umutlarını yansıtıyordu
pencereler. Her birinin ardından içerde yaşananların kılavuzluğunda da farklı
farklı bakılıyordu hayata... Kimileri için ümitti, kimisine korku... Kimisine
sırdaş, arkadaştı, kimisi içinse sadece bir seyir yeri...
Görebildiğim
tüm pencerelere bakarken aklımdan geçti bunlar tek tek... Ve tekrar ona döndüm.
-
Sanırım pencereleri nelerin eskittiğini biliyorum, ama açmama tercihinizi
anlamadım hâlâ... Neden açmadınız?
Yaşlı
adam tekrar söze başladı, tatlı, munis Anadolu şivesiyle, sabırla anlattı:
- Şimdi
şunu düşün çocuk; kendi pencereni kanatlarını tutup açarak dışarı baktığında
sana bakan pek çok pencere olduğunu fark edersin. Fark etmen gerekir. Bunların
bazıları karşındadır, bazıları yanında, bazısını güçlükle görebilirsin; hatta
bazısını da hiç göremezsin.
İrkildim.
- Ne
güzel işte, dedim, insanların sanal bir dünyada sosyal nesne haline geldiği,
Yapay ilişkilerin kurulduğu, kirli yüzlerin maskelendiği, şişirilmiş egolarla
pul pul yalanların rahatlıkla ortalığa savrulduğu, kimsenin kimseye değmeden,
fark etmeden yaşadığı bu zamanda en çok ihtiyacımız olandır belki de,
evlerimizin gerçek pencerelerinden birbirimizi seyretmek… Belki de insan
olmanın gereklerini hatırlarız ortak hikâyelerimize bakarak… Belki de tekrar
paylaşmaya başlarız insanı insan yapan her duyguyu... Kim bilir, şeytanın
insana belki de en kolay unutturduğu sevgiyi filizlendiririz
pencerelerimizde...
- Bütün
bu söylediklerin herkesin kendi penceresinden bakarak mı mümkün olacak çocuk?, diye
sordu yaşlı adam.
Haklıydı.
Hayat kendi penceremizin, kendi doğrularımızın dışında birçok doğrulardan ve
pencerelerden oluşuyordu. Huzursuzluğumuz aslında hep bizim penceremizden diğer
pencerelerin eğrisiyle meşgul olmaktan, en başta kendi doğrularımızı sorgulamaya,
irdelemeye vakit bulamamaktan geliyordu.
İnsanın
genlerinde vardı kendi doğrularını yasalaştırmak… Oluşturduğumuz doğrularımızı
yasalaştıramadığımız zamanlarda acılar, çatışmalar başlıyordu. Empati kurmakta,
karşımızdaki kişiye yardım etme niyeti vardı.
- Bazen,
dedim, başka evlere gitmek, o evin kokusunu hissetmek, o evin penceresinden
bakmayı denemek gerekiyor galiba...
- Farklı
pencerelerden de aynı bakış yakalanabilir çocuk, dedi.
Aklım
iyice karıştı. Herkes kendi penceresinden bakarken aynı bakışı nasıl
yakalayabilirdi ki?
Yakalanabilseydi bugün bunları konuşur muyduk? Çözüm neydi
o halde? Benim bu karamsar, şaşkın, rahatsız vaziyetimi anlamış olacak ki,
devam etti:
- Aç
kulağını dinle çocuk, Belki de yaşın kadar pencerelerin mandalıyla, koluyla
oynayarak insanı izledim. İnsan dediğimiz şey o kadar karmakarışık bir yapıya
sahip ki; hangi pencereden bakarsa baksın sürekli kendisini geliştirebiliyor
üstelik.
Kuş
seslerini duymuyordum, bahar kokuları da çekip gitmişti burnumdan. Dikkat
kesilmiştim söylediklerine:
-Kabuğunu
kırıp dışarı çıkan ipek böceği misali, kozasını örmeye başladığında, saf ipek
çıkarabilmek için önce bir pencereden sadece kendine bakmayı öğrenmeli insan...
Tepesinde küçücük bir delikten ışık sızan, dışarıya açılan ne bir kapısı ne de
penceresi olan zifiri karanlık bir odadan kendini seyretmeli. Dünyada bir nevi
odadır. Işığınsa Kur'an. Allah'ın doğrularıyla yaşamak için, Kur’an'ın
ışığından yararlanır insan. Ancak o vakit kalpler imanla, ruhlar Kur’an
ahlakıyla nurlanır. Tüm pencereler netleşir.
Gözlerini
göğe doğru kaydırarak eski sesini dinlendire dinlendire anlattı:
-Bu
dünyaya gayesiz gelmediğini, başıboş bırakılmadığını bilmeli. Kimsenin değil
Allah'ın doğrularından sızan ışıkla bakmayı öğrenmeli. Hep sorduk, soruyoruz;
biz nerede yanlış yaptık?... Biz inancımızdan kuşku duymayacak kadar emin
miydik?... Sorulması gereken asıl soru nerede hata yaptığımız değildi. Biz
aslolan doğrularda ne kadar ısrarlı olabildik? ...
Gözlerindeki
yorgunluk iyice belirginleşmişti:
-Fanatik
mi olmalıyız? Asla! O halde tarafsız mı? Hoşgörülü olmak öyle göreceli bir
anlam içermez, çocuk... Sınırlarımız, kimlere karşı olmak, kimlerden beri olmak
şeklinde zaten çizilmiş. Hoşgörünün nerede biteceği de apaçık belli...
Bana çocuk
diyen yaşlı adam bitkin bir halde sol yanındaki korkuluğa tutundu ve usulca
kalktı. Yürüdü ve gözden kayboldu. Hoşça kal bile demeden gidişi hoşgörümün
sınırlarını ölçmek için miydi, bilemedim. Ama ona kızamadım da.
Gözlerimi
güneşle ışıldayan pencerelere diktim. Pencereler bir ayraçtı. Hem dış dünyaya
girişi yasaklayan bir engel hem de dışarıya dair bir ümit duygusunu hep uyanık
tutan bir köprü... Pencereler kalkandı ve koruyordu insanı, dış dünyanın
kötülüklerinden. Kendine oradan görebilmeyi becerebilenler içinse hesaplaşma
sağlıyordu. İçeriden dışarıya bakışı mümkün kılarken,perdeler örtmemişse, dışarıdan içeriyi de gösteriyordu
pencereler. Bazıları sakin sokaklara bakıyordu, bazıları ışıklı ve gürültü
büyük caddelere... Bazıları sadece başka pencerelere, bazılarıysa doğanın
ahengine...
Pencereyi
açmadan camın arkasından bakmayı tercih edenler içinse güvendi. Kendini çok yabancılaşmış
hissettikleri bu geçici dünya hayatına karşı bir kalkandı belki. Çünkü bazen
pencereleri sürgülemek yalnızlığın gerçekliğine adım atmak demekti…
Açsa
mıydım diye tereddütle durduğum o andan bu ana dek, açtığım halde kararsızlığım
sürüyordu penceremde. Açtığım pencereyi kapattım tekrar. Pencerelere bakma
ahlakı gelişsin, desem ne olurdu kim bilir?
Berrak Şebnem, 04.06.2014, Sonsuz Ark, Çırak Yazar