“Halkın
çok büyük bir kesimi için darbe, yaşarken ölmek, demek; her alanda özgürlüğünü
kaybetmek, demek; yargısız infaz, demek; katliam, demek.”
Ak Parti
cemaatle işbirliği yaptı, düne kadar ortaklardı vs vs... Defalarca duyduk, okuduk
bunları. Nihal
Bengisu Karaca, Dursun Çiçek'le röportaj yapmış, kızı İrem Çiçek de konuşmaya
katılmış. İrem'in babası için gösterdiği gayret takdire şayan, evet onun ve
onunla aynı pencereden bakanların gördüğü tam da bu olabilir. İnkâr mı
edeceğim? Elbette hayır. Zira görünen köy ortada. Ben kendi penceremden
gördüklerimi yazayım.
28 Şubat
bin yıl sürecekti. Belki bin yıl değil ama etkisinin uzun yıllar süreceği
kesin. 28 Şubat darbe postu giydirilmiş bir soykırımdı. Dindar bir neslin
öğrenim ve çalışma hayatı katledildi. Bir neslin beyin ölümü gerçekleştirilmek
istendi.
Sağ
kurtulanlar ağır yaralıydı. Seçenek sunuldu. ''Ya inandığın, istediğin yaşam
tarzından vazgeçip eğitimine, işine devam edeceksin ya da evinde oturacaksın. Yani
ya bizim belirlediğimiz kalıba gireceksin ya da ayak altında dolanmayacaksın.”
Birçoğuna
seçme şansı dahi verilmedi. Birçoğu için ''İRTİCACI'' damgasıyla işten atılmış
olmaları yetmiyordu; sabıkalıydılar. Devletin hiç bir kurum ve kuruluşunda
çalışamazlardı. Özel sektör kapıları da kapalıydı.
Bayanlarda
başını örtmek, erkeklerde sakal bırakmak, gümüş yüzük takmak, namaz kılmak, oruç
tutmak, Kuran okumak, içki içmemek, 'Selamün Aleyküm' demek bile irticâyla
suçlanmak için yeterliydi. Anne-babası dindar olanlar doğuştan irticacıydı
zaten.
Tabelasında
İslamî, Millî değerleri vurgulayan bir derneğe üyeyseniz, bağışta
bulunduysanız, faaliyetine katıldıysanız radikal dinciydiniz.
Bunlardan
en tehlikelisi Milli Görüş Vakfıydı, çünkü siyasallaşmıştı. N.Erbakan
liderliğinde iktidar ortağı olmuştu ve ‘İrtica’ hortlamıştı. Derhal durdurulmalıydı(!).
Din
neydi? Temizlik imandandır, israf haramdır, anne babana öf bile deme, bir de
kalbin temizse cennetliksin. Bitti.
O
günlerde bir adam çıktı ve “Başörtü füruâttır” dedi.
“Dikkat
çekmemek için namaz kılmayabilirsiniz, ortama ayak uydurmak adına içki içip
dans edebilirsiniz!” diyordu birileri. İkna odalarında, “Bu bir savaş ya teslim
olur kaybedersiniz ya da onların kurallarına göre okur, makam mevki sahibi olur
devleti ele geçirirsiniz” deniliyordu. Sayıları azımsanmayacak bir kesim buna
ikna oldu.
Diğer
bütün cemaat liderleri karalanırken o parlatıldı, diğer cemaat mensupları, cemaate
dâhil olmayan dindarlar devlet kadrolarından atılırken yerlerine o camianın
adamları özellikle de karar merciilerine yerleşti. Artık camiadan olur almadan
polis kolejine, askeri liselere girilemiyordu, Üniversite sınavlarına sorular
camia yayınlarından seçiliyordu.
Tüm
bunlar olurken henüz AK parti kurulmamıştı!
Darbe
sonrası yaşananlar/yaşanamayanlar yeni bir siyasal akımı zorunlu kılmıştı. Ordu
dindar muhafazakar bir yönetime izin vermiyordu; vermeyecekti. Halk orduyla
aynı düşünmüyordu. Ülke sandıkla postal arası uyumsuzluktan kan kaybediyor, can
çekişiyordu. Böyle devam edemezdi bir orta yol bulunmalıydı.
R.T.Erdoğan
liderliğinde bir grup bu görevi üstlendi, AK partiyi kurdular. Başarısız
koalisyonlardan sonra nihayet tek başına iktidarla yönetilen ülke nefes almaya
başladı.
Hükümet halka
hizmet ediyordu. İrtica söylemi rafa kalkmış, Y.A.Ş sonrası çarşaf çarşaf ihraç
listeleri yayınlanmıyor, hiç kimse dindar olduğu ya da olmadığı için
suçlanmıyordu. Halk yapılanları/yapılmayanları görüyor, her sandığa
gidildiğinde istikrardan yana oy kullanıyordu.
Ak Parti’nin
eksiği hatası kusuru yok muydu? Elbette vardı ama; artıları eksilerinden kat
kat fazlaydı. Ak Parti ‘mükemmel iyi’ değildi, ama diğerleri ‘mükemmel kötü’ydü.
Birçok
alanda ülkeye çağ atlatan hükümet, ülkenin can damarı olan Millî Eğitimi,
Kemalizm’in ve camianın kontrolüne bırakmıştı. Buna mecburdu. Zira Kemalizm’le
mücadeleye asker izin vermezdi. Sistem kurulalı çok olmuştu. Ülkenin dindarları
ve hatta solcuları çocuklarını iyi bir liseye yerleştirme ve üniversiteye giriş
garantisi veren camia dershanelerine, okullarına gönderiyordu.
Kendilerinden
olmayana kariyer şansı tanımayan, seçtikleri öğrencilerle adanmış ruhlar ordusu
kuran camia, birçok alanda yönetimi ele geçirmişti. Özellikle eğitim, yargı ve
emniyet teşkilatına hâkimdiler. Ak Parti bunun farkındaydı ancak mücadele edecek
kadroları yoktu.
12
yıllık iktidarında sürekli darbe tehdidi altındaydı, attığı her adımda asker
müdahaleye kalkışıyordu. Darbe girişimleri, bildiriler, muhtıralar, kapatma
davaları ile mücadele ederken camianın önceden yetiştirip yerleştirdiği
kadroların yardımı gerekiyordu.
Din ve
ahlak kurallarıyla yetişmiş bu (sözde) altın neslin hak hukuk adaletten ayrılıp
sadece kendi camialarının çıkarlarına hizmet edeceği, kendinden olmayanlara
iftira ve yalanlarla tuzak kuracakları düşünülemezdi.
Sadece parti değil
hepimiz düşünmedik düşünemedik yanıldık. Yanılmasak ne değişecekti ki?
Peygamberi
önder, Kuran ı rehber edinmiş, kul hakkı yemekten Allah'a sığınan bir nesil
pasifize edilmişti.
Cami de
imamlık yapamaz hâle getirildiler.
Bunlar yaşanırken AK parti henüz
kurulmamıştı!
“Sen Kürtsün”,
“Sen Ermenisin”, “Sen Alevîsin”, “Sen Köylüsün” yetmezmiş gibi bir de “Sen Dindarsın,
Yobazsın” diyerek inandığı, istediği gibi yaşama, düşünme, konuşma, seçme
seçilme hakkı halkın elinden alınırken henüz AK parti kurulmamıştı!
Camia
devlette kadrolaşırken de henüz AK parti kurulmamıştı.
Dindarların
başını ezmeyi görev edinmiş ordu ne hikmetse o cemaat liderine hiç dokunmadı, göz
yumdu, yolunu açtı. Arkasında ordu desteği olan camiaya AK Parti ne yapabilirdi
ki? Yanında değilse de karşısında da duramazdı. Her ikisinin tabanları aynı
değilse de tamamen ayrı da değildi.
İkna
odalarında vaat ettikleri gün gelmişti. Orduyu ele geçirecek kadar güçlendiler.
Kendi medyalarıyla savaş ilan ettiler, kendi polisleriyle önlerine çıkan paşayı
tutukladılar, kendi mahkemelerinde yargıladılar. Balyoz, Ergenekon, Sarıkız, Ayışığı...
bir sürü dava açıldı.
Ne
olduğunu anlayamayan paşalar ordu evlerine sığındı, odalarından çıkamadılar. Her
fırsatta devirmek için ant içtikleri hükümetten karşı koymasını, kendilerini
savunmasını beklediler. İstedikleri olmayınca yine hükümeti suçladılar.
Hükümet
yargıya, bırakın müdahale etmeyi, iki çift laf etse 17 Aralık’ta ne yaşandıysa
o günlerde aynısı yaşanacaktı. Üstelik bu kez ”Yargıya müdahale ediliyor,
kuvvetler ayrılığı ilkesi çiğneniyor'' deyip askeri darbeyle düşürülecekti.
Bir
yandan sinsice hükümete de saldırıyorlardı. Mit krizi, 4+4+4 eylemleri, Şifre
skandalı ilk aklıma gelenler. Ordunun itibarsızlaştırılması halkı rahatsız
ediyordu, davalardaki tutarsızlıklar tahammül sınırlarını zorluyordu.
Her
konuda olduğu gibi bu yaşananların hesabı, yetki alanında olmasa da hükümetten
soruluyordu.. Devlet camiayla mücadele kararı aldı, devlet içindeki şakirtler
boş durmuyor bilgi sızdırıyordu. Gezi eylemlerinde yangına körükle giderek gövde
gösterisi yaptılar. Açıktan destek verseler kendi tabanlarını kaybederlerdi, emniyet
ve yargıdaki elemanlarıyla hükümeti zora soktular.
Erdoğan
boyun eğmedi. Polisin hatalarını üstlendi, oysa kontrolünde değildi. Halka
sığındı. Bazılarına göre cahil-cühela olan halk olup biteni görüyordu; Erdoğan'ı
bağrına bastı. Yedirmeyiz dediler :)
Halk
desteğini de alan devlet camiayla mücadeleye kararlıydı. Dershaneler üzerinden
kendi medyalarıyla savaş ilan ettiler, kendi polisleriyle bakan çocuklarını
tutukladılar, kendi mahkemelerinde yargıladılar.
Hükümetin
önünde bu kez iki yol vardı ya teslim olacaktı ya mücadele edecekti. Askerî
müdahale tehdidi olmayınca, her şeye rağmen halkın desteğiyle mücadeleye devam
dedi.
Madde
değişmemiş olsa, asker 17 Aralık’ta yargıyla el ele verir, paşa paşa darbesini
yapardı. Erdoğan'ın “Ne istediler de vermedik'' sözünü kaynak gösterip, düne
kadar kankalardı; 17 Aralık olmasaydı iyilerdi.
“Bize
yapılanlara sesini çıkarmadı, destekledi”
diyenler camia sizin desteğinizle size benzeyerek güçlendi.
İrem
Çiçek, “Bütün bunlardan hükümet masum sonucu da çıkmasın'' demiş.
Diyorum
ki; bütün bunlardan ordu masum sonucu da çıkmasın.
Milletin
hafızasında; askerin darbecilikten epey kabarık bir sabıka kaydı var. “Balyoz
sıradan bir tatbikattı”, “Ergenekon boruydu” diyemezsiniz; “Kurunun yanında
yaşlar da yandı ve yaşları kurtarıp kurularla hesaplaşalım” derseniz,
yanınızdayız.
İlk
günden itiraz etmiştik, etmeye de devam ederiz. Tümden bir suçlama, karalama
kampanyası tutmadığı gibi, tümden kurtarma aklama kampanyası da toplumda
karşılık bulamaz.
Birilerinin
ceza almış olması değil, mühim olan darbeye ikna eden düşüncenin tedavülden kalkmasıdır.
Demokrasiye, halkın iradesine saygı duymayanların bir daha darbeye cesaret
edememesidir.
İster
asker olsun, ister savcı, ister sokak; bu millet darbe istemiyor!
Bazı
insanlar 28 Şubat’tan hiç etkilenmemiş olabilir, darbe dendiğinde kimilerinin
aklına lojman sosyal tesislerinde toplanıp scrabble oynamak zorunda kalmak
gelebilir. Hatta kimileri o dönemi sadece devalüasyonla anabilir. Ama bu halkın
çok büyük bir kesimi için darbe, yaşarken ölmek, demek; her alanda özgürlüğünü
kaybetmek, demek; yargısız infaz, demek; katliam, demek.”
Gemlik
askeri veteriner okulunda görevli, emekliliğine 8 ay kala sadece eşi başörtülü
olduğu için Y.A.Ş kararlarıyla tüm hakları elinden alınarak, yargılanmadan
meslekten ihraç edilen bir babaya ve o babanın Ankara hukuk 3.sınıf öğrencisi
oğlunun masraflarını karşılayamayacağı için kaydını dondurduğuna bizzat şahit
oldum. Oğlu okulunu tamamladı, ama ona babasının hakkını savunmak, babası için
mücadele etmek nasip olmadı.
En
azından bu hükümetin çıkardığı bu halkın onayladığı kanunla AYM ne başvurma
şansı olduğu için İrem ve onun gibiler bir dönemin mağdurlarına kıyasla şanslı
mağdur olduklarını bilmeliler.
Beterin
beteri vardı. Tüm mağdurlar ve mağdur olmak istemeyenler el ele verip yeni
mağdurlar olmasın mücadelesi vermeli.
Adalet
herkese lazım.
Allah
yardımcımız olsun.
Merve Özgül, 24.06.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar