24 Haziran 2014 Salı

SA733/KY10-MrÖz8: Bütün Bunlardan ‘Ordu Masum’ Sonucu da Çıkmasın

“Halkın çok büyük bir kesimi için darbe, yaşarken ölmek, demek; her alanda özgürlüğünü kaybetmek, demek; yargısız infaz, demek; katliam, demek.”


Ak Parti cemaatle işbirliği yaptı, düne kadar ortaklardı vs vs... Defalarca duyduk, okuduk bunları. Nihal Bengisu Karaca, Dursun Çiçek'le röportaj yapmış, kızı İrem Çiçek de konuşmaya katılmış. İrem'in babası için gösterdiği gayret takdire şayan, evet onun ve onunla aynı pencereden bakanların gördüğü tam da bu olabilir. İnkâr mı edeceğim? Elbette hayır. Zira görünen köy ortada. Ben kendi penceremden gördüklerimi yazayım.

28 Şubat bin yıl sürecekti. Belki bin yıl değil ama etkisinin uzun yıllar süreceği kesin. 28 Şubat darbe postu giydirilmiş bir soykırımdı. Dindar bir neslin öğrenim ve çalışma hayatı katledildi. Bir neslin beyin ölümü gerçekleştirilmek istendi.

Sağ kurtulanlar ağır yaralıydı. Seçenek sunuldu. ''Ya inandığın, istediğin yaşam tarzından vazgeçip eğitimine, işine devam edeceksin ya da evinde oturacaksın. Yani ya bizim belirlediğimiz kalıba gireceksin ya da ayak altında dolanmayacaksın.”

Birçoğuna seçme şansı dahi verilmedi. Birçoğu için ''İRTİCACI'' damgasıyla işten atılmış olmaları yetmiyordu; sabıkalıydılar. Devletin hiç bir kurum ve kuruluşunda çalışamazlardı. Özel sektör kapıları da kapalıydı.

Bayanlarda başını örtmek, erkeklerde sakal bırakmak, gümüş yüzük takmak, namaz kılmak, oruç tutmak, Kuran okumak, içki içmemek, 'Selamün Aleyküm' demek bile irticâyla suçlanmak için yeterliydi. Anne-babası dindar olanlar doğuştan irticacıydı zaten.

Tabelasında İslamî, Millî değerleri vurgulayan bir derneğe üyeyseniz, bağışta bulunduysanız, faaliyetine katıldıysanız radikal dinciydiniz.

Bunlardan en tehlikelisi Milli Görüş Vakfıydı, çünkü siyasallaşmıştı. N.Erbakan liderliğinde iktidar ortağı olmuştu ve ‘İrtica’ hortlamıştı. Derhal durdurulmalıydı(!).

Din neydi? Temizlik imandandır, israf haramdır, anne babana öf bile deme, bir de kalbin temizse cennetliksin. Bitti.

O günlerde bir adam çıktı ve “Başörtü füruâttır” dedi.

“Dikkat çekmemek için namaz kılmayabilirsiniz, ortama ayak uydurmak adına içki içip dans edebilirsiniz!” diyordu birileri. İkna odalarında, “Bu bir savaş ya teslim olur kaybedersiniz ya da onların kurallarına göre okur, makam mevki sahibi olur devleti ele geçirirsiniz” deniliyordu. Sayıları azımsanmayacak bir kesim buna ikna oldu.

Diğer bütün cemaat liderleri karalanırken o parlatıldı, diğer cemaat mensupları, cemaate dâhil olmayan dindarlar devlet kadrolarından atılırken yerlerine o camianın adamları özellikle de karar merciilerine yerleşti. Artık camiadan olur almadan polis kolejine, askeri liselere girilemiyordu, Üniversite sınavlarına sorular camia yayınlarından seçiliyordu.

Tüm bunlar olurken henüz AK parti kurulmamıştı!

Darbe sonrası yaşananlar/yaşanamayanlar yeni bir siyasal akımı zorunlu kılmıştı. Ordu dindar muhafazakar bir yönetime izin vermiyordu; vermeyecekti. Halk orduyla aynı düşünmüyordu. Ülke sandıkla postal arası uyumsuzluktan kan kaybediyor, can çekişiyordu. Böyle devam edemezdi bir orta yol bulunmalıydı.

R.T.Erdoğan liderliğinde bir grup bu görevi üstlendi, AK partiyi kurdular. Başarısız koalisyonlardan sonra nihayet tek başına iktidarla yönetilen ülke nefes almaya başladı.

Hükümet halka hizmet ediyordu. İrtica söylemi rafa kalkmış, Y.A.Ş sonrası çarşaf çarşaf ihraç listeleri yayınlanmıyor, hiç kimse dindar olduğu ya da olmadığı için suçlanmıyordu. Halk yapılanları/yapılmayanları görüyor, her sandığa gidildiğinde istikrardan yana oy kullanıyordu.

Ak Parti’nin eksiği hatası kusuru yok muydu? Elbette vardı ama; artıları eksilerinden kat kat fazlaydı. Ak Parti ‘mükemmel iyi’ değildi, ama diğerleri ‘mükemmel kötü’ydü.

Birçok alanda ülkeye çağ atlatan hükümet, ülkenin can damarı olan Millî Eğitimi, Kemalizm’in ve camianın kontrolüne bırakmıştı. Buna mecburdu. Zira Kemalizm’le mücadeleye asker izin vermezdi. Sistem kurulalı çok olmuştu. Ülkenin dindarları ve hatta solcuları çocuklarını iyi bir liseye yerleştirme ve üniversiteye giriş garantisi veren camia dershanelerine, okullarına gönderiyordu.

Kendilerinden olmayana kariyer şansı tanımayan, seçtikleri öğrencilerle adanmış ruhlar ordusu kuran camia, birçok alanda yönetimi ele geçirmişti. Özellikle eğitim, yargı ve emniyet teşkilatına hâkimdiler. Ak Parti bunun farkındaydı ancak mücadele edecek kadroları yoktu.

12 yıllık iktidarında sürekli darbe tehdidi altındaydı, attığı her adımda asker müdahaleye kalkışıyordu. Darbe girişimleri, bildiriler, muhtıralar, kapatma davaları ile mücadele ederken camianın önceden yetiştirip yerleştirdiği kadroların yardımı gerekiyordu.

Din ve ahlak kurallarıyla yetişmiş bu (sözde) altın neslin hak hukuk adaletten ayrılıp sadece kendi camialarının çıkarlarına hizmet edeceği, kendinden olmayanlara iftira ve yalanlarla tuzak kuracakları düşünülemezdi. 

Sadece parti değil hepimiz düşünmedik düşünemedik yanıldık. Yanılmasak ne değişecekti ki?

Peygamberi önder, Kuran ı rehber edinmiş, kul hakkı yemekten Allah'a sığınan bir nesil pasifize edilmişti.

Cami de imamlık yapamaz hâle getirildiler. 

Bunlar yaşanırken AK parti henüz kurulmamıştı!

“Sen Kürtsün”, “Sen Ermenisin”, “Sen Alevîsin”, “Sen Köylüsün” yetmezmiş gibi bir de “Sen Dindarsın, Yobazsın” diyerek inandığı, istediği gibi yaşama, düşünme, konuşma, seçme seçilme hakkı halkın elinden alınırken henüz AK parti kurulmamıştı!

Camia devlette kadrolaşırken de henüz AK parti kurulmamıştı.

Dindarların başını ezmeyi görev edinmiş ordu ne hikmetse o cemaat liderine hiç dokunmadı, göz yumdu, yolunu açtı. Arkasında ordu desteği olan camiaya AK Parti ne yapabilirdi ki? Yanında değilse de karşısında da duramazdı. Her ikisinin tabanları aynı değilse de tamamen ayrı da değildi.

İkna odalarında vaat ettikleri gün gelmişti. Orduyu ele geçirecek kadar güçlendiler. Kendi medyalarıyla savaş ilan ettiler, kendi polisleriyle önlerine çıkan paşayı tutukladılar, kendi mahkemelerinde yargıladılar. Balyoz, Ergenekon, Sarıkız, Ayışığı... bir sürü dava açıldı.

Ne olduğunu anlayamayan paşalar ordu evlerine sığındı, odalarından çıkamadılar. Her fırsatta devirmek için ant içtikleri hükümetten karşı koymasını, kendilerini savunmasını beklediler. İstedikleri olmayınca yine hükümeti suçladılar.

Hükümet yargıya, bırakın müdahale etmeyi, iki çift laf etse 17 Aralık’ta ne yaşandıysa o günlerde aynısı yaşanacaktı. Üstelik bu kez ”Yargıya müdahale ediliyor, kuvvetler ayrılığı ilkesi çiğneniyor'' deyip askeri darbeyle düşürülecekti.

Bir yandan sinsice hükümete de saldırıyorlardı. Mit krizi, 4+4+4 eylemleri, Şifre skandalı ilk aklıma gelenler. Ordunun itibarsızlaştırılması halkı rahatsız ediyordu, davalardaki tutarsızlıklar tahammül sınırlarını zorluyordu.

Her konuda olduğu gibi bu yaşananların hesabı, yetki alanında olmasa da hükümetten soruluyordu.. Devlet camiayla mücadele kararı aldı, devlet içindeki şakirtler boş durmuyor bilgi sızdırıyordu. Gezi eylemlerinde yangına körükle giderek gövde gösterisi yaptılar. Açıktan destek verseler kendi tabanlarını kaybederlerdi, emniyet ve yargıdaki elemanlarıyla hükümeti zora soktular.

Erdoğan boyun eğmedi. Polisin hatalarını üstlendi, oysa kontrolünde değildi. Halka sığındı. Bazılarına göre cahil-cühela olan halk olup biteni görüyordu; Erdoğan'ı bağrına bastı. Yedirmeyiz dediler :)

Halk desteğini de alan devlet camiayla mücadeleye kararlıydı. Dershaneler üzerinden kendi medyalarıyla savaş ilan ettiler, kendi polisleriyle bakan çocuklarını tutukladılar, kendi mahkemelerinde yargıladılar.

Hükümetin önünde bu kez iki yol vardı ya teslim olacaktı ya mücadele edecekti. Askerî müdahale tehdidi olmayınca, her şeye rağmen halkın desteğiyle mücadeleye devam dedi.

Madde değişmemiş olsa, asker 17 Aralık’ta yargıyla el ele verir, paşa paşa darbesini yapardı. Erdoğan'ın “Ne istediler de vermedik'' sözünü kaynak gösterip, düne kadar kankalardı; 17 Aralık olmasaydı iyilerdi.

“Bize yapılanlara sesini çıkarmadı, destekledi”  diyenler camia sizin desteğinizle size benzeyerek güçlendi.

İrem Çiçek, “Bütün bunlardan hükümet masum sonucu da çıkmasın'' demiş.

Diyorum ki; bütün bunlardan ordu masum sonucu da çıkmasın.

Milletin hafızasında; askerin darbecilikten epey kabarık bir sabıka kaydı var. “Balyoz sıradan bir tatbikattı”, “Ergenekon boruydu” diyemezsiniz; “Kurunun yanında yaşlar da yandı ve yaşları kurtarıp kurularla hesaplaşalım” derseniz, yanınızdayız.

İlk günden itiraz etmiştik, etmeye de devam ederiz. Tümden bir suçlama, karalama kampanyası tutmadığı gibi, tümden kurtarma aklama kampanyası da toplumda karşılık bulamaz.

Birilerinin ceza almış olması değil, mühim olan darbeye ikna eden düşüncenin tedavülden kalkmasıdır. Demokrasiye, halkın iradesine saygı duymayanların bir daha darbeye cesaret edememesidir.

İster asker olsun, ister savcı, ister sokak; bu millet darbe istemiyor!

Bazı insanlar 28 Şubat’tan hiç etkilenmemiş olabilir, darbe dendiğinde kimilerinin aklına lojman sosyal tesislerinde toplanıp scrabble oynamak zorunda kalmak gelebilir. Hatta kimileri o dönemi sadece devalüasyonla anabilir. Ama bu halkın çok büyük bir kesimi için darbe, yaşarken ölmek, demek; her alanda özgürlüğünü kaybetmek, demek; yargısız infaz, demek; katliam, demek.”

Gemlik askeri veteriner okulunda görevli, emekliliğine 8 ay kala sadece eşi başörtülü olduğu için Y.A.Ş kararlarıyla tüm hakları elinden alınarak, yargılanmadan meslekten ihraç edilen bir babaya ve o babanın Ankara hukuk 3.sınıf öğrencisi oğlunun masraflarını karşılayamayacağı için kaydını dondurduğuna bizzat şahit oldum. Oğlu okulunu tamamladı, ama ona babasının hakkını savunmak, babası için mücadele etmek nasip olmadı.

En azından bu hükümetin çıkardığı bu halkın onayladığı kanunla AYM ne başvurma şansı olduğu için İrem ve onun gibiler bir dönemin mağdurlarına kıyasla şanslı mağdur olduklarını bilmeliler.

Beterin beteri vardı. Tüm mağdurlar ve mağdur olmak istemeyenler el ele verip yeni mağdurlar olmasın mücadelesi vermeli.

Adalet herkese lazım.        

Allah yardımcımız olsun.


Merve Özgül, 24.06.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar




Seçkin Deniz Twitter Akışı