“Sonra bir gün kimseyle görüşmek istemediğimi
söyledim arkadaşlarıma. Her şey, ama her şey ağır gelmeye başlamıştı çünkü…”
Şimdi
gelelim gündelik hayata; toz alınacak, ev süpürülecek, çamaşırlar yıkanacak,
ütü yapılacak, yemek pişirilecek, yazı yazılacak vs. İyi de bunlar nasıl
yapılacak, kolumu kaldıramıyorum ki.
Hastaneden ayrılırken, değerli doktorumuz
Süleyman Gökduman Hocam, sağ kolumu bir an önce kaldırabilmem için bir takım
egzersizler gösterdi. Bunlardan birisi de kuşların kanat çırpma hareketine
benzeyen bir şeydi, ama o bunu gösterirken gayri ihtiyari güldüm. Çünkü sağ elim
bedenime yapışıktı neredeyse; işin açığı kıpırdatamıyordum ve bundan sonra öyle
kalacağını sanıyordum. Kolumu bedenimden yarım santim uzaklaştırmak bile büyük
bir başarıydı benim için.
Bir süre
ev işlerine komşularım yardım ettiler. Arada Jale de gelip ütülerimi yapıyordu,
ama bunun böyle sürmeyeceği açıktı. İnsanlara daha fazla yük olmak
istemiyordum. Bunun için ilk toz alma denememi kolumda diren takılıyken yaptım.
Eh insan her şart altında yeni bir kabiliyet geliştirebiliyor. Ben de sol
elimle iş yapma kabiliyeti geliştirmeye başladım. Biraz ağır oluyordu, biraz
noksan oluyordu ama oluyordu.
İşlerin
en zor olanı yıkanan çamaşırları herhangi bir yere asmaktı. Tek kolla, üstelik
sol kolla bunu yapmam için beş altı denemede bulunmam gerekiyordu, ama pes
etmiyordum. Ütü yapmak da bir o kadar zor bir şeydi; ütü masasını getirip
açmak, ütüye su koymak sonra da vücuduma yapışık sağ elimle onu fazla
oynatmadan ütüleyip sol elden destek almak. Sağ kolum ilk birkaç dakika içinde
külçe gibi oluyor ve omzumdan itibaren kopuyormuş hissi veriyordu…
Ne büyük
nimetlerle iç içe yaşıyormuşuz da haberimiz yokmuş. Verdiği her bir nimet için
son nefesimize kadar Allah’a c.c şükretsek inanıyorum ki yine de azdır, yine de
azdır.
Bu arada
sevgili Atila, işe gitmeden her şeyi ayarlamaya çalışıyor, daha sonra da
“noksan kalan bir şey var mı?” diye soruyordu. “Her şey tamam” diyordum ama o
gittikten sonra elimden geldiğince eve çeki-düzen vermeye çalışıyordum.
Hastaneye
gidiş gelişlerimiz de devam ediyordu aynı zamanda. Bir defasında da Emira ile
gitmiştik, Fevziye de bizi hastanede bekliyordu her zaman olduğu gibi. Yavaş
yavaş içimde bir şeyler daralıyor, başkalaşıyor ve ben bütün bu olup bitenlere
bir mana vermeye çalışıyordum. Mesela artık herhangi bir arkadaşımın, dostumun
herhangi bir şeyden en ufak bir şekilde şikâyet etmesi beni dehşet derecede
rahatsız ediyordu. Günlük hayatın normal sıkıntılarından bile bahsetseler
kulaklarımı tıkayarak oradan kaçmak istiyordum.
Sanırım
hepsine söylemiştim, “artık bir şeylerden şikâyetçi olmanızı istemiyorum” diye.
Bu durum, “Ben kanser oldum, bundan daha önemli bir şey yok” filan gibi bir şey
değildi. Hakikaten ruhen patlayacak gibi hissediyordum kendimi, yüzümü ateş
basıyor, kalbim sıkışıyor ve ter basıyordu. “Oksijen çadırına” ihtiyacım vardı
kısacası. Ancak bu durumu pek sağlayamadım sanırım, çünkü konuştuğum
arkadaşlarıma göre anlattıkları o kadar sıradan şeylerdi ki, hiçbir beis yoktu
ufak tefek yakınmalarında. Hâlbuki anlatılan o ufak tefek şeyler bile hem
canımı acıtıyor hem de ruhumu bunaltıyordu.
Bu arada
Naci bir gün aramıştı, Naci, Atila'nın çocukluk arkadaşı, kardeşi ve benim de
kardeşim. Naci şu dünyada tanıdığım gerçekten çok zeki olan nadir insanlardan.
Zekâsı ile sizi hemen şaşırtabilir. Çok
yönlü baktığınızı zannettiğiniz bir meselede öyle bir bakış açısı geliştirir ki;
yahu ben nasıl düşünemedim bunu diye şaşırıp kalıverirsiniz. Eşi Dilek de aynı
şekilde. İkisi de benim için çok özel insanlar.
Naci
aramıştı, ama geç aramıştı. Meğer Atila ona haber vermemiş. Daha doğrusu
verememiş galiba. Aradı kısa bir konuşma geçti aramızda, konuşamadım. Sonra
Dilek'i aradım ya da o mu beni aramıştı hatırlamıyorum, ama Dilek'in haberi
yoktu ve tam manasıyla şok olmuştu.
Telefonda
ağlamaya başladı, her şey üst üste geliyor bugünlerde dedi. Yakın bir arkadaşı
da ameliyat olacakmış; iki hastalık birleşince dayanamayıp ağlamıştı. Dilek'i
çok özlediğimi hissettim o konuşmadan sonra. Aradan günler geçti ve bu sefer
tekrar görüşmek istedim, ama açmadı telefonu. İlk önce çok üzüldüm; defalarca
aramış, ama hiçbirine cevap alamamıştım. Sonra düşündüm ki; nasıl benim şu an
problemim varsa onun da problemleri vardır.
Peki,
beni neden aramıyordu? Muhtemelen üzmemek için... Neyse inşallah çok kötü bir
şey yaşamıyordur diyerek bundan sonraki ilk karşılaşmamızda kaldığımız yerden
devam edeceğimize olan inançla duayla ondan gelecek bir telefonu bekleyeceğim
galiba. Bir gün muhakkak arayacaktır. O süre zarfında inşallah benim yapmam
gerekip de yapmadığım bir şey olmaz.
Bir süre
sonra Naci geldi Ankara'ya. Yürümükte gerçekten güçlük çekiyordu ve beşinci
kattaki evimizin merdivenlerini çok zor çıkmıştı. Çok kısa bir süre Ankara'da
kalacaktı, ama beni görmeden gitmek istememişti. Naci'yi gördüğüme o kadar
sevindim ki anlatmam mümkün değil. Epey sohbet ettik. Ondan ölürsem mutlaka
cenazeme gelmesini istedim ve o da söz verdi. Karşılıklı ağladık, hem de hüngür
hüngür.
Dile
kolay Atila 35 yıldır ben de 22 yıldır tanıyorum Naci'yi. Eski günleri yâd
ettik, Dilek'in onun için ne kadar değerli olduğunu anlattı bana. İlişkilerine
dair başka da bir şey söylemedi. Neyse öldüğüm gün onun Atila'nın yanında
olmasını istiyorum... bu çok önemli...
Sonra
bir gün Hakan’ların evinde arkadaşlarımla hep birlikte otururken içime bir
sıkıntı çöktü; çocuklar koridorda mutlu mesut koşturuyor, Emira çay, pasta
servisi yapıyor, Fevziye’de ona yardım ediyordu. Birden o fotoğrafta kendimi
göremedim, ben yoktum aralarında.
Bir yıl
sonra belki yine böyle bir araya gelinecek, ama aralarında ben olmayacaktım.
Emira teselli için: “Hepimiz öleceğiz, baksana çevrene bundan yüz sene sonra
kim kalacak ki bu dünyada” dedi. Dediği doğruydu ama bana tesir etmemişti.
Evet,
hepimiz ölecektik, ama ben o an bunu iliklerimde hissediyordum. Korkuyordum.
Ölmek, Allah’ın C.C huzuruna gerçekten çıkmak ve hesap vermek demekti. Bu
dünyada bütün sevdiklerimi terk edip, ahirete gidecek, bir de orada hesap
verecektim. Bu o kadar ağır bir histi ki, tarif etmem hakikaten imkânsız.
Böylelikle
yavaş yavaş çevremden kopmaya ve yavaş yavaş içime kapanmaya başladım. Sonra
bir gün kimseyle görüşmek istemediğimi söyledim arkadaşlarıma. Her şey, ama her
şey ağır gelmeye başlamıştı çünkü… Ben ölecektim ve manasız şeylerle
uğraşmamalıydım, hatta hiçbir şeyle uğraşmayıp hep ölümü düşünmeliydim.
Kanser
olmadan önce geceleri yastığa başımı koyduğumda öldükten sonrası için tefekkür
ederdim. Ettiğimi sanıyormuşum demek daha doğru belki… Oysa ölüm hiç kanserden
sonraki kadar gerçek ve yakın olmamıştı; bunu en küçük hücrelerimde bile
hissediyordum.
Herkese
kızmaya başlamıştım içimden. Mesela Atila’ya kızıyordum; kısa bir süre sonra
ölecektim ve o beni yalnız bırakıp işe gidebiliyordu, Afak okula gidebiliyordu
vs. Ne kadar çabuk alışmışlardı benim öleceğim fikrine, bu kadar çabuk mu
olmalıydı her şey? Bu ve buna benzer milyon tane düşünce işgal etmişti beynimi.
Atila
ile konuştuğumda bana anlayacağım şekilde çok güzel izah etti vaziyeti: “Kanser
şeytanla çok iyi işbirliği yapan bir hastalık. Şeytan’a pirim vermemek lazım.
Sen bunun için uğraşmalısın bence” dedi ki haklıydı.
Bütün bu
düşünceler zihnimi muhtemelen Şeytan’ın iğvası sonucu işgal ediyordu. Buna
katılıyor, ama kendimi bir türlü dışa açılmaya hazır hissetmiyordum. Hayata
dair hevesim ve kuvvetim her geçen gün azalıyordu.
Radyoterapiye
hazırlık için Hacettepe Hastanesi’nden aradılar o sıkıntılı günlerde. Radyasyon
Onkolojisi bölümüne gittim ve sıramı beklerken insanları gözlemlemeye çalıştım.
Bir doktor yanındaki amcaya “O üzerinizdeki çizgiler çıkmayacak, o kısma su
değmeyecek dikkat edeceksiniz” diye tembihte bulunuyordu.
Atila
ile konuşmuştuk, eğer Kemoterapi derlerse reddedecek, radyoterapiyi ise kabul
edecektik. Çünkü Kemoterapi’ye dayanacak bir bünyem olduğuna ikimiz de
inanmıyorduk. O çok ağır bir tedaviydi ve kesinlikle kaldıramazdım. Radyoterapi
ise kırık dökük bilgilerimizle daha hafif bir şeydi sanki.
Radyasyon
onkolojisi doktorunun hastasına tarif ettiği şey, anladığım kadarıyla, benim de
başıma gelecekti. Ama bu iş kaç gün sürecekti, nasıl olacaktı gerçekten hiçbir
fikrim yoktu. Ve şu anda da kendisini saygıyla andığım Dr. Yurdal Bey beni o
dakikalarda odasına çağırdı.
İlk önce
radyoterapinin yan etkilerine dair uzunca bir konuşma yaptı. Ardından bu
zararlı yan etkilerin neler olduğunun yazıldığı bir kâğıdı imzalamam için
uzattı. İçinde muhtemel yeni bir kanserin de bulunduğu yan etkilerin yazdığı o
kâğıdı imzalamakla hayatıma bambaşka bir yön verdiğimi bugün de tıpkı o gün
olduğu gibi hissediyorum.
Garip
makinelerin olduğu bir odaya gittik ardından. Bedenimi bir santim aşağı, yok
olmadı yarım santim yukarı çevirip duruyorlardı. Sonra “dövme” yapılacağı
söylendi. Radyoterapi alacağım ilk ve
asıl bölge mavi bir “dövme” ile belirlendi ve çok canım yandı. Sonra da fizik
mühendisleri ile birlikte ölçüm yapıldı ve çizgiler çekildi, bu muhtelif ve
garip şekilli çizimlerin üzerine de aynı şekillerde şeffaf bantlar
yapıştırıldı.
Ben
masada yatarken elbiselerimin bulunduğu kabinden telefonumun sesi geldi. Gözlerim
daha o an dolmaya başlamıştı. Arayan her kimse acaba o anda nasıl bir hâlde
olduğumu tahmin edebilir miydi? O an sevdiğim birine o kadar çok ihtiyacım
vardı ki anlatamam… Sonradan arayanın Emira olduğunu öğrenecektim, Hacettepe’ye
yakın bir yerdeymiş ve yanıma gelmek istemiş ama ben masada üzerimin çizilmesi
için işkence çekerek yatıyordum.
O odadan
çıktığımda bir de jel almamı önerdiler. Radyoterapinin özellikle sonlarına
doğru cildimde tahriş oluşacakmış ve o jel yardımı ile tahrişin en az şekilde olması
sağlanacakmış. O jeli almadım. Çünkü kendim yıllardır bitkisel tedavi ile ilgileniyordum
ve yetiştirdiğim “Aynısefa Çiçekleri’ni taze olarak toplayıp merhem yapıyordum.
Kullanan arkadaşlarım da çok memnun kalıyorlardı, biliyordum. Belki yanlış
yapıyordum, ama Aynısefa Merhemi kullanmak konusunda kararlıydım.
Bu
işlemler yapılırken Yurdal Bey fırtına gibi bir o yana bir bu yana koşup
duruyor, bütün hastalarına ayrı ayrı yetişmeye çalışıyordu. Ben de bir odadan
diğerine yer değiştiriyordum. Canım yanıyordu, moralim bozulmuştu, o gün
terminal dönemde olduğunu tahmin ettiğim çok hastayla karşılaşmıştım ve gücüm
gerçekten tükenmişti ki bu hastalardan birisi de çocuktu.
Gözlerinin
feri kaçmış, inlemeye bile mecali kalmayan bir çocuk naçar bir babayla öyle
sessizce yatıyordu sedyede. Başka bir teyze başını kıpırdatmaktan bile acizdi
ve yanındakilerin yardımı ile mütemadiyen kusuyordu. Gözümü kapatsam, kulağımı
tıkasam, başımı çevirsem faydasız. Her köşede ayrı bir dram vardı, bir süre
sonra ben de onlar gibi olacaktım işte; kaçmak istiyordum yine, alabildiğine
kaçmak istiyordum. Fakat beklemek
zorundaydım.
Fazla
uzaklaşmayayım, ama hiç olmazsa koridora çıkayım dedim. Bu defa da, başka bir
doktoru bekleyen bir bey yanımda kusmaya başladı. Ben ondan biraz uzaklaşıp
koridorun diğer ucuna gidince o da arkamdan geldi. Adamcağızın hiçbir şey
görecek gözü yoktu, o da insanlardan uzaklaşmak istemişti ve yine yanı başımda
kusuyordu.
Artık
dayanamayacaktım, ağlamaya başladım, dışarı çıkıp Fevziye’yi aradım. “Ben çok
yoruldum, çok yoruldum Fevziş” diyerek ağlıyordum. Canım benim o kadar güzel
şeyler söylüyordu ki ve öyle inanarak söylüyordu ki ”Bunlar geçecek, biraz daha
dayan ne olur, muhakkak geçecek. Hepsi bir imtihan ve sen bu imtihanı
kazanacaksın” diyordu.
Şimdi
düşündüğümde canım Fevziye’mi ne kadar çok üzdüğümü fark ediyor ve mahcup
oluyorum…
Fevziye
ile konuştuktan hemen sonra Müzeyyen ve Emine aradılar. İkisi de işini gücünü
bırakmış kalkıp yanıma geliyordu. Geldiklerinde beni ağlamaktan gözleri şişmiş
bir hâlde buldular. Birlikte çay içmek için Hacettepe’nin girişinde bulunan
pastaneye girdik. Ve girer girmez Dr. Bilgin ve nişanlısı Belgin’i gördük.
Belgin
sanırım Amerika’dan yeni dönmüştü ve nikâh hazırlıkları yapıyorlardı. İkisi de
biraz sıkıntılı gözüküyordu, ama beni o halde görünce Bilgin her zaman ki
samimiyeti ve müspet enerjisi ile o anda içinde bulunduğum durumun hiç de kötü
olmadığını hatta Kadri Altundağ Hocamızın, göğüs kanseri olup da beyne metastaz
yapmış hastalarının bile uzun süredir hayatta olduklarını söyledi.
Başım
ağrıyordu, ağlıyordum, içim bomboştu sanki ama söylediği şeyleri de kafamın bir
yerine yazmıştım.
Emine’nin
ve Müzeyyen’in o gün yanımda olmaları paha biçilmez kıymetteydi.
Bu arada
Bilgin’le Belgin kadar birbirlerine yakışan bir çift az bulunur, bunu da
söylemeden geçemeyeceğim.
Aramalarını
istemediğim için hiç kimse aramıyordu, iyice içime kapanmaya başlamıştım.
Durduk yere ağlıyor niye ağladığımı bile bilmiyordum.
Sonra bir akşam üzeri Mücella çıkageldi. Mücella'yı Fevziye aramıştı; o da zaten kaç
zamandır gelmek istemesine rağmen gelememişti. Ani bir baskınla gelip dışarı
çıkardı beni. Birlikte mantı yedik, gidişatı konuştuk. Kızgınlığım ve
kırgınlığımı ona da ifade ettim.
Mücella
oldukça rasyonel bir mantığa sahipti ve beni dinleyerek anlamaya çalışıyordu. O
an ihtiyacım olan çok doğru bir takım analizler yaptı ve bu dönemin de
geçeceğini söyledi... Ona da bütün bu süreç içerisinde hem doktor olarak hem de
arkadaş olarak verdiği destekten dolayı müteşekkirim.
Bundan
sonraki her şey çok daha parça parça geliyor aklıma, belki de insanlardan
koptuğum o dönemi hiç yazmamalıyım. Evet, en iyisi yazmamak, ama bu
yazdıklarımı bir kanser hastası okuyorsa ve o da bu duyguları yaşadıysa
kendisinin yalnız olmadığını bilecektir. O dönem çok ama çok kötüydü.
Depresyon
ne demekse işte onun dibin bulmuştum galiba. Sevgili Galina inatla her Çarşamba
günü uğruyor ve pazardan bir şeyler alıp getirmiş oluyordu. Jale de yasağa
rağmen uğruyor ve iyi şeyler söyledikten sonra rahatsız etmemek için hemen
gidiyordu. Bir ara Ebubekir aramıştı, “Hocam ne oluyor, aile düzenimiz bozuldu
senin yüzünden. Fevziye çok kötü artık toparlan artık” gibi şeyler söylemişti
espriyle karışık. Ama olmadı mı olmuyordu işte.
Sevgili
Zekiye de artık telefonla aramıyordu, ama benim için bir yazı yazmıştı. O
yazıyı aldığımda neler hissettiğimi anlatmam gayr-ı mümkün. O kadar güzel
şeyler yazıyordu ki, ben bu yazılanlara ve bu sevgiye layık mıyım gerçekten
diye düşünmüştüm. O yazıyı da burada paylaşacaktım, ama sonra okuyunca
mahcubiyetten yüzüm kızardı ve paylaşmamaya karar verdim.
Sonra bir gün sabah erken saatlerde kapımız
çalındı, gelenler Fevziye ve Emira idi. İkisi de baskın yapmıştı. Onlar
geldiğinde ben o gün kendimi nasıl hissettiğimi yazmaya çalışıyor ve
ağlıyordum. Zaten çevremden koptuğum o günlerde mütemadiyen ağlıyordum. İnsanın
evde tek başına ağlamasının aslında komik bir tarafı var.
Düşünsenize,
size ne dur diyen var, ne sus diyen var devamlı hıçkıra, hıçkıra ağlıyorsunuz.
Sonra birden sesiniz nefesiniz kesiliyor duruyorsunuz. Ardından tekrar ağlamaya
başlıyorsunuz. Şimdi düşündüğümde çok komik geldi o hâlim gerçekten.
İkisi de
beni anlamaya çalışarak dinledikten sonra zorla alıp dışarı çıkardılar. yen ibir
yıl yaklaşıyordu ve her taraf ışıl ışıldı. Birlikte çay içip simit yedik.
Fevziye her zaman olduğu gibi hesapları ödedi:))
Neşe Kutlutaş, 25.06.2014, Sonsuz Ark, (İlk Yayın Tarihi, 24.02.2012)