“Fotoğrafın içindeydim; fotoğrafın duyguları
darmadağınıktı.”
Fotoğrafın içindeydim. Fotoğraftaki yıkıntıların
arasında dolaşıyordum. Toz kokusu bile kalmamıştı bombalarla darmadağınık olmuş
evlerde. Çatılar sarkık, kolonlar paramparça; binalar cadde boyu hayalet gibi.
İçleri bomboş; kapılar ve pencereler de uçup gitmiş. Kış soğuklarında ısınmak
için yakmış binlerce insan. O uzun, sonsuzmuş gibi görünen savaş artığı caddede
binlerce insan, uzaktan yakına doğru, fotoğrafın yüzüne fışkıran yerlerinde
belirginleşiyor. Binlerce kafa, binlerce kadın ve erkek yüzü.
Birbirine benzeyen esmer insanlar ve harabeye dönmüş binalar.
Objektifin sihirli dokunuşlarına yakından bakan
bedenlerin, başını öne eğmiş kadınların ve erkeklerin tenlerine kadar sinmiş
bir yok oluş sancısı ya da var oluş direnişi. Ama açık ve sabit olan bir
felaket; görünen binlerce insana karşılık öldürülmüş olan yüz binlerce insanın
kokusu var fotoğrafta. Ölüm kokularının arasında dolaşıyorum. Dokunduğum her
bir insan ölülerinin kokusunu taşıyor ruhunda.
Fotoğraftayım; fotoğraf bir ekranda. Büyük bir ekranda. Picasso’nun ‘Guernica’sı kadar ünlü değil, ama onun kadar gerçek ve dahası ondan daha fazla somut. Ekran büyük bir salonda. Ceylan derisinden koltuklarına kurulmuş iki adam dev ekrandaki fotoğrafa bakıyorlar.
Biri sarışın,
mavi gözlü, kilolu bir melankolik; diğeri sıska, gözlüklü, beyaz tenli, sert
bakışlı bir beyaz. İki adam uzun uzun fotoğrafa baktıktan sonra konuşmaya
başlıyorlar. Fotoğraftaki seslerden uzaklaşıp onlara odaklanıyorum. Nefeslerimi
tutup donuyor ve onları dinliyorum. Nefeslerim içimden dışıma her hamle
yaptıklarında onları sert bir bakışla durduruyor ve fotoğraf kadar sessiz
kalıyorum.
“Mükemmel bir fotoğraf değil mi?” dedi Kilolu Melankolik,
dudaklarının kenarında arsız bir gülümsemeyle.
Koltuğuna daha geniş yaslanmıştı
ve Gözlüklü Sıska’ya merakla bakıyordu.
Gözlüklü Sıska yüzünü yere doğru çevirdi, başını
eğdi ve homurdandı:
“Evet; mükemmel bir fotoğraf… sanırım Picasso
kübik çalışsa da kıskanırdı bu derinliği.”
“Ooo Picasso!” dedi Kilolu Melankolik, “Ama o
bir ressam, fotoğrafçı değil ki?”
“Evet!” dedi Gözlüklü Sıska alaylı alaylı. “Ve
artık o bir ölü, geçmiş zaman kullanmalıydın!”
Kilolu Melankolik keyiflendiğini hissettirir bir
iç çekişle:
“Ben de Guernica’sının bir kopyası var; ama çok
soyut. Çok agresif bir tablo. Savaşa karşı nefretini simgelemiş. Fotoğrafta
savaş dışında her şey var.” dedi.
Gözlüklü Sıska keskin bir bakış harladı yüzünde:
“Tabi, zaten sonuçların manipüle edilmesi çok
daha kolay olduğu için açık bir savaş resmi çizmesi beklenemezdi değil mi?”
dedi, “Senin gibilerin bir servet ödediği tablo savaşı resmetseydi, onu da
pazarlardınız, ama o derinliği ve duyguları yansıtmayı seçti. Sonuçları anlattı.
Doğal olarak siz tablonun ne anlattığını anlatabilmek için savaşı anlatmak
zorunda kaldınız.”
“Zekâsını onaylıyorum; bu doğru, kendisini
anlatan bir savaş kolay geçiştirilebilir, o hikâyesini saklayan bir teknik
denemiş; tabloyu anlamak isteyenler için savaş bütün çirkinliği ile her
seferinde yeniden anlatılıyor. Tabi savaş çirkinse!”
Gözlüklü Sıska kederle hatırlattı:
“Picasso’nun en tanınmış eseri ‘Guernica’ Madrid'de
Reina Sofía Müzesinde; Alman ordularının Guernica kasabasını bombalamasını
anlatıyor. Picasso savaş sürerken, 1937'de üretmiş yapıtını. Bu resim
Picasso'nun savaşa ve Guernica'nın bombalanmasına karşı duyduğu güçlü nefreti iç
içe katlamış. Resimdeki insan ve hayvan figürleri acı, hüzün ve savaşa karşı
duyulan nefreti yansıtmakta.”
Kilolu Melankolik heyecanla tamamladı:
“Biliyorsun değil mi? Picasso, bir sergisi
sırasında kendisine, "Bu resmi siz mi yaptınız" diye soran bir Alman
generaline, "Hayır, siz yaptınız" cevabını vermiş. Cesurca bir çıkış,
ama biraz da aptalca!”
“Aptalca…” diye mırıldandı Gözlüklü Sıska,
“Savaşa karşı çıkmak aptalca geliyor hepinize, insanların nasıl acı çektiğinin
önemi yok sizin için. Öldürülen oğullar, babalar, eşler ve bombardımanda yok
olan kentler, köyler, yaşlılar, kadınlar ve çocuklar. Sonrası uzun masalsı
trajediler.”
“Saçmalıyorsun!” diye bağırdı Kilolu Melankolik,“Eğer
yüzyılın başlarında iki savaş olmasaydı, bugün dünyada en gelişmiş medeniyete
ulaşamazdık. Sen felsefenle, düşüncenle toplumsal statü elde edemezdin, ülken
dünyayı yöneten bir ülke olamazdı ve sen 3. Dünya ülkelerinden birinde olduğu
gibi tarlalarda, üçüncü sınıf atölyelerde karnını doyurmaya çalışan bir zavallı
olurdun!”
“Haklısın!” diye bağırdı Gözlüklü Sıska, “Senin
ülken asil ölü soyuculuğunu sürdüremezdi yüzlerce yıl olduğu gibi. Silah
satamazdı ülkelerimiz ve silah almak için bütün değerlerini satıp savuran
kurbanlarımız olmazdı. Kadınlar fahişeliğe zorlanmaz, geride kalan çocuklar
aşağılık kompleksiyle acımasız duygularımızın basit birer heyecanı hâline
gelmezlerdi. Kadınlarımız gelişmiş haklarını ballandıra ballandıra soyup mahvettiğimiz ülkelere tepeden
anlatmazlardı.”
“Senin bir aylık gelirin bir Suriyeli’nin yüz yılda
kazanabileceğinden daha fazla. Neyi kanıtlamaya çalışıyorsun sen? Kendi hayat
standartlarından vazgeçmeden, sana bu standartları sağlayan politikaları eleştiremezsin!
Ekonomik kriz hepimizi sarstı, ben ve ailemiz yüzlerce yıllık işletmelerimizi
kaybetmek üzereyiz. Savaş endüstrisi değil sadece riskte olan, ekonominin bütün
finans kanalları tıkandı. Savaş ekonomisi bu tıkanıklığı gidermek için en iyi,
en hızlı, en etkili çözümdü. Suriye bir savaş almaşığıydı ve biz Suriye’den
Irak’a, İran’a, Türkiye’ye, Suudi Hanedanlığı’na, Körfez emirliklerine,
Lübnan’a sıçrayabilecek bir şekilde bir savaş planlamasaydık, tamamen iflas
edecektik. Bunu mu istiyordun?”
“Ölüler… yüz binlerce, milyonlarca ölü.
Suriye’de muhaliflere ayrı, Diktatör Esed’e ayrı kanallardan silah satıyoruz.
Savaş yıllarca sürsün ve hedefimizdeki ülkeler kaoslarla boğuşurken biz onları
kendimize mahkûm edelim. Silah satalım, kimyasal bombalar verelim. Sonra
barıştan bahsedelim, savaş mağdurlarına yardım kampanyaları düzenleyelim.
Çizdiğimiz haritalarla, ürettiğimiz sistemlerle ve diktatörlerle onların
paralarını, petrollerini, hayatlarını birkaç yüzyıldır zaten alıyoruz, doğrudan
bir savaşa ne gerek vardı?”
Kilolu Melankolik birdenbire hüzünlendi,
kasıntılı gücünü yitirmişti:
“Tarih varsılların savaşlarını yoksulların
hayatları üzerinden yürüttüğünü anlatır, bunu hiçbirimiz değiştiremeyiz; herkes
hayat standartlarını korumak istiyor. Sen de değiştiremezsin bunu.
Değiştiremeyeceğini göreceğiz. Seni ve senin gibileri kimse dinlemez. Son
nefesimize kadar bunu yapmak zorundayız. Kaddafi’nin tepesine indiğimizde
yapacak çok fazla şeyimiz yoktu. Bütün sırlarımızı biliyordu, Saddam gibi o da
ölmeliydi. Petrole eskisi kadar hükmedemiyorduk, dünya büyük bir krizin
içindeydi. Çaresizdik!”
“Bu fotoğrafı biz yaptık, bunu itiraf ediyorsun.
Melankolik oluşun seninle konuşmamı, dostluk kurmamı sağlayan tek unsur değil,
aynı zamanda açık sözlüsün. Ama bu seni katil diye nitelendirmeme engel değil.
Fotoğraftaki herkese borçlusun. Ölülerin kokusunu duymuyor olamazsın, ölülerin
haykırışlarını hissetmiyor olman imkânsız. Nasıl yaşayabiliyorsun sen!”
“Dostum!” dedi hüzünlü bir sesle Kilolu
Melankolik, “Yaşamak için öldürüyoruz hepimiz; vahşi doğadaki hayvan gibiyiz,
onlardan farkımız ihtiyacımız olandan daha fazlasını öldürüyor olmak; bunu
yapabildiğimiz için de yaşayabiliyoruz. Düşünsene Çin’de bir milyar üç yüz elli
milyon, Hindistan’da bir milyar iki yüz milyon insan bizim için çalışıyor.
Dünyanın geri kalanını saymıyorum. Sadece Avrupa, İngiliz Milletler Topluluğu
ve Kuzey Amerika olarak beş ya da altı yüz bin insan, dünyanın geri kalan altı
milyar dört yüz milyon insanını açıkça sömürmese şu andaki hayat standartlarını
koruyamaz. Farklı açılardan bakarsak, biz onları sömürmesek ve kısıtlı bir
alana hapsetmesek korkunç nüfuslarıyla zaten bolluk içinde yaşayamazlar.”
“Onları birbirleri ile savaşmaya zorlamamız
gerekmezdi. Herhangi bir risk gördüğümüzde sorun üretip onları birbirleriyle
savaşmaları için kışkırtıyoruz. Sömürmek yetmiyor bize. Sürünerek de olsa
yaşamalarından rahatsız oluyoruz. Çocuklarını çalıyoruz, organlarını alıyoruz.
Bu hayvanca bile olamayacak kadar alçak bir durum!” dedi Gözlüklü Sıska. “Onları
yitirdikleri maddenin dışında duygusal kırıma uğratıyoruz ve sinemayla,
edebiyatla aldatmaya, haklı görünmeye çalışıyoruz. Oysa çocuklar kaybettikleri
annelerini, babalarını ve kardeşlerini özleyerek büyüyorlar; onlar gibi öleceklerinden
korkuyorlar. Dinleri fark etmiyor; umutlarını çaldık dünyanın. Bu beni
kahrediyor.”
Sonu gelmeyecek olan bu türden bir sohbetin bu
kısmında fotoğrafı yeniden gezdim. Herkesin her şeyi bildiği bu dünyada,
insanlar neden itiraz etmiyorlardı ki? Neden eylemsizlik kararı alıp ötekilerle
işbirliği yapmıyorlardı ki? Ölmek için uzlaştıkları kadar ölmemek için de
uzlaşsalardı, bunlar olmayacaktı.
Fotoğrafın içindeydim; fotoğrafın duyguları
darmadağınıktı. Ölülerin kokusu sinmişti harabeye dönmüş kentteki dirilerinin
ruhuna. Her insan kendi acılarını sarınmıştı ve diğerini göremeyecek kadar yok
olmuştu. Acı direnişin rengi olamayacak kadar anlık ve sürekli olandı. Açlıksa insanı yaşamaya sürükleyen ve bu fotoğrafı var yapan en acımasız halattı.
Mustafa Ege – Salı, 08/07/2014
–23:02/ İz Etki Ekinoksları 30