9 Temmuz 2014 Çarşamba

SA761/ME30: Ölülerin Kokusu

“Fotoğrafın içindeydim; fotoğrafın duyguları darmadağınıktı.”

Fotoğrafın içindeydim. Fotoğraftaki yıkıntıların arasında dolaşıyordum. Toz kokusu bile kalmamıştı bombalarla darmadağınık olmuş evlerde. Çatılar sarkık, kolonlar paramparça; binalar cadde boyu hayalet gibi. İçleri bomboş; kapılar ve pencereler de uçup gitmiş. Kış soğuklarında ısınmak için yakmış binlerce insan. O uzun, sonsuzmuş gibi görünen savaş artığı caddede binlerce insan, uzaktan yakına doğru, fotoğrafın yüzüne fışkıran yerlerinde belirginleşiyor. Binlerce kafa, binlerce kadın ve erkek yüzü. Birbirine benzeyen esmer insanlar ve harabeye dönmüş binalar.

Objektifin sihirli dokunuşlarına yakından bakan bedenlerin, başını öne eğmiş kadınların ve erkeklerin tenlerine kadar sinmiş bir yok oluş sancısı ya da var oluş direnişi. Ama açık ve sabit olan bir felaket; görünen binlerce insana karşılık öldürülmüş olan yüz binlerce insanın kokusu var fotoğrafta. Ölüm kokularının arasında dolaşıyorum. Dokunduğum her bir insan ölülerinin kokusunu taşıyor ruhunda.

Fotoğraftayım; fotoğraf bir ekranda. Büyük bir ekranda. Picasso’nun ‘Guernica’sı kadar ünlü değil, ama onun kadar gerçek ve dahası ondan daha fazla somut. Ekran büyük bir salonda. Ceylan derisinden koltuklarına kurulmuş iki adam dev ekrandaki fotoğrafa bakıyorlar. 


Biri sarışın, mavi gözlü, kilolu bir melankolik; diğeri sıska, gözlüklü, beyaz tenli, sert bakışlı bir beyaz. İki adam uzun uzun fotoğrafa baktıktan sonra konuşmaya başlıyorlar. Fotoğraftaki seslerden uzaklaşıp onlara odaklanıyorum. Nefeslerimi tutup donuyor ve onları dinliyorum. Nefeslerim içimden dışıma her hamle yaptıklarında onları sert bir bakışla durduruyor ve fotoğraf kadar sessiz kalıyorum.

“Mükemmel bir fotoğraf değil mi?” dedi Kilolu Melankolik, dudaklarının kenarında arsız bir gülümsemeyle. 

Koltuğuna daha geniş yaslanmıştı ve Gözlüklü Sıska’ya merakla bakıyordu.

Gözlüklü Sıska yüzünü yere doğru çevirdi, başını eğdi ve homurdandı:

“Evet; mükemmel bir fotoğraf… sanırım Picasso kübik çalışsa da kıskanırdı bu derinliği.”

“Ooo Picasso!” dedi Kilolu Melankolik, “Ama o bir ressam, fotoğrafçı değil ki?”

“Evet!” dedi Gözlüklü Sıska alaylı alaylı. “Ve artık o bir ölü, geçmiş zaman kullanmalıydın!”

Kilolu Melankolik keyiflendiğini hissettirir bir iç çekişle:

“Ben de Guernica’sının bir kopyası var; ama çok soyut. Çok agresif bir tablo. Savaşa karşı nefretini simgelemiş. Fotoğrafta savaş dışında her şey var.” dedi.

Gözlüklü Sıska keskin bir bakış harladı yüzünde:

“Tabi, zaten sonuçların manipüle edilmesi çok daha kolay olduğu için açık bir savaş resmi çizmesi beklenemezdi değil mi?” dedi, “Senin gibilerin bir servet ödediği tablo savaşı resmetseydi, onu da pazarlardınız, ama o derinliği ve duyguları yansıtmayı seçti. Sonuçları anlattı. Doğal olarak siz tablonun ne anlattığını anlatabilmek için savaşı anlatmak zorunda kaldınız.”

“Zekâsını onaylıyorum; bu doğru, kendisini anlatan bir savaş kolay geçiştirilebilir, o hikâyesini saklayan bir teknik denemiş; tabloyu anlamak isteyenler için savaş bütün çirkinliği ile her seferinde yeniden anlatılıyor. Tabi savaş çirkinse!”

Gözlüklü Sıska kederle hatırlattı:

“Picasso’nun en tanınmış eseri ‘Guernica’ Madrid'de Reina Sofía Müzesinde; Alman ordularının Guernica kasabasını bombalamasını anlatıyor. Picasso savaş sürerken, 1937'de üretmiş yapıtını. Bu resim Picasso'nun savaşa ve Guernica'nın bombalanmasına karşı duyduğu güçlü nefreti iç içe katlamış. Resimdeki insan ve hayvan figürleri acı, hüzün ve savaşa karşı duyulan nefreti yansıtmakta.”

Kilolu Melankolik heyecanla tamamladı:

“Biliyorsun değil mi? Picasso, bir sergisi sırasında kendisine, "Bu resmi siz mi yaptınız" diye soran bir Alman generaline, "Hayır, siz yaptınız" cevabını vermiş. Cesurca bir çıkış, ama biraz da aptalca!”

“Aptalca…” diye mırıldandı Gözlüklü Sıska, “Savaşa karşı çıkmak aptalca geliyor hepinize, insanların nasıl acı çektiğinin önemi yok sizin için. Öldürülen oğullar, babalar, eşler ve bombardımanda yok olan kentler, köyler, yaşlılar, kadınlar ve çocuklar. Sonrası uzun masalsı trajediler.”

“Saçmalıyorsun!” diye bağırdı Kilolu Melankolik,“Eğer yüzyılın başlarında iki savaş olmasaydı, bugün dünyada en gelişmiş medeniyete ulaşamazdık. Sen felsefenle, düşüncenle toplumsal statü elde edemezdin, ülken dünyayı yöneten bir ülke olamazdı ve sen 3. Dünya ülkelerinden birinde olduğu gibi tarlalarda, üçüncü sınıf atölyelerde karnını doyurmaya çalışan bir zavallı olurdun!”

“Haklısın!” diye bağırdı Gözlüklü Sıska, “Senin ülken asil ölü soyuculuğunu sürdüremezdi yüzlerce yıl olduğu gibi. Silah satamazdı ülkelerimiz ve silah almak için bütün değerlerini satıp savuran kurbanlarımız olmazdı. Kadınlar fahişeliğe zorlanmaz, geride kalan çocuklar aşağılık kompleksiyle acımasız duygularımızın basit birer heyecanı hâline gelmezlerdi. Kadınlarımız gelişmiş haklarını ballandıra ballandıra soyup  mahvettiğimiz ülkelere tepeden anlatmazlardı.”

“Senin bir aylık gelirin bir Suriyeli’nin yüz yılda kazanabileceğinden daha fazla. Neyi kanıtlamaya çalışıyorsun sen? Kendi hayat standartlarından vazgeçmeden, sana bu standartları sağlayan politikaları eleştiremezsin! Ekonomik kriz hepimizi sarstı, ben ve ailemiz yüzlerce yıllık işletmelerimizi kaybetmek üzereyiz. Savaş endüstrisi değil sadece riskte olan, ekonominin bütün finans kanalları tıkandı. Savaş ekonomisi bu tıkanıklığı gidermek için en iyi, en hızlı, en etkili çözümdü. Suriye bir savaş almaşığıydı ve biz Suriye’den Irak’a, İran’a, Türkiye’ye, Suudi Hanedanlığı’na, Körfez emirliklerine, Lübnan’a sıçrayabilecek bir şekilde bir savaş planlamasaydık, tamamen iflas edecektik. Bunu mu istiyordun?”

“Ölüler… yüz binlerce, milyonlarca ölü. Suriye’de muhaliflere ayrı, Diktatör Esed’e ayrı kanallardan silah satıyoruz. Savaş yıllarca sürsün ve hedefimizdeki ülkeler kaoslarla boğuşurken biz onları kendimize mahkûm edelim. Silah satalım, kimyasal bombalar verelim. Sonra barıştan bahsedelim, savaş mağdurlarına yardım kampanyaları düzenleyelim. Çizdiğimiz haritalarla, ürettiğimiz sistemlerle ve diktatörlerle onların paralarını, petrollerini, hayatlarını birkaç yüzyıldır zaten alıyoruz, doğrudan bir savaşa ne gerek vardı?”

Kilolu Melankolik birdenbire hüzünlendi, kasıntılı gücünü yitirmişti:

“Tarih varsılların savaşlarını yoksulların hayatları üzerinden yürüttüğünü anlatır, bunu hiçbirimiz değiştiremeyiz; herkes hayat standartlarını korumak istiyor. Sen de değiştiremezsin bunu. Değiştiremeyeceğini göreceğiz. Seni ve senin gibileri kimse dinlemez. Son nefesimize kadar bunu yapmak zorundayız. Kaddafi’nin tepesine indiğimizde yapacak çok fazla şeyimiz yoktu. Bütün sırlarımızı biliyordu, Saddam gibi o da ölmeliydi. Petrole eskisi kadar hükmedemiyorduk, dünya büyük bir krizin içindeydi. Çaresizdik!”

“Bu fotoğrafı biz yaptık, bunu itiraf ediyorsun. Melankolik oluşun seninle konuşmamı, dostluk kurmamı sağlayan tek unsur değil, aynı zamanda açık sözlüsün. Ama bu seni katil diye nitelendirmeme engel değil. Fotoğraftaki herkese borçlusun. Ölülerin kokusunu duymuyor olamazsın, ölülerin haykırışlarını hissetmiyor olman imkânsız. Nasıl yaşayabiliyorsun sen!”

“Dostum!” dedi hüzünlü bir sesle Kilolu Melankolik, “Yaşamak için öldürüyoruz hepimiz; vahşi doğadaki hayvan gibiyiz, onlardan farkımız ihtiyacımız olandan daha fazlasını öldürüyor olmak; bunu yapabildiğimiz için de yaşayabiliyoruz. Düşünsene Çin’de bir milyar üç yüz elli milyon, Hindistan’da bir milyar iki yüz milyon insan bizim için çalışıyor. Dünyanın geri kalanını saymıyorum. Sadece Avrupa, İngiliz Milletler Topluluğu ve Kuzey Amerika olarak beş ya da altı yüz bin insan, dünyanın geri kalan altı milyar dört yüz milyon insanını açıkça sömürmese şu andaki hayat standartlarını koruyamaz. Farklı açılardan bakarsak, biz onları sömürmesek ve kısıtlı bir alana hapsetmesek korkunç nüfuslarıyla zaten bolluk içinde yaşayamazlar.”

“Onları birbirleri ile savaşmaya zorlamamız gerekmezdi. Herhangi bir risk gördüğümüzde sorun üretip onları birbirleriyle savaşmaları için kışkırtıyoruz. Sömürmek yetmiyor bize. Sürünerek de olsa yaşamalarından rahatsız oluyoruz. Çocuklarını çalıyoruz, organlarını alıyoruz. Bu hayvanca bile olamayacak kadar alçak bir durum!” dedi Gözlüklü Sıska. “Onları yitirdikleri maddenin dışında duygusal kırıma uğratıyoruz ve sinemayla, edebiyatla aldatmaya, haklı görünmeye çalışıyoruz. Oysa çocuklar kaybettikleri annelerini, babalarını ve kardeşlerini özleyerek büyüyorlar; onlar gibi öleceklerinden korkuyorlar. Dinleri fark etmiyor; umutlarını çaldık dünyanın. Bu beni kahrediyor.”

Sonu gelmeyecek olan bu türden bir sohbetin bu kısmında fotoğrafı yeniden gezdim. Herkesin her şeyi bildiği bu dünyada, insanlar neden itiraz etmiyorlardı ki? Neden eylemsizlik kararı alıp ötekilerle işbirliği yapmıyorlardı ki? Ölmek için uzlaştıkları kadar ölmemek için de uzlaşsalardı, bunlar olmayacaktı.

Fotoğrafın içindeydim; fotoğrafın duyguları darmadağınıktı. Ölülerin kokusu sinmişti harabeye dönmüş kentteki dirilerinin ruhuna. Her insan kendi acılarını sarınmıştı ve diğerini göremeyecek kadar yok olmuştu. Acı direnişin rengi olamayacak kadar anlık ve sürekli olandı. Açlıksa insanı yaşamaya sürükleyen ve bu fotoğrafı var yapan en acımasız halattı.


Mustafa Ege – Salı, 08/07/2014 –23:02/ İz Etki Ekinoksları 30




Seçkin Deniz Twitter Akışı