9 Temmuz 2014 Çarşamba

SA762/ KY5-PT24: Kiziroğlu Mustafa Bey/ Roman- 3/5: Düello- Son

Kiziroğlu Mustafa Bey


-5-
Son
Hüsam Dayı kaygılı kaygılı kulübelerin etrafında dolaşıp duruyordu. Herkes kalkmıştı; sancağa gidiş için hazırlığa başlamışlardı. Ama Kiziroğlu ile Şehmuz tembellik edip kulübelerinden çıkmamışlardı. Yeni evlilere biraz daha süre vermeyi uygun bulup kapılarını çalmamıştı, ama bu kadarı da fazlaydı.

Kiziroğlu’nun kaldığı kulübenin önüne gidip, “Ulan tembel herif akşam olacak, daha sancağa ineceğiz!” diye bağırdı. Kimse ses vermedi; atların bulunduğu yere gitti. Ne Kiziroğlu’nun küheylanı ne de Şehmuz’un doru yerinde değildi.

“Vay edepsizler!” deyip hızla Gürer’i aradı. Sabah çayını hazırlayan Selo belirdi karşısında. “O ikisinin atları yok.. sen gördün mü?” diye sordu Selahattin’e. “Küheylana Mehmet Ali’yi binerken gördüm Dayı.. Döngel’in hediyesini götürecek diye biliyorum. Şehmuz ağadan haberim yok!” cevabını verdi.

Yeniden kulübelere yöneldi Hüsam Dayı. İlkin Şehrinaz çıktı kulübesinden. Hüsam Dayı öfkeyle “Şehmuz nerede kızım?” diye sordu. Şehrinaz sakince “Erkenden sancağa indi. Ortalığı kolaçan edecekmiş.. bana öyle dedi.”

“Ne zaman gitti?”

“Daha güneş doğmamıştı..”

Aysema da kulübesinden çıkmıştı. Gözleri yaşlıydı. Yapmacık bir gülüşle:

“Hayırlı sabahlar Dayı.. uyuya kalmışım!” dedi.

“Kahretsin.. çocuk gibi bunlar.. çocuk gibi her biri! Hadi bir iki lokma bir şey yeyin. Biz sancağa ineceğiz!” deyip yanlarından ayrıldı. “Bu iki serseri bana oyun oynadılar.. ben de sizi falakaya yatırayım da görün!” dedi içinden.

Kiziroğlu çamlar düzüne varıp dere kenarında atından indi. Yularını başından geçirip bıraktı. Eğer sülün iti yalan demediyse Köroğlu buralarda bir yerde olmalıydı. Atının yularını eline alıp ağır adımlarla dere boyunca yürüdüler.

İri bir söğüt ağacına sırtını vermiş çoban kılığında birini görünce adımlarını yavaşlattı. Bu o muydu acaba? Epey yaklaştı. Adam kahve içiyordu. Hemen yanı başında bembeyaz bir at çayırın sıska otlarından otluyordu. Kendisini ilk fark eden kırat olmuştu, başını kaldırıp tedirgin biçimde kişnemişti.

Küheylan karşılık verdi bu kişnemeye. Ağaca sırtını yaslayıp kahvesini yudumlayan adam şöyle bir toparlandı. Sağında eğri kınlı bir kılıç hemen elinin altındaydı. Kiziroğlu atının yularını bırakıp elini kılıcının kabzası üstüne koydu kendisine hiç oralı adama selam verdi. Adam sakince aldı selamını.

“Hayırdır yiğidim” dedi Kiziroğlu tok bir sesle. “Buralarda seni daha önce hiç görmedim.. aradığın nedir? Yabancısın her hal!”

Köroğlu aynı ses tonuyla:

“Doğrudur yiğidim.. yabancıyım. Mesleğim çobanlıktır.. geldiğim yerde doğru dürüst sürü kalmamıştır. Kiminin sürüsünü kurt kapmış, kimininkine tilkiler el koymuş!” dedi imalı.

Kiziroğlu elinin altındaki kılıcı gösterip, “Eh şu gösterişli kılıç da kurtlar tilkiler için olsa gerek!” karşılık verdi.

Köroğlu güldü:. “Doğru dersin.. de o kılıç uğrular içindir.. garip bir çobanım hanımım da benimle birlikte.. ya sen ne iş tutarsın.. hem öyle uzak durma buyur bir kahvemi iç!” dedi.

Çıkınından bir fincan çıkarıp hazır kahvesinden doldurup az berideki ağaca sırtını verip oturan Kiziroğlu’na uzattı. Kiziroğlu kahveyi alıp bir yudum içti. Birkaç gün evvelki adamın söyledikleri aklına geldi.

“Keşke içmeseydim!” diye geçirdi içinden. Elinde olmadan güldü.

Köroğlu:

“Neşeli bir yiğide benziyorsun.. sen ne iş yaparsın.. kurt avında mısın tilki avında mı?”

Kiziroğlu kahveden bir yudum daha içti:

“Ben çoban değilim ağa.. garip bir gezginim.. ne kurt peşindeyim ne kuzu!”

Köroğlu bir gözünü yumup sordu:

“Pek de yaman bir gezgin olmalısın.. altındaki at.. belindeki kılıç!”

Kiziroğlu kahvesinin kalanını bir yudumda içip fincanı Köroğlu’na uzattı.“Daha fazla oyuna gerek yok Köroğlu!” diye bir nara attı. Kılıcını kaşla göz arası kınından çekmiş Köroğlu’nun karşısına dikilmişti. Köroğlu da aynı hızla eğri kılıcını çekip hamleyi savuşturmak için ayaklanmıştı. Küheylan ile Kırat ta binicileri gibi bir birlerini biraz yoklayıp uzaklaşmışlar bakışlarıyla bir birlerini korkutup geriletmeye uğraşıyorlardı.

“Adımı biliyorsun yiğidim.. sen de adını bağışla ki kimin canını aldığımı bileyim!” dedi Köroğlu alay ederek.

Kiziroğlu öfkesini gemleyip “Adımı bilmezlikten mi geliyorsun.. seni üstüme salan efendilerin adımı söylemediler mi?” cevabını verdi.

“Ben kedimden başkasını bilmem bire gafil.. ama sanırım sen beylerle bir olup garibanların canını alan Kiziroğlu olmalısın.. durma hele hamle et!” deyip Kiziroğlu’na öldürücü bir hamle etti.

Kiziroğlu kendi etrafında yarım dönüşle güçlükle savuşturdu bu hamleyi. “Gerçekten yaman mış bu Köroğlu!” dedi içinden ve gülerek “Hepsi bu mu beyler adına yol kesen uğru!” “Doğrusu efendisi olan bir çomar için fena değilmişsin be Kiziroğlu!”

Hamle sırası Kiziroğlu’ndaydı. Var gücüyle en iyi bildiği kılıç kesme hamlesiyle saldırdı Köroğlu’nun üzerine. Köroğlu yana kaçarak savuşturdu bu hamleyi. Ama fark edemediği bir kütüğe ayağı takılıp sırt üstü yere düştü. Dünya başına yıkılmıştı Köroğlu’nun. “Başkasının çöplüğünde ötmek o kadar kolay değilmiş!” demek ki dedi içinden. İşin kötüsü kılıcı da epey uzağa düşmüştü. “Buraya kadarmış!” dedi içinden.

Kiziroğlu böyle bir şeyi beklememişti doğrusu. Küheylan da Kıratı önüne katmış yenilgiyi kabul ettirmişti. 

“Pek de temiz yüzlü biri be Kiziroğlu!” diye iç geçirdi Kiziroğlu. Son hamleyi yapmaya içi bir türlü el vermiyordu.

Kılıcını yere indirip, “İnsan bilmediği yerlerde cenke çıkınca sağını solunu iyi bellemeli be Köroğlu! Var kılıcını al!” dedi. Köroğlu yerinden yavaşça doğruldu. Bir iki adım ötesine fırlayan eğri kılıcını aldı. Kılıcını kaldırmadan baktı Kiziroğlu’na.

“Mert yiğit biriymişsin Kiziroğlu ne diye beyler gibi zulmedersin!” dedi hayıflanarak.

“Zavallı Köroğlu..” dedi Kiziroğlu acıyarak. “Oysa beyler seni benim hışmımdan korunmak için çağırmışlar diye duydum!”

İki genç şaşkınlıkla baktılar birbirlerine. Binicilerin dövüşü bıraktığını gören atlar da sakinleşmişlerdir. Yan yana kafalarını hızlı hızlı sallayarak kendilerine doğru geldiler. Yanı başlarında durdular.

Kiziroğlu, “Eh Köroğlu şu atlar kadar olamadık değil mi?” dedi efkarlı bir sesle. Köroğlu Kiziroğlu’na hak vermesine hak veriyordu, ama bastığı yeri göremeyişine için için öylesine öfkeyle dolup taşıyordu ki, bu öfke ile ne diyeceğini bilemez duruma gelmişti.

“Var git Köroğlu artık sana kılıcım kalkmaz.. ama ola ki bu vuruşmamızı kimse bilmesin.. sen ben ve bir de -kendilerini merakla süzen atları gösterip- bu vefakâr yoldaşlarımızdan başkasının bilmesine gerek yok!” dedi.

Köroğlu için için vuruşmayı istese de oyuna getirilmiş olmanın ve daha ilk hamlede yere serilmenin utancıyla atına atladı rüzgâr gibi bir fersah ötede ki Nigar Hanım’ın beklediği çadıra doğru sürdü kıratı.  Kiziroğlu bir süre beklemiş sonra da küheylanın üzerine bir sıçrayışta binip Köroğlu’nun gittiği yöne tırısa kaldırmıştı Küheylanı.

Sarı Fuat yirmi kişilik maiyeti ile hayretler içerisinde izlemişti olan biteni. Ters gitmeyen ne vardı ki? En az elli kişi olmayı kurmuşlar ola ola yirmi kişi olmuşlardı. Mirsat ile Musa yolda kendilerine katılınca sayıları yirmi iki olmuştu. Bu da hiç hoşuna gitmemişti Sarı'nın.

“Ulan hani Çopur da birkaç askerle bize katılacaktı?” diye söylenip durdu kendi kendine. Döngel Murat da göndere göndere beş kişi ancak göndermişti. Bu iki eşkıya yalnız bile olsa başa çıkamayacakları ortadaydı. Ne yanındakiler onlar gibi kılıç kullanmakta mahirdiler ne atları onların atları kadar hızlı idiler. Ok üşürseler ne olacak cambaz gibi görünmez kanatları olan atlarının sağ ya da sol böğürlerine öyle bir saklanırlardı ki.. peh!

“Ulan bu iblisler niye vuruşmazlar!” dedi yüksek sesle. “Köroğlu dedikleri eşkıyanın yaman silahşörlüğü bu kadar mıymış!” diye söylendi Kiziroğlu’nun hamlesiyle düştüğünü görünce. Musa ile Mirsat “Tüh!” diye hayıflanmışlardı. Kiziroğlu Köroğlu’nun peşinden gidince kendileri de sakınarak onların peşlerine düştüler.

Kiziroğlu:

 “Yiğit miğit dedik.. bakalım hanımına bir şey anlatır mı? Eh hanımı onu öyle perişan görünce elbet ne olduğunu soracaktır. Köroğlu da erkek olduğuna göre kadınına kendini methedecektir. Böyle bir şey olursa bu kez hiç düşünmem çalarım kılıcı başına!” diye mırıldanıyordu kendi kendine.

Köroğlu’nun çadırını göründüğünde atından aşağı indi. Sessizce çadıra sokuldu. Köroğlu biraz önce öfke ile çadırdan içeri dalmış kös kös oturmuş, yumruklarını sıkıyor, dudaklarını ısırıyordu. Nigâr Hanım bir süre sessizce izledi Köroğlu’nu. Öfkesinin geçmesini bekledi. Gönül verip ardına düştüğü cenklerinde bile yanından ayrılmadığı yiğidinin fena örselendiğini anlamıştı. Öyle ki adam başını kaldırıp kendisine bakmaya bile utanır gibiydi. Usulca yanına sokuldu. Sol elini eline zorla aldı. Yanağına götürdü:

“De hele yiğidim.. de hele seni böyle örseleyen kimdir? Nedir?” dedi şefkatle.

Köroğlu yutkundu.. utanmasa ağlardı. Elini kadının elinden kurtarmak istedi. Nigâr’ın inatçılığı üstündeydi.

“Canımı al.. öyle al elini elimden!” diye söylendi. “Hadi yiğidim, erim merd-i meydanım de hele de kurtar beni meraktan!”

Köroğlu derin bir nefes alıp verdi.

“Ben böyle yiğit birini daha görür müyüm bilmem Nigârım..”

Nigâr merakla, “Ağam kim.. paşam kim bu?” diye sordu. Köroğlu “Bir beyin oğlu.. ilbeyin oğlu.. yiğit oğlu yiğit. Bir vuruşta beni yere çaldı. Evet belki ayağım görmediğim bir kütüğe takıldı takılmasına ama o vuruş karşısında dağlar bile duramazdı. Kütük beni kurtaran oldu Nigârım..”

“Peki adını niye bağışlamıyorsun yiğidim?” diye üsteledi kadın. “Dedim ya Nigârım.. dünyalığım ahretliğim dedim ya ilbeyin oğlu.. Kiziroğlu Mustafa Bey, Nigârım.. Kiziroğlu Mustafa Bey.. bir atı var ki aklın durur.. Kiziroğlu beni suya tepecekti neredeyse atı da Kırata yol vermez yaman bir Küheylandı!”

Kiziroğlu Köroğlu’nun kendisi için koştuğu methiyeleri duyunca duygulandı. Gözleri yaşardı. “Hakikatli bir yiğit imiş bu Köroğlu!” dedi kendi kendine. “Hangi erkek kadınına bir başkasına alt olduğunu söyleyebilecek kadar mert olabilir ki? Beni kesseler, kör testerelerle derimi yüzseler dedirtemezler.. hakket benden daha yiğit, yiğit oğlu bir yiğit imiş!” diye iç geçirdi.

“Şu üzerine gittiğimiz Kiziroğlu mu? Garibanların canını yaktığı söylenen!”

Köroğlu hiddetle elini çekti Nigârın elinden:

 “Bizi bir birimize kırdırmak için kurtların, tilkilerin yalanı, hilesi desise imiş.. gerçeği öğrendik öğrendik, ama pek pahalı bir ders oldu!” diye karşılık verdi.

Kiziroğlu tatlı ahenkli bir sesle çadırdakilere seslendi:

“Destur var mı yiğitleri yiğidi Köroğlu? Tadı ağzımda kaldı ikram ettiğin acı kahvenin.. tekrarı var mı?”
Köroğlu sesin sahibini tanımış bir solukta fırlamıştı çadırdan.

“Hay deli oğlan.. hay yiğidim.. hay can dostum.. sen gelmesen ben düşerdim ardına.. içimden dedim inşallah düşer ardıma.. konuğum olur can kardeşim! Demek duydun sesimi ve düştün ardıma!” dedi. öyle bir can-ı gönülden sarıldı ki Kiziroğlu’na, Kiziroğlu’nun nefesi kesilecekti neredeyse.

“Geldim ya Köroğlu.. duydum sesini düştüm ardına can dostum!” karşılığını verdi.

Nigâr Hanım gıpta bile baktı iki çocuk gibi sarmaş dolaş olmuş iki adama. Her ikisinin de gözleri yaşarmıştı. El ele tutuşmuşlar, ellerini bırakmadan ayrılıp ayrılıp bir birlerine bakıyor sonra yeniden sarılıyorlardı.

Nigâr Hanım tatlı bir sesle:

“Yiğit arkadaşını tanıştırmayacak mısın Köroğlu?” dedi.

Köroğlu, Kiziroğlu’nun bir elini sımsıkı tutmuş diğer eliyle de “İşte benim dünyalığım.. ahretliğim gözümün ışığı, senin de dünya ahret bacın Nigâr Hanım!” diye tanıttı eşini.

Kiziroğlu edeple başını eğdi:

“Bacı memnun oldum.. hamlığı toyluğuma ver.. böyle eli boş geldiğim için!”

Sarı Fuat fırsat bu fırsat deyip saldırmayı düşündü adamlarına yılan sesine benzer bir sesle fısıldadı:

“Davranın yiğitler bu iki eşkıya tanışlıktan sarhoş iken varalım üzerlerine bitirelim şunları!”

Her biri Köroğlu’nun çadırına doğru naralar atarak dörtnala sürdüler atlarını. Dört bir yandan üzerlerine gelen bu sırtlan sürüsü iki yiğidin aklını başlarına almalarını hızlandırdı. Atlarına atladıkları gibi aralarına dalmaya hamle ettiklerinde “Yettim Kiziroğlu, yettim!” narası ile üzerlerine gelenler şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemez duruma düşmüşlerdi.

Sarı Fuat ürken atını sakinleştirmeye çalışıyor, “Hay Allah bu iblislerde nereden çıktı?” diye söyleniyordu. Sağ yandan gelmişti ses. Bu Şehmuz’du. Yanında iki kişi daha vardı. Biri Alaybeyi Zülfikâr diğeri de Seyis Serdar’dı. Üçü de kılıçlarını havaya kaldırmış rüzgâr gibi Sarı Fuat’ın adamları arasına dalmıştı.
Yeniden bir nara işitildi. Bu kere ses çadırın aşağısından gelmişti.

“Yettim Köroğlu dayan.. yettim!” 

Esebali’nin insanın içini delen, ödünü patlatan sesiydi bu.

Köroğlu:

“Davran Kiziroğlu bizim yarenler bize bir şey bırakmayacak!” diye gürledi.

Köroğlu kendisine yalan yeminler edip Kiziroğlu’nu kötüleyen Musa’nın boynunu bir vuruşta kesmiş, Kiziroğlu’nun arkasından sinsice sokulan Mirsat’ı da bir vuruşta ikiye biçmişti. Adamların çoğu ormana doğru kaçıp kurtuldular. Sarı Fuat’ın atı ürkmüş, binicisini yere düşürmüştü. Sarı Fuat yerde sürünüyor, kaçmak için bir fırsat arıyordu boşu boşuna.

Şehmuz atından atlayıp bir köpek yavrusunu havaya kaldırır gibi adamı ensesinden tutup kaldırdı. Adam havada asılı kalmış çırpınıyordu. Kiziroğlu soluk soluğa yanlarına geldi. Şehmuz, Sarı Fuat’ı tutan elini açtı, adam yüz üstü yere kapaklandı.

Alaybeyi Zülfikâr ile Seyis Serdar ormana kaçanları daha fazla kovalamaktan vazgeçip gerisin geri meydana geldiler. Yerde debelenen Sarı Fuat’a baktılar. Sarı aklını kaçırmış olmalıydı ki katıla katıla gülüyordu.
Köroğlu, Kiziroğlu’nun yanına gelip mecnuna dönmüş bu adamın kim olduğunu sordu.

“İtlerden bir it.. halkın suyunu babasının suyu sanan mecnunlardan bir mecnun!” diye cevapladı tiksintiyle. Seyis Serdar Kiziroğlu’na baktı, Kiziroğlu başını salladı. Serdar bir vuruşta adamın kafasını kopardı.

Zaferle biten cengin ardından Köroğlu, Kiziroğlu ve yarenlerini çadırına davet edip arkadaşlarıyla tanıştırıp kahve ikram etti.

Kahveler bitirilince Kiziroğlu, Köroğlu’na:

“Bize müsaade Köroğlu.. sen bizim misafirimiz iken kahve ikram eden sen oldun. Biz şimdi sancağa gitmeliyiz. Kutlayacak bir bayramımız var.. kapım her zaman açıktır sana ve dostlarına.. mutlak bekliyorum!” dedi.
Köroğlu daveti içtenlikle kabul edip yolcu etti yeni dostlarını. Arkalarından uzun uzun baktı. Gözden kayboluncaya kadar kıpırdamadı.

İkindi namazı sonrası Beylik Konağı’nın avlusu tıklım tıklım dolmuştu. Sancakta Rıfat zaliminin idamını duyan, işini yarım bırakmış, çiftini çubuğunu unutup koşmuştu. Kadı Cemalettin yanında Ehl-i Örf önde sipahilerin arasında elleri ayakları zincirli Rıfat avluya girdiler. Meydanın ortasına ağır ağır yürüyorlardı.

Kadı Efendi’nin hemen yanında yürüyen Döngel Murat sarsak sarsak yürüyordu. Ve Rıfat’tan daha fazla terliyordu. Kadı, Murat’ın kulağına eğildi:

“Yahu Murat senin değil Rıfat’ın boynuna ilmek geçecek bu ne hal!” dedi tebessüm ederek.

Murat:

“Sorma Kadı Efendi bir tuhaf oldum.. bir ağırlık çöktü üstüme.. yürümekte bile zorlanıyorum.. anlayamadım!”

“Fazla enfiye çekmektendir belki de!” karşılığını verdi Kadı,Murat’ın bir elinden ötekine geçirip durduğu kutuya bakarak.

Murat birden durdu. Elinden kutuyu düşürdü. Kutuyu eline tutuşturan elin çula-çaputa sarılı bir el olduğu geldi gözlerinin önüne. İlk başta buna bir anlam verememişti. Şimdi şimdi anlıyordu.

Güçlükle bir iki adım atıp Kadı Efendi’nin yanında yerini aldı. Diz çökertilip boynuna ilmik geçirilen Rıfat’ın iri iri açılan gözlerini zoraki seçebiliyordu. Kendi gözleri de iri iri açılmıştı. Göğsü de gittikçe sıkışıyordu. Artık ayakları kendisini taşıyamıyordu. Kadı Efendi’nin cübbesine sarıldı. Ağır ağır yere düşerken iri yarı bir adamın kendine göz kırptığını gördü. Bu dünyada son gördüğü şey bu göz kırpması oldu.

“Şehmuz.. Şehrinaz! Aysema.. Kiziroğlu!” sözleri döküldü güçlükle ağzından; Şehreminoğlu Rıfat ile birlikte can verdi.




SON


Puran Tilmiz, 09.07.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar



Seçkin Deniz Twitter Akışı