“Onlar
bu işi otomatiğe bağlamış olabilirlerdi, ama ben daha yeni geliyordum ve bu
şekilde davranılmasını kabul edemezdim.”
Yeni bir
yıl geliyordu, Ankara’da kar yağıyordu. Atila ile nazende karların uçuştuğu bir
akşam dışarı çıktık karda yürüyor ve fotoğraf çekiyorduk. Sokak lambalarının
altında savrulan karların güzelliği müthiş bir heyecan veriyordu bana. Atila
benim fotoğrafımı çekerken gülümsemeye çalışıyordum, Atila’nın ve Afak’ın beni
böyle hatırlamalarını istiyordum çünkü.
31
Aralık günü radyasyon onkolojisi doktoru Yurdal Bey telefonla aradı. Eğer
müsaitsem onlar hazırdı ve hastaneye gidip radyoterapiye başlayabilirdim. Sanki
kanser olduğum haberini aldığım andaki gibi telaşa kapıldım birdenbire. Hayır,
ne müsait ne de hazırdım. Bunun mümkün olmadığını ve hastaneyle evimizin
arasındaki mesafenin çok uzak olduğunu söyledim. “Biz bekleriz” diyordu doktor,
ama verdiği saat öğlenden sonra 4 civarıydı ve o saatten sonra böyle ani bir
şekilde Hacettepe’ye gidip gelemezdim.
Yurday
Bey yılbaşından sonra 3 Ocak için randevu vererek kapattı telefonu. Bu birkaç
gün işime yarayabilirdi, belki ruhen daha hazır gidebilirdim hastaneye. Atila
bunun için elinden geleni yapıyordu. Aslında o gece yıllardır yeni bir yıla
birlikte girdiğimiz arkadaşlarımızın gelmesini bekliyordum. Olmadı. Rahatsız
etmemek için kimse gelmemişti. Sonradan Mehmet Galina ve Firuze geldiler. Ne
kadar mutlu olduğumu tahmin bile edemezsiniz.
Bir gün
sonra Gökhan ve Şerife geldiler kahvaltıya. Birlikte çok güzel bir kahvaltı
yaptık. Sonra bundan sonraki süreçle ilgili bilgi aldılar. Radyoterapi
başlayacaktı, ama Hacettepe’ye gidip gelmek oldukça meşakkatliydi.
Mücella
bu konuda daha önceden çok samimi olarak beni uyarmış, radyoterapiye
başladıktan çok kısa bir süre sonra yorgunluk çökeceğini, halsizleşeceğimi ve
onun için de Hacettepe’ye yakın olduğu için kendi evinde kalmamı istemişti
benden. Ona şükran duyuyordum, ama bir yandan da kendim yaşayıp görmek
istiyordum.
Gökhan
formül üretmeye çalışırken, birden ortağı olduğu şirkette çalışan Yağmur adlı
genç bir kızdan bahsetti. Onun çok iyi bir insan olduğunu bize yakın oturduğunu
ve her sabah işe arabayla gittiği için giderken beni de hastaneye
bırakabileceğini söyledi.
Tamamdı
da acaba Yağmur beni götürmeyi ister miydi? Gökhan patronu olduğu için belki
sesini çıkarmayacak, ama götürmeyi istemediğini ifade edemeyecekti. 31 seans
hafta içi devam edecek radyoterapi boyunca bunu kaldıramazdım. Bunun için biz
de bir formül bulduk, o formüle göre, eğer Yağmur’dan en ufak menfi bir sinyal
alırsak, Gökhan’a da Yağmur’a da başka bir arkadaşın beni götürüp getireceğini
söyleyecektik. Böylece kimse rahatsız olmayacaktı.
Yağmur
ilk gün sabah saat 8:30’da kapımızın önünde beni bekliyordu. Arabaya bindim;
bir çift sevimli göz bana bakıyor ve o sevimli gözlerin sahibi de: “hoş geldin
prenses” diyordu gülerek. Prenses mi, bu kız herhalde benimle dalga geçiyor
diye düşündüm. Öyle olmadığını da hemen anladım. O kadar içten ve tabii bir
konuşması vardı ki hemen ısınıverdim. Evet, biz Yağmur’la gidebilirdik. Uzun
bir süre de öyle oldu. Sonra Mücella’nın desteği girdi devreye…
Radyoterapi
için “Limak 4” cihazını bulup ona gidecektim. Mücella o cihazlarda görev yapan
bir arkadaşını arayıp bize yardımcı olmasını istemişti; gittiğimizde onu bulduk
ve ilgisini gördük.
İlk
seansa Doktor Yurdal Bey ve bir fizik mühendisi de geldiler. Limak cihazları
bodrum katında sevimsiz bir yerdeydi. Gittiğimizde hastalar kapının önündeki
metal banklara oturmuş sıralarının gelmesini bekliyorlardı. Bu arada kendi
aralarında da sohbet ediyorlardı. Kimisinin kaşı, kirpiği dökülmüştü ve
kadınların çoğu bandanalıydı. Erkekleri eşleri veya çocukları getirmişti, genç
çocukları anne babalar, kadınları ise komşuları, akrabaları veya arkadaşları.
Hiçbirinin yanında kocası yoktu. O sohbetler sırasında en çok dikkatimi çeken
bu oldu. Hiçbir kadının yanında kocası yoktu ve ben bunu anlamıyordum.
Sıra
bana geldiğinde büyük radyoterapi cihazı hariç neredeyse hiçbir şeyin olmadığı
odaya aldılar. Geniş bir yerdi fakat ilk andan itibaren beni itmişti. Ve o
koku, tarif edemeyeceğim o kokuyu duymamak için lavanta kolonyası ile odayı
yıkayasım gelmişti.
Masaya
yatırıp sağımı solumu çizmeye başladılar yine. Ama bunu yaparken nedense haber
verme gereği duymamışlardı. Başım sola dönük durduğum ve kıpırdamamam gerektiği
için bir anda cildime değen kalemin soğukluğu ile irkildim ve teknisyenleri
ikaz etme gereği duydum.
Onlar bu
işi otomatiğe bağlamış olabilirlerdi, ama ben daha yeni geliyordum ve bu
şekilde davranılmasını kabul edemezdim. İlk gün ve ondan sonraki birkaç gün çok
acele etmem konusunda üst üste beni ikaz ettiklerinde, çok sert bir şekilde bir
daha asla benden acele etmemi istememelerini zaten buraya gelmekten
hoşlanmadığımı ve birisi benim yüzümden bir dakika geç tedaviye girecekse
yapacağım hiçbir şey olmadığını söyledim.
Ağrı
kesici alıyordum, gerginlik tipi baş ağrıları yaşadığım için. Bir de belki
kendilerince haklı olan teknisyenlerin aceleciliği yüzünden aşağılanmış bir
şekilde tedaviye katlanamazdım. İyi ki öyle yapmışım…
İlk
günkü seans yarım saat kadar devam etti. Ondan sonrakiler ise galiba beş on
dakika. Odada yalnız kalır kalmaz duyduğum o koku ve cihazın sesi beni mahvediyordu.
İlk gün
çıktıktan hemen sonra kendimi yokladım, tükenmişlik hissi var mı diye? Yoktu; Ulus'a
kadar gidebilir ve istediğim şeyi alabilirdim. Bakırcıya gitmeliydim ve bakırcı
hatırladığım yerde değildi. Yürüye, yürüye Ankara Kalesinin sırtlarına kadar
çıktım.
Şerife
ve Gökhan'ın 10 Aralık'ta doğan kızları Gülce için bakır bir tabak alacak ve
üzerini yazdıracaktım. Nihayet bulabildiğim yazı da yazan bakırcıdan içeri
girdiğimde dükkanın ortasında bir soba yanıyor biraz da tütüyordu. Ne yaptırmak
istediğimi söyledim, onlar da beklemem gerektiğini söylediler.
Bekledim
ama bir yandan da endişeleniyordum ya bu soba dumanı beni hasta ederse, ya
dışarı çıktıktan sonra soğuktan hasta olursam vs. Kanserden sonra işte bu tür
paranoyakça korkularım meydana gelmeye başlamıştı ve bunun sonu yoktu... Ama
bununla nasıl baş edeceğimi de henüz bilmiyordum.
Onkoloji’ye
her girişimde, daha adımımı atar atmaz "Rabbi yessir velâ tuassir Rabbi
temmim bi'l-hayr" "Rabbim! Kolaylaştır zorlaştırma, Rabbim hayırla
sonuçlandır" duasını okuyordum.
Bu
duanın bana çok yardımcı olduğuna inanıyordum. Gerçi hastalığım boyunca Rabbim
her şeyi kolaylaştırmıştı bizim için. Şöyle bir şey oluyordu galiba; bilmediğim bana çok yabancı bir yolda
yürüyordum ve yolun iki tarafında iyi insanlar dizilmiş beni bekliyordu. Ve o
insanların hepsi bu zor yolculuğumu kolaylaştırmak için bir takım hediyeler ve
azıklar sunup nazik bir reveransla geri çekiliyorlardı.
İşte
benden bakıldığında görülen tablo tam olarak buydu.
Neşe Kutlutaş, 11.07.2014, Sonsuz Ark, (İlk Yayın Tarihi, 24.02.2012)