“Bedeninin ve
nefsinin baskılarına karşı gelmeyi öğreniyor çocuk oruç tutarak.”
Bir
arkadaşımın, çocuklarımızın oruç tuttuğunu söylediğimde, bana “Çocuklarına baskı
yapmıyorsun değil mi?” diye sorması beni şaşırtmamıştı. 'Baskı' yeni çağın en
sihirli sözcüğü, acil uyarılar tıpatıp aynı; “Baskı yapmak kötü bir şey, aman
baskı yapmayalım!” Doğru baskı yapmayalım, ama baskının ne olduğunu tartışmamız
lazım ve çocuklarımıza bunu öğretmemiz ve bu sorunu çözerek yürümemiz lazım.
Annenin vücudu karnındaki bebeğe baskı yapmazsa çocuk doğamaz ve eğer bu baskı
orantılı olmazsa çocuk doğarken ölür. Baskıyı zorbalıktan ayırmadan sağlıklı
düşünmemiz mümkün olmaz.
Arkadaşıma,
bizdeki çocuk alıştırma oruçlarından bahsettim. Çocukluğumdan, çocukluğumun o
küçücük masum kaoslarından. "Yeme ve içme isteği başlı başına birer baskı
örnekleridir, bundan kimse bahsetmiyor mesela. Oruç tutmak bu baskıya
başkaldırmaktır", dedim. Şaşırdı. Çocukları oruç tutmaya alıştırmak, bedenin ve
nefsin baskılarına karşı direnmeyi öğretmektir, diye de ekledim. “Doğru!”,
dedi. “Hiç böyle düşünmemiştim”
Zaten
geleneksel öğretilerin en büyük sıkıntısı başka türlü düşünmemek ve yöntemleri
sorgulamamak. Sonuç; elbette baskı, elbette baskıya karşı direniş ve ibadet
etmeyen, ibadet etmeyi zorundalık olarak algılayan bir nesil.
Çocukluğumdan
en çok hatırladığım oruç zamanları, uzun ve sıcak yaz günlerinde tuttuğum
oruçlarla aklımda kalan zamanlar. 8-9 yaşlarındaydım, sanıyorum. Sahurda zorla
uyandırırlardı beni annem ve nenem. “Hadi” derlerdi. “Öğlene kadar tut!” İkna
ediciydi bu benim için. Akşama kadar değil, öğlene kadar. Kalkardım ve yarı
uykulu bir şeyler atıştırırdım. Yemekten vazgeçmeye kalktığımda nenem zorla
ağzıma bir lokma daha sıkıştırır ve yalvar yakar yedirirdi.
Ertesi gün
uyandığımda hemen kahvaltı ihtiyacı hissederdim, su içmek isterdim. Öğlene
kadar aç-susuz kalmak çok zor gelirdi bana. Zaten çoğu kez oyuna daldığımda her
zaman yaptığım gibi bahçelerdeki musluklardan birine ağzımı dayar, kana kana su
içerdim, ki tam suya doymuşken aklıma gelirdi oruçlu olduğum. Büyük bir
suçluluk duygusu ile içmeyi keser ve orucuma devam ederdim. Bilerek yapmamıştım
ki. Hem “Unutarak yemek-içmek orucu bozmaz!” demişti babam.
Sonraki yıl
başta bir, ortada bir ve sonda bir gün tutmuştum. Yine arada bir unutarak su
içtiğimi hatırlıyorum. Güzel günlerdi, masum günlerdi, ama her sahura
kalktığımda ertesi gün nasıl geçecek diye korkardım. O kadar çok koşar ve
oynardım ki… Oyun aralarında eve koşar, ekmek bulur, biber salçası sürer ve
yiye yiye oyuna geri dönerdim. Ama oruçluyken hiç yapmadım bunu. Çünkü eve
gidene kadar oruçlu olduğum gelirdi aklıma.
İftara doğru
vardı sanırım TRT radyosunda. Onu dinlerdik ailecek. Babam Ankara’ya göre
orucunu açardı. Oysa Adana biraz daha erken iftar açıyordu. Radyo’da ezandan
sonraki iftar duasını dinler ve sonra
suyla iftarımızı yapardık. Elbette önce babam açardı orucunu. Tabi biz küçükler
Allah-u Ekber’i duyar duymaz suya abanırdık. Büyüdükçe de babamızdan sonra
iftar yapmayı başardık. Birkaç gün önce bizim çocuklara da anlattım bunu. Çok
hoşlarına gitti ve ben duamızı yapmadan, iftarımı açmadan onlar açmadılar.
Bizim henüz
oruç çağına gelmeyen beyefendimiz yapıyor iftar duasını. İftariyenin üzerinde
yazıldığı gibi alıyor, okuyor. Öyle bir heyecanla okuyor ki… baskı diyenlerin
gözlerini görmek istiyorum o sırada…
Orucunu
tutmuşsun, ne açlık var ne de susuzluk koca temmuz gününde, huzurla iftarını
yapıyorsun. Bedenin dinlenmiş, acıkmayı ve doymayı fark ediyorsun. Günün sonunda
da sabırla beklediğin için ödüllendiriyorsun kendini… her şeyden azar azar var
sofrada; zaten kimse fazla yiyemiyor.
Bedeninin ve
nefsinin baskılarına karşı gelmeyi öğreniyor çocuk oruç tutarak. Bu güzel ayda
yoksula yardım etmek bir başka güzelliği bu işin, ama esas özelliği Allah
rızası için sabahtan akşama dek aç ve susuz sabredebilmek. Sonuçta bir yıl
boyunca yorulan, yıpranan vücudunu bakıma alıyorsun, ama ödül veriyor sana
Allah… Psikolojik ve biyolojik
olumlamanın yanı sıra sosyolojik paylaşımlarla da zenginleşiyorsun; davet
veriyorsun davete gidiyorsun. Toplamı her açıdan birer ödül olan bir orucu
çocuklarına öğretmek bir baskı mı yoksa baskıya karşı direnme eğitimi mi?
Oruç
tutabilen biri, beşerî baskılara karşı dirençli olmayı da öğrenir. Bence bütün
demokratik toplumlarda oruç, direniş eğitimi için özellikle programın temel
unsurlarından biri olmalı. Ve bu eğitim çocukken başlamalı; tam da bizim
başladığımız yaşta hem de. Baskıcı
sistemlerde tutulan oruçların samimiyetinden hep kuşkuluydum ve aslında baskı
bu tür yapılarda var; İslâm’ın ruhunda yok. Baskıcı sistemlerde bu yüzden
direniş bilinci gelişmiyor. Baskıyla öğretilen her şey insanın direniş
noktalarını felç ediyor.
Otuz küsur
yıl sonra yeniden temmuz ayında oruçluyuz, ama bu kez ne annem var ne babam ne
de nenem. Hepsine Allah’tan rahmet diliyorum. Bir otuz yıl sonra da muhtemelen
biz olmayacağız. İki kuşak bir arada en fazla iki kez oruç tutabiliyor dönen
oruç mevsimlerinde.
Ben o uzun
otuz günün ilk üç gününü onda bir, ilk on gününü üçte bir, ilk on beş gününü
yarısı diye sayardım o zamanlarda… Tam bir ay tutacağım ilk yılda başlamıştı bu
alışkanlığım... yarısını geçince de hızla biterdi ay…
Güzeldi ramazan, hâlâ güzel; iyi hissettiriyor çünkü. Şükürler olsun ki ramazan orucu bahşetmiş Allah bize.
Doğa Toprak, 12.07.2014, Sonsuz Ark