“Allah ancak yoksula, yolda
kalmışa, yetime, yaşlıya yardım edeni sever. Allah’ın sevdiği kullardan olmak
büyük bahtiyarlıktır.”
Bizim dükkân ufaktı.
Raflar, yan yana dizilmiş şeker, pirinç, mercimek, fasulye, bulgur çuvalları,
teraziyi üstüne koyduğum masa, bir de camekânlı büyükçe bir buzdolabı. Daraba
vardı; yaz-kış Adana’nın havası dükkânın içindeydi. O vakitler neredeyse tüm
dükkânlar böyleydi, cam-vitrin gibi şeyler yoktu. 70’lerden 80’in ortalarına
kadar da öyle kaldı.
Dükkân’ın içi küçüktü,
ama gelen giden o kadar çok olurdu ki, bazen ben oturacak yer bulamazdım. Çay
söylerdim her gelene, gazoz açardım; aç olana da ya tavada pişirdiğim menemeni,
bulgur pilavını ikram ederdim ya da kebap söylerdim. Bizim dükkân hem handı,
hem lokantaydı o zamanlar. Adıyaman’dan, Diyarbakır’dan, Siverek’ten gelirler yoksul insanlar. Akraba, tanıdık derken köyden Adana’ya gelen herkes bizim
dükkâna uğrar nefeslenirdi.
Gelenler de Adana’nın uçsuz bucaksız tarlalarında ya sulamaya giderlerdi ya da patos (Başak saplarını samana çeviren makine. Seçkin Deniz)a; hergelecilik (çobanlık), evdecilik (aşçılık), yamaklık gibi işler de olurdu, zamanla traktörler çoğalınca da muavinlik (traktör şoförlüğü). Toprak ağaları de bizim dükkâna gelir işçi isterlerdi. İşçiye iş, ağaya da işçi denk getirirdik, herkes yolunu, işini, kısmetini bulurdu. Bizim dükkândan yolu geçen işçiler gidecekleri çiftlikte mağdur olmayacaklarını bilirlerdi, ağalar da gelen işçilerin işlerinde sebat edeceklerini.
En nihayetinde
yoksuldu köyden gelenler, baharda tarlalarda çalışmaya başlayacaklar, güze
kadar kazandıklarını harçlık edip köylerine döneceklerdi. Çok zaman işleri
bitenler gelir kazançlarını emaneten bana bırakırlar, başka işe giderlerdi. Ben
de köylerine giden olursa paralarını ailelerine gönderirdim ya da karşı
komşumuzun kasasında saklardım.
Bazen akşam, dükkânı kapatmaya yakın bakardım, birkaç kişi kalmış gitmiyorlar; bilirdim ki kalacakları yer yok, paraları yok; alır eve götürürdüm. Hanım, kızlarım o akşam misafirlerin elbiselerini yıkar, sabaha dek kurutur, ütüler hazır hale getirirlerdi. Ayakkabılarını da siler tertemiz kapının yanına koyarlardı. şimdi kaç kadınımız, kaç kızımız buna tahammül eder ki?
Bazen akşam, dükkânı kapatmaya yakın bakardım, birkaç kişi kalmış gitmiyorlar; bilirdim ki kalacakları yer yok, paraları yok; alır eve götürürdüm. Hanım, kızlarım o akşam misafirlerin elbiselerini yıkar, sabaha dek kurutur, ütüler hazır hale getirirlerdi. Ayakkabılarını da siler tertemiz kapının yanına koyarlardı. şimdi kaç kadınımız, kaç kızımız buna tahammül eder ki?
Bunları niye
anlatıyorum? Yeni nesil bilsin diye karşılıksız iyilik yapmayı. İtimadı, bir
yaraya merhem olmayı. Bu devirde kimsenin kimseye hayrı yok, evladın
ana-babaya, kardeşin kardeşe. Herkes bir delilik içinde. Karnı aç olana, yoksul
olana, yolda kalana, yetim olana verirsen ancak odur senin bu dünyadan alıp
götüreceğin; yediğin içtiğin, giydiğin burada kalıyor.
Allah niye yoksula, yaşlıya, yolda kalana, yetime verin, yedirin, giydirin diyor ki? Allah’ın sana verdiği
rızkı nasıl tek başına yersin? Nasıl boğazından geçer aç olanı, muhtaç olanı
bilirken?
Yetimler vardı.
Dullar, sahipsiz yaşlılar. Kimseden isteyemezler, şimdiki gibi maaşları yok. El
açıp dilenemezler de. El açana da hor bakmayın. Yoksul, dul, yetim haysiyet sahibidir, derdi- kederi ona
öyle bir vakâr verir ki, sen bilemezsin onun yoksul, dul, yetim olduğunu. Ben
yetim büyüdüm; yoksulluk çekmedim, ama sahipsizliği iyi bilirim.
Adana bereketliydi,
herkes kendi yapabileceği işi bulurdu. Ama
yetimler sahipsizdir, onlara Allah sahip çıkar, lakin insana düşen işler de
vardır. Harçlığı, mutfak gideri, kıyafeti, ayakkabısı hepsi derttir. Onları gidermen
lazım incitmeden; ruhunu okşaman lazım, başını okşaman lazım. Yaparsan Allah’ın
emrine uymuş olursun, yapmazsan hem kendine hem de muhtaç olana kötülük
yaparsın. Yediğin lokma hakkıyla boğazından geçmez.
Kim derse yoksula,
yetime, yolda kalmışa, yaşlıya yedirdim de kazancım eksildi, yalan söyler. Kim derse
yakın akrabaya yedirdim de pişman oldum; yalan söyler. Pişman olan ancak minnet
bekleyendir. Sen yap, mahluk bilmezse Hâlık bilir. Sana ne mahluktan? Sen onun
bekçisi değilsin, sana minnettâr olmasını beklemeye hakkın yoktur.
Yaptığın, yapacağın
iyilik ancak kendinedir. Üstüne düşen vazifeyi yerine getirmektir. Bak bakalım
o zaman huzursuzluk kalıyor mu memlekette? Herkes kazancını götürür bankalarda
saklarsa, altın yapıp gizli saklı köşelerde tutarsa kime ne fayda verir? Gün
gelir sen darda kalırsın, ancak bankadan, tefeciden medet umarsın. Gidecek kapın olmaz. Ha yaptığın
hayra karşılık hayır umma, insan nankördür, ama hepsini aynı kefede de görme…
Suriye’deki felaketten
kaçan onca insan gelmiş bize sığınmış; Allah onlara sabırlar versin, bizlere de
merhamet hissi. Vatanları perişan, evleri yıkılmış, canlarını kurtarmak için buradalar.
Onlar her şeyden evvel Allah’ın bize emanetleridir, din kardeşlerimizdir; aman
ha nakıslık etmeyelim, aman ha yüzümüzü ekşitmeyelim.
Onların evladı bizim
evladımız, daha yüz sene evveli bizim toprağımızdı oralar, buralar onların
toprağıydı. El kesip attıysa kolumuzu kanadımızı, biz tutup yerine takalım;
birbirimize güç verelim. Allah’a şükür bereketli toprağımız, eksiğimiz az;
paylaşalım.
Allah ancak yoksula, yolda
kalmışa, yetime, yaşlıya yardım edeni sever. Allah’ın sevdiği kullardan olmak
büyük bahtiyarlıktır.
Sabretmek lazım, geniş
yürekli olmak lazım. Mübarek Ramazan’ı hayırla geçirmek lazım. Merhamet Allah’ın
bize verdiği en büyük rızkdır; onu hakkıyla kalbimizde misafir edelim. Kalplerimizi çirkinleştirmeyelim.
Piro Zaza, Sonsuz Ark, 13.07.2014
Not: Piro Zaza'nın dükkânı Kalekapısından Kızılay caddesine açılan 71. sokak'ın sonunda soldadır.
Aşağıdaki film o dönemdeki mekânları göstermektedir.
Orhan Kemal'in Eskici ve Oğulları
http://www.youtube.com/watch?v=yufowLRpm_A