“Ayaz
yoktu. Kar yoktu. Kızakçı yoktu. Ve ben otuz yıl sonra yeniden ağlıyordum.”
Annemin
bir kez olsun sızlandığını hatırlamam. Onun yerinde bir başkası olsa?! Hep
hastaydı. Aklım erdiğinden ölümüne kadar -altmış beşine varmadan ölmüştü- bütün
bir ömrü hastalıkla geçen biri nasıl sızlanmazdı? Daha gencecik yaşında
kalbinden muzdaripti. Şairlere yakışır bir hastalık değildi kuşkusuz. Kronik
kalp hastası.
Kalbini
iyileştirmek için uygulanan tedaviler böbreğinin birini tamamen işlevsiz
bırakmıştı. Diğer böbreği de dostlar alış-verişte görsün kabilinden iş
görüyordu. Sonra romatizma. Kireçlenme. Yüksek tansiyon. Ve sanki biraz biraz
sızlanmanın eşiğine getiren burun kanamaları..
Hayır!
o hep “Buna da şükür!” derdi iniltili bir sesle. Suratını asmadan. Kılamadığı
namazlar için üzüntü duyardı ve bunu belli ederdi. Ama sızlanmazdı. Yani yakınmazdı.
Yakınmayı, sızlanmayı öğreten biri çıkmamıştı karşısına. o da öğrenemeden ölüp
gitti sessiz sedasız.
On
çocuk getirdi dünyaya. En küçükleri bendim. Mahalleden konu-komşu, çevreden
eş-dost “Hey tekne kazıntısı!” diye takılırlardı bana. Sinirime dokunurdu.
Belli etmezdim. Anneme ait bir huydu bu. Ev halkı aşinaydı kalp krizlerine
annemin. Alışkındı her biri. Bir ben alışamadım. Her kriz geçirişte yüreğim
ağzıma gelirdi.
En
küçükleri bendim. Bütün korkular bana yüklenmişti. Tıpkı büyüklerime olmayan
giysilerin bana verilişi gibi. Annemin ilk kriziyle altı yaşında tanıştım.
Yüzünde renk kalmamıştı. Sofanın ortasına yatırmışlardı. Eski bir kilim
üzerine. Ben bir köşede kimsenin duyamayacağı bir sesle ağlıyordum içimi
çekerek. Babam annemin deyimiyle “payitaht”a (İstanbul) gitmişti malzeme almak
için.
Her
Ocak ayının ikinci haftası payitahttan malzeme almak için yola çıkardı babam
trenle. Akşamdı. Kardeşlerim dedemin yanındaydı öteki büyük odada. Erkeklerin
yemek yediği, çay içip sohbet ettiği, misafirlerin ağırlandığı o odaya kadınlar
sadece yemek götürmek ve temizlik için girerdi. Ben sevmezdim o odayı.
Erkeklerden kimsenin de umurunda değildi.
Dedem
“Ula kerata sen ganayahlı mısın?” derdi. Kadınlar “ganayahlı”ydı dedemde çünkü.
Ben ana kuzusuydum. Babaannem küçük amcamı bir kızakçı bulmak için dışarı
göndermişti. Ben ve annemden başka kimse yoktu sofada. Yanına yaklaşmaya
korkuyordum. İdare lambasının gösterdiği kadar görebiliyordum göğsünün inip
kalktığını. Yaşıyordu.
Şimdiki
gibi otomobiller yoktu. Yazın faytonla, kışın atlı kızaklarla ulaşım
sağlanırdı. Sabahtan beri yağan kar durmuş kuru bir ayaz hâkimdi şehre. Annemi
bindirdik kızağa, üstüne bir kilim örttük.. amcam kızakçının yanına oturmuş,
ben de annemin baş ucuna büzülmüştüm.. ya biz şehrin bir ucundaydık ya
hastahaneyi bizim evin çok uzağına kurmuşlardı. Bizim muhit hastahaneye ne
kadar uzaksa mezarlığa o kadar yakındı.
Bir
saate yakın sürdü yolculuğumuz.. Kızakçı annemi sarsmamak için elinden
geldiğince itina ediyordu. Her zaman
şahidi olduğum bir tek küfür çıkmadı ağzından adamın, at tökezler gibi
olduğunda.
Ay
ışığında rengi daha bir uçuktu annemin. Hıçkırıklarımı içime atabiliyordum, ama
gözyaşlarımın yanaklardan sızmasına engel olamıyordum. İyice yaklaşmış, nefes
alıp almadığına bakmak istemiştim. Yaşıyordu.. sevincin-üzüntüyle sarmaş dolaş
olduğu anlardan birini yaşadım..
Gözlerini
araladı annem.. göz göze geldik. İyice eğildim. Dudakları kıpırdıyordu.
Yanaklarımdan süzülen gözyaşları annemin yüzüne dökülüyordu. Yutkundu hırıltılı
bir sesle; “Ağlarsan.. eğer.. ağlarsan o zaman ben hiç iyileşemem.” dedi.
Güçlükle
çıkmıştı her bir sözcük ağzından. Elimi kilimin altına soktum, göğsünün
üzerindeki ellerine sarıldım. Ayazdan buz kesmiş ellerimi avuçları içine aldı.
Sıktı.
Gözyaşlarım bıçak kesercesine kesilmişti. Annemin
iyileşmesi bana bağlıydı. Annem öyle demişti. Bir daha hiç ağlamadım.
O
hastahane yolculuğundan tam otuz yıl sonra öldü annem.
Ölmeden
bir gün önce hastahanedeki özel odada refakatçi bendim. Yüzü yine soluktu. O
yolculukla bu an arasındaki tek benzerlik de bu soluk renkti. Ayaz yoktu. Kar
yoktu. Kızakçı yoktu. Ve ben otuz yıl sonra yeniden ağlıyordum.
Cemal Çalık, 15.07.2014, Konuk Yazarlar, Sonsuz Ark, Öykü