“Ben
binlerce Saraybosnalı savaş çocuklarından biriydim. Bugün benden Gazze’de
binlercesi var.”
Savaşta
çocuk olmak aklın alamayacağı bir güç demekti. O yaşta bile birkaç bidon
taşıyabilmek, bidon dolusu kızağı çekmek, büyük bir hızla koşmak, kurşunlara
yakalanmamak ve sık sık aç olmak, yıllar boyunca verilen aynı yemeğe hayır
dememekti çocuk olmak.
Savaşta
çocuk olmak okul defterlerine mümkün olduğu kadar küçük harflerle yazmak ki
daha uzun kullanabilmek, demekti.
Savaşta
çocuk olmak aslında yeni başlayan çocukluğu bitirmekti.
Oyuncaklarımızı
değiştirdik. Kimin daha güzel bebeği veya arabası var düşüncelerinin yerini kim
daha çok bombalar hakkında bilgiye sahiptir, kim daha iyi bombaları ayırt
edebiliyor düşünceleri aldı. Mermi kovanlarının arkasında renkler olurdu bazen,
renkleri sayıp kim daha çok renge sahiptir diye yarışırdık. Savaş çocuğu olmaya
zorlandık ama, yine de beklemedikleri şekilde iyi göğüs gerdik.
Çocuksan
savaşta bile canın tatlı bir şeyler çeker. Bilirdim tatlı bir şeyin olmadığını,
bazen sadece şansımı denerdim. Anneye ‘tatlı bir şey var mı’ diye sorardım. Bir
dilim ekmeğin üstüne azcık şeker döküp ve de şekerin dağılmaması için biraz
üstüne su döküp verirdi. Onu öyle bir keyifle yerdim ki hiçbir şeyle
değiştirmezdim. Savaş çocuğu olmak, bir dilim ekmeğe ve şekere günlerce şükür
etmeyi bilmekti.
Meyvelerden
pek bir şey bilmezdim. Nasıl ki gerçek süt ve yumurtadan haberim yoktu, çoğu
meyve ve sebzeden de öyle. Bazen bir yerlerde bir iki erik birileri bulup
getirirdi. Çoğu zaman tam yetişmemiş olurdu, yerdim sonra da midem bozulurdu.
Gül yaprağından da annem meyve suyu hazırlardı, onu içerdim.
Savaş
çocuğu olmak UNPROFOR askerlerinin eline bakmak demektir.
Şehirde
görev yapan BM’ye bağlı UNPROFOR askerleri bazen biz çocuklara bir şeyler
atarlardı. Biz de dört gözle o anları beklerdik. Bazen çikolata, bazen şeker
veya bir iki meyve atarlardı. Bazen de sadece yanımızdan geçiyorlardı, biz de
öyle arkalarından bakıp kalıyorduk. Ama olur da bir portakal veya küçük bir
çikolata atarlarsa değmeyin keyfimize. O bir portakalı yahut çikolatayı dört
beş parçaya, hatta gerekiyorsa daha faza parçaya da bölerdik. Bir dilim
portakal bile yesek yeterdi. Aramızda portakalı soymadan yemeğe çalışanlarımız
da vardı. Eh işte görmemişin portakalı olmuş misali.
BM
askerlerinin mavi kaskları olduğu için onlara hep ‘plavi şlyemovi’ yani mavi
kasklar derdik. ‘’Aaa mavi kasklar geliyoooor’’ diye çocuk sesi duyduğunuzda o
bir umut sesiydi. Bütün askerler sesimizi duymuyordu, aralarında insan olanlar
çıkardı, onlar kayıtsız kalmıyordu sesimize. İngilizce bilmezdik ama ‘pliiiz’
diye öğrenmiştik. Askerlere de öyle seslenirdik. Kim hangi ülkeden bakmazdık
hepsine ‘pliiiz’ derdik.
Savaşta
çocuk olmak dağda olan keskin nişancılarla ‘’saklambaç’’ oynamaktı. Fakat o
oyunda sadece bir şansınız oluyordu. Okula kadar, yardım almaya giderken, su
ekmek kuyruğuna yetişirken, baba abi yolunu gözlerken, her adımda sadece bir
şansınız oluyordu. Koşmakta ve saklanmakta öyle bir usta olmaktır ki savaş
çocuğu, dünyada eşi benzeri yoktur.
Yolunu
gözlediğin ve bir gün kapıdan giren yaralı abinin kucağına atlayarak, boynundan
akan kanına küçücük parmaklarınla iz bırakmaktır savaş çocuğu olmak.
Ve daha
daha neler...
Ben
binlerce Saraybosnalı savaş çocuklarından biriydim.
Bugün
benden Gazze’de binlercesi var.
Bombalar
düşmeye başladığında bir köşeye saklanan ve korkudan titreyen o her bir Gazzeli
çocuğu derinden hissetmek ama hiç bir şey yapamamak, dünyada duyduğum en büyük
çaresizliğimdir.
İşte...
Sözde
dünya Bosna Hersek savaşından ders almıştı ama bugün maalesef Gazze’de de çocuk
olmak böyle bir şey.
Emine Şeçeroviç
Kaşlı, 20.07.2014, Konuk Yazar, İlk yayın