“Ne
yazın dünyasında olup biten şeylerin olup bitmemesi için elinden bir şey gelir,
ne gerçek dünyadakilerin. Sen kimsin? Sıradan bir kitapçı.”
-I-
Yazmaya
gerekçe bulamıyorum. Ve fakat yazmak istiyorum. Hem noktasız, virgülsüz,
ünlemsiz yazmak. Öylesi yazdığımda “İşte bir gramer cahili -ya da bilisizi-
daha! Hem konuştuğu dili bilmiyor, hem de yazarlığa kalkışıyor. Bu işin cılkı
çıktı.” diyeceklerin sayısı bir hayli fazla olacaktır.
Örneğin
“Bir hayli fazla” doğru bir anlatım mıdır gramer açısından? Bunu bilemiyorum. Sorun
salt gramerciler değil. Yani eleştirmenler değil. Eleştirmenlerin ne
söyleyecekleri çok da umurumda değil. Dediğim gibi yazmaya gerekçe bulamıyorum.
Kimi “Çağına
tanıklığı” gerekçe göstermiş, kimi “Ötelere özlem”, kimi “Değiştirme”
hevesinde, kimi bilmem ne! Peki, ben niye yazayım? Sahi niye yazmak istiyorum?
Yapacak bir işim olmadığından değil. İşte
güzel güzel kitap satıyorum. Korsan baskı, orijinal baskı. Ne bulursam.
“Orijinal
baskı” korsan kitap çıktıktan sonra kitapçıların literatürüne girdi. Ondan önce
böyle bir söyleyiş yoktu. Hem sonra “ A! Ne demek? Elbette orijinal!” yalanını
söylemek gibi bir nedenimiz de yoktu.
Evet,
müşterilerime yalan söylüyorum. Çünkü dükkânın kirasını ödemek zorundayım.
Elektrik faturasını, su faturasını, çocuğun masraflarını ödemek zorundayım.
Orijinal dediğimiz kitaplardan bu masrafları karşılamak zor. Sonra dükkân
kirası, elektrik faturası gibi şeylerden muaf rakip seyyar korsancılar var.
Yayıyorlar bir karton üzerine yüzlerce kitap, hem de ana yollarda. Herkesin
geçmek zorunda olduğu yollarda.. ve bizler de esnaf deyimiyle “Sinek
avlıyoruz.”
Müşteri
anlar mı farkı? Sen “On” diyorsun kaldırımdaki, “Ne alırsan iki buçuk” diye
avaz, avaz bağırıyor.
Hadi
bakalım. Niye iki buçukluk kitabı ona satıyorsun? Buyurun yanıtlayın.
Beyefendi, hanfendi, delikanlı, bayan bunlar orijinal. Korsan yok mu? Var
diyebilir misin? Ya bu kişi kontrolörse? Diyemezsin ki az ileride, heykelin
önünde korsancı benim ortağım.
Yazma
gerekçem bu sanılmasın. Hayır. Çok da umurumda değil. Bir şekilde geçimimi
sağlayacağım. Kitapçı esnafının sorunlarını dile getirmek gibi bir hevesim de
yok. Ya da başka bir esnafın. İçimde “Yaz” diyen bir ses var. Niyesini bulsam
yazacağım.
Sağa
bakıyorum yok. Sola bakıyorum yok. Öne, arkaya, yere göğe.. yok. Yok.
Yazarların bir gerekçesi var mı acaba? Süslü-püslü sloganların ötesinde
gerçekten, genel geçer bir gerekçeleri var mıdır? Örneğin “Ben pastacı olamam.
Pasta yapamam. Kaynakçı, tornacı, marangoz, sıvacı, duvarcı.. oto tamircisi
olamam, mizacım uygun değil. Geçinmek için bir iş lazım. Bunu seçtim.” Ya da “Ek
işe gereksinimim var, ek iş olarak bunu uygun buldum. Fazla yorucu da değil.” gibilerinden
bir gerekçe. İş öteki türlüsüne geldi mi, işler karışıyor. “Çağına ayna
tutmak.” Çok umurundaydı çağın. Ve insanların.
Yazmalıyım.
Gerekçem olmadan da olur. Aslında bir gerekçem var. Okuduğum kitaplar! Hele o
benzetmeler. Beni çılgına çeviriyor. Ders vermeler. Ya o yayınevinin reklam
panosu olarak kullandığı arka kapak yazıları... peh! Peh! Sanırısınız eğer o
kitap ve o yazar gün yüzüne çıkmamış olsa her şey tepe taklak olacaktı. Öyle ya
Shakespeare olmasaydı biz zavallı insanlar nerden bulacaktık “Olmak ya da
olmamak!” gibi sihirli bir anahtarı? Bu anahtar her gizil olanı çırıl çıplak
ortaya sermiyor mu?
Çok
çabuk sıkılıyorum. Boş ver diyorum, kendi kendime. Yazıp sonra da silip
atıyorum bilgisayarın çöp kutusuna. Elektrikten başka bir masrafım olmuyor
nasılsa. Düşünsenize kağıt kalem masrafını. Sonra çevre kirliliğini. Bu
bilgisayar işi iyi. Yaz yazabildiğin kadar, sonra da at gitsin. Hiçbir iz yok.
Hiç yazılmamış gibi. Düzeltmeler de kolay. Bilenler bilir. İnsanın eli de ağrımıyor.
Üniversite yıllarında ders notu tutarken basbayağı kramp girerdi. Hele dönem
ödevleri. Daktilosu olanlar için zorluk yoktu kuşkusuz. Benim gibi olmayan
garibanlar hem okunaklı yazmak zorundaydı
-daktilo edilmesi için zorunluydu- hem de yazan kişinin başında
beklemek.
Zor
günlerdi. Şimdi öyle mi? Zavallı Stendhal! Doğruysa eğer günde ortalama yirmi
dört sayfa yazmış. O gün için bir rekor muydu bilemem. Ama bu gün bile benim
için bir rekor. Dünyada yazamam. Kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım olmuyor.
Hem işim açısından, hem tembellikte var. Çabuk sıkılırım. Belki de acelesi
vardı o dönemin insanın. Zamanları yoktu. Anlatacak çok şeyleri vardı ve
zamanları yoktu, bu yüzden de günlük yazılarının sayısı fazlaydı. Kim bilebilir
ki?
Her ne
halt ise. Yazıyormuş adam. Adamlar. Ben onları okurken bile sıkılıyorum.
Fransız yazarlarını. Ruslar başka. Özellikle de Gonçarov. Hele Oblomov’u kaç
kez okumuşumdur. Halen de okurum. Baş ucu kitabı, derler ya işte öyle.
Bu gün
daha bir sıkkınım. Çarşının bütün elektriğini kesecekler. Belediye ile TEK
arasında sorun varmış. Bu demek ki erken kapatacağız dükkânı. Fazla bir iş de
olmadı. Kışın işler iyi gitmez zaten. Nedense en ideal kitap okuma mevsimi
olarak kış yerleşmiş içime. Kitap okumanın mevsimi, zamanı olur mu? Demeyin.
Her şeyin bir mevsimi, zamanı vardır. Ama tv. yaygınlaştı yaygınlaşalı her şey
alt üst oldu. Kimse kış geceleri yanan soba başında zevkle kitap okumuyor
sanırım. En azından ben öyle okurdum ve şimdi okuyamıyorum. Tv.nin tutsağıyım.
Bir de çokça kanal. Hadi al kendini alabilirsen. Uzaktan kumandayla uyuduğum
günler haftanın yedi günü. Dükkân olmasa okumayı hepten unutacağım.
Okumayı
severdim. Gerçekten. Evet; sıkılmasına sıkılırdım, ama bir kitabı baştan sona
kadar da okumadan bırakmazdım. Söylememe gerek var mı bilmiyorum, Fransızlar
hariç. Onlardan da bir iki yazar hariç. Sartre, Maupassant, Boudler, Camus’a ne
kadar Fransız denilir ki. Öyle deniyor.
Bizden
de köylüler üzerine yazılanlar hoşuma gitmezdi. Gitmez. Köylü değilim. Bir
köyüm bile yok. Ama nedense bana yapmacık gelir. Sırıtır. Evet. Gerçi hangi
roman-öykü yapmacık değil ki? Yine de okuyamadım. Oysa Rus romanları, öyküleri
hiç de yapmacık gelmezdi. Gelmiyor. Örneğin Çehov’un öykülerindeki köylüler.
Belki
Rus köylülerinden tanıdıklarım olsaydı onlar da yapmacık gelebilirdi.
Bilmiyorum. Bana gerçekten yaşıyorlarmış gibi gelirler. Yaşamışlar gibi. Yerli
yazarların köylüleriyse bende köylü kostümü giymiş kentli imajını verdi.
Veriyor. Sakın beni eleştirmen falan sanmayın. Asla değilim. Hevesim de yok.
Her şey bir heves işi değil midir? En azından ben de öyle. Gonçarov’a hep
heveslenmişimdir. Yazmak istemişsem ona olan hevesin zorlamasıdır.
Kendime
haksızlık etmişim. Sabahtan beri çöp kutusuna attığım sayfalar yirmiyi geçiyor.
Eh bu da bir şeydir. Hem satışla ilgilen, hem meraklı bakışlardan gizlen hem de
yaz. Doğrusu gurur verici.
Sanat Tarihi
hocamız “İyi bir gözlemcisin” dememiş olsa belki de hiç yazmaya yeltenmez, on
parmak yazma kursuna gitmezdim ve salt bir okuyucu olarak kalırdım. Ama gelin
görün ki, bir kez içime kurt düşürülmüştü. İşte kızdığım “Kötü edebiyatın
imgesi benzetme” bönlüğünün somut kanıtı: İçine kurt düşmek.
Kimsenin
içine kurt düşmez. O söylemi bire bir alsanız da yanlış, eğretileme olarak
alsanız da yanlış. Doğrusu “İtki” olmalı. Yazma itkisi o sözle ortaya çıktı. Ve
ben bunu kalkıp “Vay be ne tümce kurmuş herifçi oğlu!” desinler için içime kurt
düşürdüm. Kuşkusuz bilerek yapılmış değil. Bilinç altına yerleşmiş. Bilerek!
Bir
yerli yazar öyle diyordu: “Öyküyü bildiğim için, istediğim bölümü yazarım.”
Öyküyü
bilmek. Söyleyeceğin yalanları elbet bileceksin. Baştan kuruyorsun. Ne demek
öyküyü biliyorum? Ortada öykü falan yok ki. Yine de takdir ediyorum. Ya “Bana
yazdırılıyor!” deseydi. Diyenler var. Gerçekten. Belki de “Hadi canım!”
diyenler olur. Ama tanığım. İsim veremeyeceğim. Reklam olmasın. İyi de “ hadi
canım!” diyecek olanlar kim? Havalara girdiğimin ayrımındayım.
Yazıyorum
ya! Yazarlık bambaşka bir şey! Bir savınız var, rakibinizi nasıl susturmaya
kalkışırsınız? Falan kitapta bile yazıyor! Gazetede okudum. O zaman akan sular
durur. Durmaz mı? Falan kitap, feşmekan sayfa, filan paragraf.. peh, peh, peh.
Ne adam be!
Kitap kurdu!
Derya! Ne bilge kişi!
Bu gün
her zamankinden fazla sıkılıyor canım. Korsan tezgahım zabıtalarca yıkılmış.
Epey de kitap vardı. Neyse ki tezgahın başındaki çocuk kurnaz da olay fazla
büyümemiş. Buraya kadar gelselerdi halim haraptı. Raflardaki korsanları ikinci
el bölümüne kaldırdım. Kira da yaklaştı. Epey de eksiğimiz var.
Kontratı
okumadan imzalamanın cezasını çekiyorum. Gününde kira yatmadı mı yüzde on faiz
alıyorlar. Bir-iki güne bile. Hiç insaf yok. Elli milyon kadar eksiğimiz var.
Umarım Çarşamba Pazarı’nda iyi iş olur. Olmazsa yine borç aramaya çıkacağız.
Yüzümüzü
kızartıp bir iki günlüğüne- bu daha ne kadar gider bilmiyorum-“Kardeşim sen de
hiçbir şey bilmiyorsun, daha ne halt etmeye yazıyorsun?” diyenlere verecek
yanıtım yok.
Doğru
bilmiyorum. Örneğin gözyaşımızın neden sıcak olduğunu bilmem. Eğer ben de
sağlık derslerinden birini almış olsaydım, beden ısısının yüksekliğinden ötürü
olduğunu anımsar, size bu satırlarda bildirirdim. Gördün mü neler biliyor,
tavrıyla.
Bir
yerli yazarımız bir öyküsünde bunu anlatıyor. Kahramanı ağlıyor, doğum
kliniğinde. Doğurmak üzere. Ve yanağından süzülen sıcak yaşların sorgusunu
yapıyor. Kuşkusuz ben de yutuyorum. Biri kalkıp arkadaş gözyaşı sıcaklığı
duyumsanmaz, dese, diyen haklı. Ama kötü edebiyatın kurbanı olarak düşülür
böylesi durumlara. Yazarımız sağlık dersleri almış. Demek eğitimli. Bak aklında
neler de kalmış. Sıcak gözyaşının nedeni. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Ne
mükemmel bir buluş! Nasıl da aydınlatıyor okuyucuyu.
Sevgilisinden,
eşinden, yurdundan ayrı kalan birinin döktüğü göz yaşlarının sıcaklığı hiç de
öyle duyduğu acıdan falan değil. Gerçekten de öyle. Sıcak gözyaşı sadece kötü
bir benzetme. O kadar. Kahramanınız ne kadar acı çekerse çeksin döktüğü gözyaşının
sıcaklığını duyumsayamayacaktır. Bahse girerim.
“Sanki
kocaman bir kılıç karnına batırılmış, ucu öbür taraftan çıkmış gibi derin bir
acı hissetti.” Bu anlatımı neresinden tutarsanız tutun hepten pespaye değil mi?
Örneğin küçük bir kılıç batırılsaydı ve öbür taraftan çıkmasaydı duyduğu acı
eksilir miydi? Daha mı az acı duyardı? Yazarın anlatımına koşut bir anlatım
seçersek “Sığ bir acı” mı duyduğunu düşünecektik? Birine bir kocaman kılıç
batırılsa ve o kılıç öbür taraftan çıksa duyacağı acı ne kadar derin olur ki?
Hem derin acı ne oluyor? Derinliği kaç kulaç olur acaba? Ölmez mi? Süreklilik
olmadığına göre çekeceği acı pek de ürkütmüyor. Ama yazar kahramanının çektiği
acının boyutları hakkında bizi ille de bilgilendirecekse, kahramanını kırık
camların kapladığı bir yüzeyde sırtında ağır bir yükle dolaştırsa, az çok bütün
okuyucular kestirebilir. Kocaman bir kılıcın saplandığı ve öbür taraftan
çıkarıldığı zaman yapacak bir şey kalmıyor. Büyüsü bozuluyor bacım.
Ama sen
de haklısın. Kitabın arka kapağındaki reklam panosunu yazanlar var oldukça sen
de var olacaksın. Öykünün tamamını bilenlerden alıntılar aldığın sürece de o
reklam panosuna yeni sloganlar eklenecektir. Ve ben de orijinal baskı yalanını
utanıp sıkılmadan söyleyeceğim müşterilere. Elektrik faturalarını ödeyeceğim.
Ev kirasını, dükkân kirasını, çocuğun okul masraflarını çıkaracağım. Kitabını
satabilmem için okuyacağım. “A, elbet okudum! Mutlaka okumalısınız. Korkunç bir
şey. Belki de ilk kez kitap okudum diyeceksiniz. Hani bir yazarımız “ Bir kitap
okudum hayatım değişti” diye yazmıştı ya, belki siz de bu kitapla böylesi bir
değişim yaşayacaksınız.”
Bütün bu
yalanları söyleyebilmem için okumak zorundayım yazdıklarınızı.
Bu gün
kahrolacak kadar sıkıntılıyım. Doğru dürüst satış olmadı. Sigara masrafımı bile
çıkaramadım desem abartmış olmam. Sabah çocuğa harçlık vermem gerekecek. Eve
ekmek parası, Pazar parası bırakmam gerek. İçtiğim çayları yarına
devredebilirim, ama ya harçlık? Bu güne devretmiştim.
-II-
Yalan.
Çocuk falan yok. Dolayısıyla okul masrafı da yok. Kira doğru. Niye böylesi bir
yalana başvurdum, bilmiyorum. Canımın sıkıldığı, saat beşte tüm çarşının
elektriklerinin kesileceği de doğru. Gonçarov’a imrendiğim, satışların kötü
gittiği bunlar doğru. Doğrular arasında olmayan birçok şey daha var, ama
olup-olmadığında kuşkum var. Belki de doğrudurlar ve fakat yalan sanmaktayım.
Ya da tersi.
“Hanene
Aydoğacak”ı bitirdim. Genç bir bayan getirdi. Altı yedi kitap. Yeni kitaplarla
takas ettik. Kitaplarla. Oysa tek bir kitap: “İsyan Günlerinde Aşk”. “Orijinal
mi?” dedi. Evet, dedim. Yani yalan söyledim. İşte canımın sıkılmasında en büyük
rolü bu yalanlar oynuyor. Kitap korsan basım. Bir sava göre yapıt da “Kolera
Günlerinde Aşk”ın korsanı. Basım korsan, yapıt korsan.. çok mu umurumda?
Korsan
basımı orijinalinden ayırmak olası değil, yapıta gelince onun korsanlığında
kuşkum var. Bir ad çağrışımının ötesinde bir şeye rastlamadıydım. Demek ki
yeniden okumalıyım. Üstün körü değil de daha özenli.
Altı
orijinal basım kitap bir korsan kitap ediyor. Oldukça kârlı. Yaşasın serbest
piyasa. Gerçi ben bu konularda fazlaca cömerdimdir. Gerçekten. Diğer sahaflar
bu kitaplara kitap vermez, en fazla bir iki milyonla gönderirler. Şimdi
rakiplerimi kötülediğim sanılacak, ama değil.
Kitaplar
iyi korunmuş. Sararmamış olsalar ikinci el bölümüne bile koymazdım. Ne yazık ki
kitaplar sararmaktan kurtulamıyor.
“Yarın
Diye Bir Şey Yoktur, Savrulup Gidenler,
Aynadaki Yüzler, Hanene Ay Doğacak, Öykümü Kim Anlatacak, Batıda Aşk Ve
Cinsellik” Bunları okumalıyım ki raflarda tozlanmasın. Çabucak satabilmenin yolu
okumaktan geçiyor. Her kitapçı benim gibi midir bilmiyorum. Ama reklamı
yapılmayan yapıtları satabilmenin yolu okumaktan geçiyor. Yoksa onlar bana ben
onlara bakıp dururum. İşte yine aynı alışkanlık. Bönce bir benzeti. Kitapların
bakıp durduğu yok. Bırakıldıkları yerde dururlar. Alıcıyı da beklemezler.
Duyuları, beklentileri, çekinceleri, kaygıları yoktur. Kitapçının, kitap
sahibinin vardır. Onlar rafta öylece dururken giydiririz onları. Yanma korkusu,
nemlenme korkusu, dağılma korkusu bize aittir. Bana aittir. Bir kitap rafta en
çok on beş gün durmalı. Yoksa yandığım gündür.
“Batıda
Aşk ve Cinsellik” bir iki güne kalmaz gider. Ama diğerleri başımı ağrıtacak
gibi. Günü zararla kapatacak bir alış-verişe benziyor yaptığım.
“Aynadaki
Yüzler”in daha ilk sayfalarında o “Kötü edebiyatın”, benzetme alışkanlığının en pespayelerine
rastlamaktan beni kim kurtarabilirdi ki? Kendim kaşınıyorum biliyorum. “Okuma!”
Diyeceksiniz evet de sonra nasıl satacağım? Kiramı nasıl ödeyeceğim? Tıpkı sizler
gibi geçinmek zorundayım. Öteki kitapçıların ne yaptığı beni ilgilendirmiyor.
Ben hiç değilse tezgahımdaki kitaba şöyle bir göz gezdirmeliyim. Reklam
panosunda neler var bakmalıyım. Yani arka kapakta.
“Bir
yorgun akasya dalı.. kırık dökük bir rüzgar..”
Buyurun!
Neresinden alayım, neresinden tutayım?
Yorgun
akasya dalı! Niye yorgun ki?
Kırık
dökük rüzgar!
Kırıklığı,
döküklüğü neyse bir de sayılabilir bir nesneymiş rüzgar. Bunu bilmiyordum.
Akasya dallarının yorgunluğunu düşleyebilirim de, rüzgara aklım yatmıyor. Bu
kadar zorlama niye? Eğri-büğrü akasya dalına ne olur ki? Öyle dense atmosfer
istendik biçemde kurulamaz mı? Ama ille de benzetme. En bayağısından.
“Ah
hanımefendi, satmaya gönlüm el vermiyor! Evden getirdim. Kütüphaneme ait.
Okumak için getirdim. Çocuk yanlışlıkla rafa koymuş. İnanın kaç kez okudum,
yine de ilk kez okuyormuşçasına heyecanlanıyorum! Lütfen! Ah öyle mi? Ne
yapalım. Baskısı da yok sanırım! İstanbul’daki arkadaştan rica minnet bulmasını
isteyeceğiz. Beş lira! Evet. Değil! Baskısı olmadığından. Beş lira nedir ki?
Peki üç buçuk olsun. Sizi kıramam. Rica ederim. Bay!”
Kırık
dökük rüzgardan kurtulduk. Ben bu işi biliyorum abi.
“Yakalanan
kayan yıldız..” benzetisiyle ne düşler kurar liselim, kim bilir! Ve oda öylesi
tümceler kurmak için ne sözlük çalışmaları yapar değil mi?
“Özlü
Deyimler” başlığını attığı çizgisiz defterine nasıl da özene bezene yazar, kim
bilebilir ki?
Yoruldum.
Sıkıldım. Bıktım. Eleştirmenliğe hevesim olmadığını söylemiştim. Gelin görün
ki, eleştirmekten öte bir şey yaptığım yok. Benzetmelerin neresi kötü? Nesi
kötü? Acı, acı haykıran rüzgar neden olmasın? Yavan olmaz mıydı? Yavan ne
demek? Pilav mı bu? Denebilir, kardeşim kalk git evine. Al eline tv.
kumandasını, zapingle dur kanalları. Bak bakalım hangi manken kiminle hangi
klüpte görülmüş. Bilmem hangi ünlü şovmen kimi nerde madara etmiş. Sonra
mükemmel yerli dizilerden birine takıl. O ne kurgu, o ne konu, o ne
oyunculuk..peh peh! Hırsımdan kafamı duvarlara vurasım geliyor. Elden ne gelir.
Diziler
canını mı sıktı? Aç haber kanallarını ekonomi eksperlerinin yorumlarını dinle,
cüzdanına yön ver. Varsın yanılmış olsunlar. Bir gün tutturursun. At yarışı mı
bu? Demeyin. Böyle demeyin. Ne olur? Siyasal eksperlerin yorumlarını iyice bir
dinle! Sabah esnaf arkadaşlarına satacak bir şeylerin olsun. Çık şu kitapların
dünyasından! Çevreni gözlemle! Ülkene bak! Dünyada olup bitenleri izle. Varsın
“ olup bitenlerin-olup bitmemesi için” salt bir izleyici olmuş olasın. Ne
çıkar? Savaşa hayır mitinglerine katıl bayrak yak! Rahatlarsın. Öğrencilik
günlerindeki gibi. Varsın akıllı bombalar düşsün Bağdat’a. Sen gönül
rahatlığıyla gösterini izlersin akşam haberlerinde.
Üçüncü
sınıf yazarmış, birinci sınıf yazarmış? Sana ne? Sen satmaya bak. Okumak
zorunda değilsin. Tava tencereden beyaz eşyaya yükselen kitle iletişim araçları
yeterince reklamlarını yapıyor: “ Bayağı ilginçmiş feşmekan gazete de çıkmış.”
dersin. İnanırlar. Ve sen de rahat rahat kupon biriktirir masraflarını öder,
birikim bile yaparsın. Var mı ötesi?
Varsın
aparılmış olsun “Tutunamayanlar”. İsterse olduğu gibi.
Yazmak
için bahane aramana gerek yok. Benzetileri senden başka bire bir alan da yoktur
şu dünyada. Bir tren yolcusunun “Tek katlı uzun istasyon binası bize doğru
ilerledi.” Sanısı hiç de olmayacak şey değil. Ya da trenin “Vahşi, gaddar,
serkeş naralarla” uçması. Bunlar hiçbir okuyucu için tuhaf gelecek şeyler
değil. Sana tuhaf geliyor olması senin tuhaflığından.
Ne yazın
dünyasında olup biten şeylerin olup bitmemesi için elinden bir şey gelir, ne
gerçek dünyadakilerin. Sen kimsin? Sıradan bir kitapçı. Sıradan biri. Kitap
satabilmek için yalanlar söyleyen, dolandırıcı.. ve bu halinle bu kimliğinle
kafa tutuyorsun. Sıkıysa kendine tut. Sıkıysa kendini kontrol et.
İnsanları
aldatmak için dükkânın duvarlarına yazdığın “ KORSAN KİTABA HAYIR!” sloganını
benliğine kazı. Bir kez kendine dürüst ol. Dolandırıcılığın için bulduğun
gerekçeleri bir kez olsun çöp kutusuna at.
- Kar (*) var mı?
- Evet!
- Orijinal
mi?
-
Elbette! Bizde asla KORSAN bulamazsınız.
Cemal Çalık, 21.07.2014, Konuk Yazarlar, Sonsuz Ark, Öykü
(*) Kar: Orhan Pamuk'un romanı