“Dayanamıyorum
bu acıya, lütfen Bahadır Abi’yi arayıp sorar mısın; radyoterapiyi bırakırsam ne
olur?”
Radyoterapiye
başladım, ama hâlâ kendime o soruyu soruyordum: ne için kanser oldum? Şu anda
bu hastanede bulunmam ne içindi? Ne yapmam gerekiyordu? Radyoterapiye girip
kaçarcasına hastaneden uzaklaşanları kesinlikle anlıyorum, ama ben bir şeyler
yapmam gerektiğini hissediyordum.
Bunun
için Pediatrik Onkoloji servisindeki çocuklara katkı verebileceğimi düşünerek
oraya gittim. Güler yüzlü ve şefkat dolu başhemşire Menekşe Hanım’la tanıştım.
Ona kanser tedavisi gören çocuklara nasıl katkı verebileceğimi sordum. Maddi ya
da manevi ihtiyacı olan o kadar çok hasta vardı ki, hangi çocuğa neler
yapılabileceği konusunda teferruatlı bilgi verdi. Hemen harekete geçtim ve
dostlarım yine beni yalnız bırakmadılar. Benim hiçbir şey yaptığım yoktu
aslında, dostlarım oyuncak, kitap ve para veriyor ben de onları Menekşe Hemşire
vasıtasıyla çocuklara iletiyordum. Bu postacılık işi bile kendimi iyi
hissetmeme sebep olmuştu. Hepsine tek tek minnettarım.
Radyoterapiden
çıktıktan sonra da Hacettepe’ye çok yakın olan Taceddin Dergâhına gidip merhum
Muhsin Yazıcıoğlu’nun kabrini ziyaret edip dua ediyordum. Hastaneden çıktıktan
sonra yapılan kabir ziyaretinin çok moral bozucu olduğunu düşünebilirsiniz, ama
öyle değil inanın. Aklımın yettiğince tefekkür edebilmem için önemli bir yerdi
orası benim için. Ve ayrıca Muhsin Yazıcıoğlu özellikle 28 Şubat döneminde
herkesin kıvırdığı bir dönemde dimdik duruşundan dolayı kalbimi kazanmıştı, ona
olan borcumu da biraz da olsa ödemiş oluyordum bu ziyaretlerimle…
Başka Hastalar
Her
sabah Hacettepe’nin yokuşunu tırmandıktan sonra Radyasyon Onkolojisi bölümüne
inmek tam bir ıstıraptı aslında. Bana morgu hatırlatan bodrum katına in,
neredeyse hepsinin suratı asık, rengi kaçmış diğer hastalarla sıra bekle vs.
zor geliyordu işte…
Birkaç
hasta ile sohbet etmeyi denedim, hemen kemoterapi görüp görmediğimi sordular,
görmediğimi söyleyince hafiften bozulur gibi oluyorlardı. Daha sonraları
temkinli davranarak bu soruyu geçiştirmeyi öğrendim. Bense daha çok onların
hikâyelerini dinlemek istiyordum, nasıl kanser olmuşlardı? Neler hissetmişlerdi
öğrendiklerinde? Onlar da çevrelerinden kopmuşlar mıydı bir dönem? Şimdi ne
hissediyorlardı? vs.
Ne yazık
ki bu konuda çok başarılı olamadım, ya konuşmaktan kaçınıyor ya da çok kısa
cevaplar veriyorlardı. Bütün bu kısa diyaloglardan anladığım tek şey vardı;
herkes büyük bir dertten sonra kanser olmuştu. Hikâyenin özü buydu işte; dert.
Kimisi yurttan evlatlık alıp büyüttüğü çocukları kendisine sırt döndüğü için,
kimisi kocası onu aldattığı için kimisi de çocukları çalışmayı bırakmasını
istedikten sonra eve kapandığı için. Bin türlü dert işte…
Bu arada
seanslar benim için geçmek bilmiyordu. İlk radyoterapi seansında bekleyenlerden
birisine kaçıncı gelişi olduğunu sormuştum “29” demişti. Ne kadar mutluydu kim
bilir diye düşünmüştüm. Ben de acaba o güne gelebilecek miydim? Giderek
yorgunluğum artıyordu. Başım sık sık dönüyor ve halsizleşiyordum.
Doktorlar
işaretli ve bantlı bölgelerdeki çizgilerin çıkmaması için o bölgelere su
değmemesi gerektiğini söylemişlerdi ama asla dinlemiyordum. Her gün düzenli
olarak banyo yaptım. Aksi beni perişan edecekti yoksa.
Tam da o
sıralarda İstanbul’dan bir haber geldi benim de ufak bir katkımın olduğu Kafkas
İslam Ordusu Belgeseli’nin galası yapılacaktı. Projenin sorumlusu Süleyman
Gündüz Ağabey arayıp gününü bildirdi.
Kafkas
İslam Ordusu belgeseli fikri Hakan Albayarak’a aitti ve Hakan’da, Emira’da
birlikte gidebileceğimizi söylediler. 26 Şubat’tı yanlış hatırlamıyorsam, Atila
da destekleyince Ayşe, Fatma, Emira, Hakan’la beraber yola çıktık. Şimdi o günü
hatırlayınca ne kadar da cesur davranmışım diye hayret ediyorum kendime.
Oldukça
neşeli bir yolculuktan sonra ağabeyimlere geçtik. Yeğenlerimi görmek harika bir
duyguydu. Figen güzel yemekler hazırlamıştı, hep birlikte yemek yedikten sonra
galaya gitmek üzere çıktık, yağmurlu ve oldukça soğuk bir hava vardı.
TRT
Stüdyolarına geldiğimizde Başbakan Tayyip Erdoğan da geleceği için sıkı
güvenlik kontrolleri ile karşılaştık. O sırada bizden önce gelmiş olan sevgili
kardeşim Gökhan beni görüp güvenlikçilere: “Arkadaş bizden yabancı değil” dedi.
O an Gökhan’ı dövmek geldi içimden:))
Süleyman
Ağabey yaptığı konuşmada herkesle birlikte nezaketle bana da teşekkür etti.
Böyle bir projede yer almak hakikaten çok güzel bir duyguydu. O geceyi
annemlerde geçirdik ve sabah da Ankara’ya devam ettik.
Hakan
merhum Erbakan’ın cenazesine katılmak için İstanbul’da kaldı. Emira, kızlar ve
ben birlikte yola çıktık. Nasıl bir kar, nasıl bir tipi anlatamam santim santim
ilerliyoruz sanki… Her şeye rağmen Emira’nın usta kullanımı ile Ankara’ya sağ
selamet dönebildik.
Radyoterapim
devam ediyordu,, ama ara sıra “Limak Cihazı” arızalanıyor ve tedavi o gün güme
gidiyordu. Bu çok zor bir durumda elbette, bir an önce bitmesini istedikçe
sanki zaman öylece asılı kalıveriyordu…
Profesyonel
bir ağrı çekici olarak o güne kadar tanış olmadığım türlü türlü ağrı ile de baş
etmeye çalışıyordum. Göğsümün üzeri sanki koca bir alçı tabakası ile
kaplanmıştı ve ağırlığı beni yere doğru eğilmeye zorluyordu. Ve anlatamayacağım
bir şekilde ağrıyordu ameliyat bölgesi. Cildim iyice hassaslaştığı için bir
yandan da acı hissediyordum, ama kendi yaptığım aynısefa merhemini kullanmaya
devam ediyordum.
Hastanede
radyoterapi için sıra bekleyen hanımlardan bazıları “Sizin de deriniz soyuldu
mu?” diye soruyorlardı ben de nazar değemesin diye soruları geçiştiriyordum “Hassas
bir iş, radyasyon alıyoruz olacak tabii” vs.
Bir şeyi
daha hatırladım şimdi, Zekiye, Mücella ve ben yaklaşık aynı tarihlerde
doğmuştuk ve doğum günümüzü birlikte kutlamaya karar vermiştik. Zekiye o gün
beni radyoterapiden alacaktı.
Ben o
soğuk ve rahatsız edici koridorda oturmuş bekliyordum. Camlı bölmede de diğer
hastalar oturmuşlardı. Bana habire içeri geçip beklememi söylüyorlardı, ama ben
soğuk koridorda beklemeyi yeğliyordum, çünkü koridordaki banklar metaldi,
içerideki koltuklar ise kumaş; onlara oturursam kötü enerjinin hemen bedenimi
kaplayacağına inanıyor, o yüzden de soğukta bekliyordum.
Sonra
bir de baktım ki benim güzeller güzeli kardeşim koridorun öbür ucundan bütün
güzelliği ve sempatikliği ile geliyor. O kadar sevinmiştim ki anlatamam. Zekiye
radyoterapi boyunca beni bekleyen ilk ve tek arkadaşım olmuştu.
Daha
sonra birlikte çıktık ve Mücella ile buluştuk. Mücella, Zekiye’yi ve beni
yemeğe götürdü. Karşılıklı hediyeleştik ve sonra da daha yeni kaza geçirmiş
olan Fevziye’lere gittik. Canım kardeşim tatil için yola çıkmışlar hava çok
kötü olduğu için Polatlı yakınlarında arabaları takla atmıştı. Allah’a c.c
şükürler olsun ki hiçbirine bir şey olmamıştı. Fevziye arabadan çıkar çıkmaz
çocuklara bakmış, Zeynep’in gülerek “anne” dediğini duyduktan sonra da çok
sevinmiş ve şoku atlatmaya çalışmıştı.
Her zamanki
gibi dimdik ayaktaydı Fevziye, ona olan hayranlığım her gün biraz daha
artıyordu. Kocası Mavi Marmara’da esir düştüğü zamanda aynı dik duruşu
göstermişti. Çocuklarının gündelik hayatlarını kesintiye uğratmamış, sapasağlam
beklemişti kocasını. Şimdi de aynı dik duruş vardı üzerinde. Gittiğimizde
Fevziye’yi, Ebubekir’i ve kızları o evin içinde yine koştururken görmek harika
bir duyguydu.
O gün
güzeldi, ama Mücella beni eve bıraktıktan sonra kendimi berbat hissetmeye
başladım. Başım dönüyor, midem bulanıyor ve her yerim ağrıyordu. Yine yanlış
yapmıştım, radyoterapi devam ederken daha dikkatli olmam lazımdı ve ben
olmamıştım. Yine bir korku sarmıştı içimi, ya daha kötü olursam…
Neyse ki
birkaç gün içinde toparlanmıştım.
Radyoterapinin
sonuna doğru geliyorduk; sanırım bir hafta gibi bir süre kalmıştı bitmesine.
Bir gece göğsüm her zamankinden daha çok ağrımaya başladı. Ağrı her saniye
artarak devam ediyordu. Elimi göğsüme koymuş için için ağlıyordum.
Atila
ağrı kesici verdi, okudu ama ağrı ve sancı nefesimi kesiyordu. Fevziye’yi
aradım hemen, “Dayanamıyorum bu acıya lütfen Bahadır Abi’yi arayıp sorar mısın;
radyoterapiyi bırakırsam ne olur? diye”
Durmadan
ağlıyordum. Bahadır Abi, bizim çok sevdiğimiz zor zamanlarda herkesin yardımına
koşan doktor abimizdi. Fevziye biraz sonra aradı: “Tedaviyi yarım bırakması çok
yanlış olur, Neşe sabredecek biz de işinin kolaylaşması için ona dua edeceğiz”
demiş.
Dayanamıyordum.
Ertesi gün doktora da söyledim çok acı ve ağrı hissettiğim için tedaviyi
bırakacağımı söyledim. Doktor çok yanlış bir karar vermiş olduğumu, eğer kanser
nüksederse o durumda doz ayarlamasını yapamayacaklarını söyledi. Hastalık ve
sabretmekle ilgili bütün hadisleri tek tek okudum. Hepsi o kadar güzeldi ki
utanıyordum şikâyet ettiğim için. Utanıp Allah’a c.c sığındım tekrar.
Ve
Rabb’im de yine bana yardım etti…
Neşe Kutlutaş, 24.07.2014, Sonsuz Ark, (İlk Yayın Tarihi, 24.02.2012)