“Hem okurlarını aldatır hem de dini kendileri gibi
algılamayanları bir yerlere jurnaller.”
Saman okurları bilsin ki, kendilerini aldatan bir
yayın organıdır saman. Herkesi aldatmaya yönelik Goebbels vari bir yapısı
vardır. Hem okurlarını aldatır hem de dini kendileri gibi algılamayanları bir
yerlere jurnaller. Yayın hayatını takip edin bunları somut örnekleriyle
göreceksiniz.
90’lı yılların (28 Şubat dönemi) bunun en bariz
örnekleriyle doludur. Saman’ın fikri kaynağı, beslendiği memba yalanı mübah
görür. Ya avlamak ya jurnallemek için yalan söylenmesinde bir beis görmez. Bu
sadece yayın organıyla sınırlı değildir. Bizzat tanık olduğum, yaşadığım bir
olay bunu gözler önüne serer.
90’lı yıllardı. Kendimi bildim bileli mezkur gruba
karşı bir antipatim vardı. 70’li yıllardan bu yana. Nedeni gayet açıktı. Dini kendileri gibi algılamayanları sapık
görmeleri. Hidayetten mahrum
bilmeleriydi. Dinden habersizlere, dini gereksiz bilenlere böylesi yaklaşımları
anlaşılabilir, bir yere kadar hoş görülebilirdi. Ama dini mücadele veren kendi
algıladığı gibi “Emr-i bil mağruf, nehy-i enil münker” yapmaya çalışanları
sapık addetmek, hidayetten mahrum bilmek apaçık bir sapıklık iken.
Sapıklığı bununla sınırlı değildi elbet. Ya kitaplar
yazdırılıyor ya rüyada durumlar bildiriliyordu bu da bana ters geliyordu. Hem
büyük ûlemâ (Gazzeli gibi, Fahreddin Razi gibi, Mezheb İmamları gibi) rüya ile amelin
haramlığına hükmederken. Rüya ile amelin olmayacağına dair yargı her akıl sahibi
için açıktır. Yusuf Peygamber’in rüya ile ilişkisi apaçık bir vahiydir.
Bağlayıcıdır. Onun dışında kalanların rüyaları ancak kendilerini bağlar eğer
bağlanacaklar ise.
Rüya meselesini bırakıp dini kendileri gibi
algılamayanları sapık, hidayetten yoksun saydıklarına dair yaşadığım, tanık
olduğum olayı anlatayım. Bir tanıdık –yakın bir tanıdık, çok yakın- mezkur
grubun bir akşam sohbetine davet etti. Affını istedim. “Dayanamam, tuhaf
ifadeler olunca karşı çıkar, soru sorarım” dedim. Tanıdığım ısrar etti. Ne sorarsam sorayım kızılmayacağını, tersine
her fikre, her görüşe açık olunduğunu, bir tek toplantıda bile kimsenin kalbi
kırılmadığını anlattı. Çok heyecanlı, çok istekli.
Tanıdığıma, doğduğum memlekette nice toplantılarının
sonunda nasıl gırtlak gırtlağa tartıştığımı ve kovulduğumu söyleyemedim.
Hevesini kırmak istemedim. Sözü uzatmayalım, gittik. Her zaman ki gibi
risalelerden biri (Sanırım 28. Lema idi okuduğu) Avcı hayvanların gıdaları
ölmüş hayvanlar imiş ve canlı hayvanı öldürmek onlara haram imiş, öldürünce de
haram işlemiş oluyorlarmış. Bu abuk sabukluğa yutkundum. Sadece yutkundum. (Sonsuz Ark'ın notu: 1-“Gerçi cesetleri fena bulur. Fakat ervahları baki kalan hayvanat mabeyninde dahi, onlara münasip bir tarzda, dar-ı bekada mücazat ve mükâfatları vardır. Ona binaen canavarlara sağ hayvanların etleri haramdır denilebilir.”Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşr., 2005, s. 610. 2- " Kaplan gibi hayvanların helâl rızıkları, ölü hayvanlardır. Sağ hayvanları öldürüp rızık yapmak, şeriat-ı fıtriyece haramdır." Said Nursi, Mesnevî-i Nuriye, s. 64.)
Tanıdığım sıkıldığım fark etmişti. Çay molasında
kulağıma takıldığım bir şey varsa sormamı istedi. “Yok”, dedim. Çay molası
arasında Lema okuyan kişi “Arkadaşlar” dedi. “Bugün bir mektup elimize geçti.
Malezyada bir cami imamı –dikkatinizi çekerim cami imamı, yani bir Müslüman-
çok şükür risaleler ile tanışmış. Ve mektup yazmış. Size o mektubu okuyayım.” dedi
ve okudu. Mektup risalelerin derinliğinden, yüceliğinden falan söze ediyordu.
Fakat mektubun sonu ilginç bitiyordu.
Güya mektupta yazıyor imiş ki: “ Çok şükür Allah bana
hidayeti nasip etti ve risalelerle tanıştırdı. Şimdi Müslüman oldum!” bu sözler
içimde yankılandı. Yankılandı. Artık duramazdım.
Leş yemekle mükellef olduğunu unutup haram işleyen
aslanları bir kenara bırakıp dedim ki, “Af edersiniz beyefendi. Her halde
yanlış anladım, kusura bakmayın. Mektubu yazan daha önce Müslüman değil
miymiş?” Lemâ okuyan kendinden gayet emin, “Cami imamı.. ama sureta Müslüman. Zaten Kur’an’da
da geçiyor ya “Ey iman edenler iman edin!” İşte bu ayet risalelere işarettir.”
Ben durur muyum; “O zaman Allah yüce Kur’an’da Maide
suresi 3. Ayetinde, “Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi
tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçip beğendim.” derken ne demek istiyor.
Öyle ise bu din tamamlanmış değil ve Allah bunu o an insanlardan saklıyor. Ki
hiç biri risalelerle teşerrüf etmiş değil. 1900’lü yıllardan önceki bütün
Müslümanlar yarım yamalak Müslüman imiş. Böyle şey olur mu?”
Lemâ okuyan bir süre sakinliğini, güler yüzünü devam
ettirdi. Sonra ayetlerle Hz. Muhammed’den sonra ne bir nebi ne bir resul
gelemeyeceğini, İslam Literatürü’nde hidayet kaynağının sadece Kur’an olduğunu,
farklı görüş ve algılayışların olabileceğini, hatta mevzu mu sahih mi emin olmadığım
bir hadisi şerifte “İhtilaflar ümmetimin hayrınadır” buyrulduğunu, Malezyalı İmam’ın
hidayet görüşü kendisini bağlayacağını ve eğer mümkün ise imamın adresini
verirler ise kendisine bir mektupla konuyu tartışacağımı söyleyince o sakin kişinin
nevri döndü; bambaşka biri oldu.
Titrek sesiyle, “Sen buraya bozgunculuğa gelmişsin.
Fitne fesat için gelmişsin. Allah senin kalbini, gözünü, kulağını mühürlemiş.
Hakikati duyamaz, göremez, anlayamaz olmuşsun.” dedi. Ayağa kalktık. Ev sahibine
çay ve ikram için teşekkür ettim Lemaâ okuyucusuna da “Leküm diniküm veliyedin!”
dedim. Ve ekledim “ Sizin “Biz güzel söz ve hikmetle insanları çağırırız”
sözünüzün bir iddiadan öte anlamı olmadığını bu an göstermiş oldu, bunun için
de size ayrıca teşekkür ederim!”
Bu yaşadığım olay, benim için kendileri dışındakileri
hidayetten yoksun saydıklarının en kesin kanıtı oldu ve yayın organlarındaki
yalanlardan ve jurnallemelerden niye yüksünmediklerini apaçık anlamış oldum.
Fikri Muhayyer, 02.08.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazar