“Bugünkü rüzgar tersine
döndüğünde başörtülülerden yüz çevirecek olan alçaklara da şimdiden hakkımı
helal etmiyorum!”
***
***
Bugün 28
Şubat ve benim içimden hiçbir şey yazmak gelmiyor. Yalnızca Twitter'da yazdıklarımı buraya aynen
alıyor ve kaçıyorum.
28 Şubatta
başörtülü kızlara "fahişe" diyen sonra da başörtülü yazarlara
yamanan, yaltaklanan adama hakkımı helal etmiyorum!
Üzerimizde
ince ayar çalışan Batı Çalışma gurubunun elamanlarına hakkımı helal etmiyorum!
Bizi üç
dakika içinde defolun diyerek kovan "namazlı abdestli" kurum müdürüne
hakkımı helal etmiyorum!
Topyekûn
savaş manşeti atan gazetecilere hiç hakkımı helal etmiyorum!
Bu arada
mümkünse beni ve diğer başörtülü arkadaşlarımı Hasan Karakaya'nın savunmamasını
rica ediyorum!
Kanser
olmamda eşsiz katkıları olan 28 Şubatçıların hiçbirine hakkımı helal etmiyorum!
28 Şubat
döneminde tırsıp bizden vebalıymışız gibi kaçan "mütedeyyin"lere de
hakkımı helal etmiyorum!
Başörtülü
kızlar yardım istediğinde onlardan ikinci eşleri olmalarını isteyen şerefsizlere
yine hakkımı helal etmiyorum!
Bütün 28
Şubatçıların canı cehenneme! Onlarla konjonktür gereği dost olan hiç kimseye
hakkımı helal etmiyorum!
28
Şubatta kabiliyetli başörtülü kızları üç kuruş maaşla çalıştırıp bununla övünen
şerefsizlere de hakkımı helal etmiyorum!
Bugünkü
rüzgar tersine döndüğünde başörtülülerden yüz çevirecek olan alçaklara da
şimdiden hakkımı helal etmiyorum!
Ben Twitter'da
bunları yazarken sevgili kardeşim Zeynep Zelan da cevaben şunları yazıyordu:
"Söylediğin
her söze sonuna kadar katılıyorum. Ben de hakkımı helal etmiyorum, etmeyeceğim"
"Üniversitenin
kapısına dikilip görevi olmadığı halde bizi okuldan atmaya çalışanlara hakkımı
helal etmiyorum"
"Yanlış
anlamayın benim annem/anneannem de başörtülü deyip başörtülülere cüzzamlı
muamelesi yapanlara da hakkımı helal etmiyorum"
"Biz
okulun kapısında çaresizce beklerken bizden köşe bucak kaçan, milliyetçi,
muhafazakar erkek öğrencilere de..."
"Gizli
28 Şubatçılar ki en az onlar kadar acımasızdı, bir biz biliyorduk, gözlerindeki
imayı.."
"Biz
28 Şubat'ın arta kalan yıllarında Gerçek Hayat'a sığındık."
"Hakan
Albayrak, Neşe Kutlutaş, Ebubekir Kurban, Murat Menteş, Gökhan Özcan ve
gazeteye emeği geçenler yalnız olmadığımızı gösterdi"
"Birileri
hâlâ bize inanıyordu, bizden umutluydu hâlâ.."
"Biz
derslerde gizli gizli Gerçek Hayat okurduk masa altında, elden ele sayfaları
okudukça birbirimize verirdik"
"Okudukça
içimiz açılırdı, yüzümüz gülerdi, başörtümüzün üstündeki iğreti peruğu unutup
insan olduğumuzu hatırlardık"
"28
Şubat kalıntısı yazım: "Başınızı açar mısınız?""
Başınızı açar
mısınız?
17
yaşındaydım. Teoman’ın, “Daha 17 dediği yaşta…”
Dile
yatkınlığım vardı. İngilizce kitaplar okuyor, sınavlarda en yüksek puanları hep
ben alıyordum. Çevirmen ya da İngilizce öğretmeni olmak istiyordum. Ama tam
sınava gireceğim yıl, İmam Hatip lise mezunlarının ilahiyat dışında
üniversitelere girişi engellenmişti. Ne yapacağımı bilemedim ve çare olarak çok
sevdiğim okulumu son sene bırakmaya karar verdim.
28
Şubat’ın en fırtınalı günleriydi. İmam Hatip Lisesi’nde önce öğretmenlerimizin
başlarını açışına şahit olmuştuk. Gözlerimize inanamamış, saygı duyduğumuz
öğretmenlerimizin gözlerini bizden kaçırıp, başları önde başörtülerini
çıkarışlarını izlemiştik. İnandığımız tüm değerler bir bir yıkılıyordu.
Herkes,
“Yok artık öğrencilere de dokunmazlar, burası Müslüman bir ülke” diyordu.
Başörtüsü yasağı birçok üniversitede dalga dalga yayılıyordu. Oturma, yürüme,
susma, el ele tutuşma…
Her
türlü eyleme katılıyor, eylemlerde önümüzde bekleyen polislere bisküvi
veriyorduk. Polise taş atmadık, onunla çatışmaya girmedik hiç. Hiç başımızı
belaya sokmadık. Ama yine de o dönem, PKK’dan daha tehlikeli ilan edildik.
Sinemalara, basketbol maçlarına, konserlere giden neşeli bir gençken, bir anda
kendimizi “Anne, ben dersten sonra… eylemine katılacağım. Merak etme” derken
bulduk.
Olanları
şaşkınlıkla izleyen ailelerimiz, bize hiç karışmadı, hiç korkmadılar. Hep
arkamızda durdular. O zamanlar üniversitede okuyan ablalarımız için,
öğretmenlerimiz için eylem yapıyorduk. Biz hiç başımızı açmayacağız, yasak hiç
bize dokunmaz sanıyorduk. Daha doğrusu umuyorduk. Ülke karıştıkça biz büyüdük.
Babalarımız hayatın bu ucu sivri yanıyla nasıl baş edeceğimizi anlatmaya
çalışsa da anlayamadık. Gençliğimizin baharındaydık. Okuyacağımız daha çok şiir
vardı. Dünyayı daha yeni tanıyorduk.
Ama
henüz büyümemiştim. Bana ilk kez “Hanımefendi başınızı açar mısınız?”
dediklerinde büyüdüm ben. Hayatımın en zor, en kuytu, en heyecan verici, en
yalnız, en yalnız anıydı.
Açıköğretim
lisesi sınavlarına girmiştim. O zamanlar yasağın nerede uygulanıp nerede
uygulanmayacağı net olmadığı için herkes kafasına göre takılıyordu. Sınava
girerken yasakla karşılaşacağım aklıma hiç gelmemişti. Tek derdim, kalem,
silgimin, suyumun tam olması ve çalıştığım yerlerden çıkmasıydı. Sınavın
başlamasına 5 dakika kala, içeriye polis girdi ve gözetmene bir şeyler söyledi.
Ben hiç
üstüme alınmadım. Sonra ikisinin gözünü bana diktiğini fark ettim. Derken
gözetmen herkesin içinde bağırarak “Hanımefendi sınava böyle giremezsiniz.
Başınızı açar mısınız?” dedi. Bir anda tüm gözler bana çevrildi. Benimki
polise.
Ama biz
ona bisküvi veriyorduk, eylemlerde hiç yaramazlık yapmamıştık. Bana da mı
yasak? Bir anda kendimi 7 yaşında okulun ilk günü gibi yapayalnız, küçücük,
minicik hissettim. Donakalmıştım. Gözetmen tekrarlayıp duruyordu.
“Hanımefendi
başınızı açar mısınız?” Açar mıyım? Açmazsam ne olur? Gözlerimdeki soruyu
anlamış olacak ki “Yoksa polis bey, tutanak tutacak”
Tutanak
mı? O da ne? Ne oluyor ki, hapse mi girerim? Girsem annem ağlar kesin. Sonra
donakalmaktan kurtardım kendimi, uğultular kesildi. Gidip babama sorayım dedim.
Beni okula o getirmişti. Aşağı indim, başörtülü kızların hepsi benim gibi ilk
şoku atlattıktan sonra ne yapacağını bilemez halde sınıfın dışına çıkmış.
Baktım babam yok. Onu göremeyince elim ayağım boşaldı.
Okulun
dışına çıkarsam sınava giremeyeceğim. Zaten az zaman kalmış. Çaresiz sınıfa
döndüm. Gözetmen beni görünce tekrar etmeye başladı. “Hanımefendi…” 17
yaşındaydım. Ben daha hanımefendi değilim ki…
Sıraya
doğru giderken camdan babamı gördüm. Arabanın içine oturmuş, beni bekliyordu.
Hava soğuktu, ayazdı. Şubat sert geçmişti o yıl. Camları kapatmış, klimayı
açmış, müzik dinliyordu. Cama yapışıp baba dedim, baba... Sınıftakiler beni
izliyordu. Babama bağırıp sesimi duyurmak, ne yapmam gerektiğini sormak
istiyordum.
“Baba!”,
dedim. O beni duymadı. Gözlerim dolu dolu oldu, yutkundum. Bir sınıfa, bir
babama baktım. Hayatımda hiç bu kadar onun yanında olmak istememiştim. Hiç bu
kadar ona ihtiyacım olmamıştı. O kadar yalnız hissettim, o kadar çaresiz
hissettim ki… Allah’a sığındım. Dedim, sen yol göster Rabbim, babam sesimi duymuyor.
Yerime oturdum.
Gözetmen
ve polis benden sıkılmışlardı. Önce iğnemi çıkardım. Polis başımı açacağımı
anlayıp, sınıftan çıktı. Dediğim gibi yasak, o zamanlar vicdana göre
uygulandığı için, benim “Hanımefendi” de insafa gelip, iğneyi çıkarmanın devamını
getirmememe göz yumdu. Atlatmıştım. Ama ömrümden ömür gitmişti. Hâlbuki daha 17
yaşındaydım. Ömrümden ömür gidecek kadar bile yaşamamıştım henüz.
Sonra
süreç hızlandı ve ben üniversiteyi kazanana kadar, yasak tüm ülkeyi kapladı.
Fakültenin açılmasından bir süre önce eve telefon geldi. Bölümü birincilikle
kazandığımı ve açılış töreninde plaket alacağımı söylediler. Bir cesaret, “Ama
ben başörtülüyüm” dedim. Telefondaki ses yine aynıydı. “Hanımefendi
biliyorsunuz, başörtülü olarak okuyamazsınız zaten…”
Daha
önce ucuz atlatmıştım. Bu sefer öyle olmayacaktı. Köşedeki kuaförden peruk
satın aldık. Ölü hayvan gibiydi. Dokunmaya korkuyordum. Bir de başıma
takacaktım. Olanları bir türlü kabullenemiyordum. Tüm çabalarımız boşa
gitmişti. Okulun ilk günü geldi çattı. Törene katılmadım tabii, annem gitti
başörtüsüyle aldı plaketi.
Ben
tuvalette peruğu takmak üzere başımı açtım. Her şey bitmişti. Eylemler artık
yapılmıyordu. Ülke bizden sıkılmıştı. Ekonomik sorunlara ve işsizlik
problemlerine geri dönülmüştü. 28 Şubat fırtınası dinmişti. Biz enkazdan
çıkmaya çalışan yorgun gençlerdik artık. Başörtümüzü çıkardığımız gün
büyümüştük. Yaşlanmıştık.
Şimdi
ekrandaki başörtüsü tartışmalarını izliyorum. 28 Şubat’ın aktörlerinden Nur
Serter’i falan görüyorum. Yine aynı konuşmalar… İnsan haklarından,
özgürlüklerden, siyasi simge olmasından, dini açıdan zorunlu olup olmamasından
falan söz ediyorlar. Ama hiç kimsenin aklına bir başörtülü kızı çıkarıp sormak
gelmiyor: “Başını açarken ne hissediyorsun?” Arkadaşlarının gözü önünde nasıl
utandığını merak etmiyorlar.
Fakülteye
başladığım ilk ay başımı neredeyse hiç yerden kaldıramadığımı hatırlıyorum.
İnsan buna hiçbir siyasi parti için katlanmaz. Bu sadece his ve inanç
meselesidir. En yalnız hissettiğimiz anda şah damarımızdan yakın olan içindir
yalnızca. Bu böyle biline...
Bütün
mesajlarımızı okuyan sevgili ablamız Ayşen Gürcan okuduğu bu mesajlardan sonra
şunu yazmıştı: "Büyümek herkese o yaşlarda nasip olmaz, ne mutlu size,
aldığınız kararın kanıtını tek başınıza ilan ederken, yanınızda olmak
isterdim."
Zeynep'in
cevabı ise yürek yakan cinsten olmuştu:"büyümek güzel ve bir o kadar da
acı verici olur eğer vaktinden önceyse..."
Son
olarak Mazlum Der Ankara şube Başkanı Üstün Bol'da Zeynep'le karşılıklı
yazdığımız 28 Şubat mesajlarından sonra
şöyle bir mesaj atacaktı: "Galiba tweetleşmelerinizden bir basın
açıklaması yazdım."
Sevgili
Zeynep de "İlham verebildiysek ne mutlu..." diyerek bitirmişti o
günü...
Neşe Kutlutaş, 03.09.2014, Sonsuz Ark, (İlk Yayın Tarihi, 28.02.2012)