“Sebepsiz durup dururken,
belki uyurken.. fırlarsın.. yüreğin öyle tatlı çarpmaktadır ki Leyla’dan
olduğunu anlarsın..”
Damdan düşer gibi sormuştu:
“Sen hiç âşık oldun mu?”
Doğrusu şaşırdım bile diyemem. Biraz edepsizce bir tavır gibi
gelmişti. Daha belki yarım saati bile doldurmamıştı tanışıklığımız; bu ne
cüretti? Kalkıp gitme cesaretini bulamadım kendimde. Böyle patavatsız insanlar
çokça mıdır? Hep de bana denk gelir. Piyangodan çıkar gibi. Elbet büyük
ikramiye değil. Amorti. İnsanın canını yakan yani.
Kurduğunuz hayaller çocukların kumdan kaleleri kadar bile
dayanıklı çıkmamıştır. Sinirlenirsiniz, belli etmezsiniz. Arsız bir umut usulca
ilişir yakanıza. Baka kalırsınız.. gözleriniz biletçi arar. Değiştirseniz mi,
paranızı mı alsanız?
Evden para gelmemiştir henüz. Aileniz havale parasından
kaçmak için normal yoldan gönderir. Bir öğrenci.. gurbette bir öğrenci için
parasızlık ne kötüdür. Hele bir de yurtta kalmıyorsanız.. yemek bir sorundur..
okula gidip gelmek sorundur.. yakacak sorundur..
“Ulan ne bahtsız adamsın.. okulu kazanamamış olsan daha
iyiydi. Nerden yetiştireceğiz? İstersen kayıt yaptırma!”
Böyle demişti babam. Dinlemedim. Üstüne üstlük tuttuğum eve
ortakçı da bulamadım. Böyle mezbele bir yerde kim kalmak ister. Tuvaleti bile
dışarıda. Daha güzel evlerde kalanlar var. Onların da kontenjanı dolu..
“ Sen hiç aşık oldun mu?” diye soran zat bizim bölümden.
Bizim sınıftan. İki ay oldu. Uzun bir ömür gibi geldi. Alıştık. Bu çocuğun iki
ayda sesini iki defa ya duydum ya duymadım. En arkaya geçer oturur. Kimseyle ne
konuştuğunu gördüm, ne kimsenin onunla konuştuğunu. Sen felsefe bölümünde oku
tek bir kelam çıkmasın ağzından. Oysa herkes bir biriyle yarışıyor görüş belirtmek
için. Adını da yeni öğrendim:“ Şakir.”
Kaldığım tek gözlü evin bir sokak üstünde bir kır kahvesi
var. Ethem Bey Parkı’nın içinde. İkindiye doğru evden çıktım, üniversite
öğrencilerinin çoğunun takıldığı bu yere gittim. Arkadaşlardan kimse yoktu. Diplerde
bir masa bulup oturdum. Oturmaz olaydım. Bir sürü boş masa var..sen tut gel
benim masama otur.
Hani tanış olsak neyse! Dedim ya adını bile bilmiyordum.
Geldi, selam verdi ve oturdu. Peki, ne yapılır böyle bir durumda? Zahir beni
burada görünce, masa da duvara yakın olunca kendini sınıfta sanmış olmalı.
Üstü başı benden berbat. Lime, lime dökülen bir ceket.
Yoksulluk ikimizin de ortak yanı olmalı. Ama övünmek için demiyorum ben daha
bir derli topluyum. Onun ise her şeyi berbat. Saçları karma karışık. Sakal
öyle.. bıyıklar biçimsiz. Ayakkabılar boyasız.. her bir tarafı çamur. Bir
öğrenciden çok rençpere benziyor. İki elinin parmakları da sigaradan sapsarı.
Elinden sigarayı düşürdüğü yok ki.. masaya oturduğundan beri kaçıncı
bilmiyorum. Sönmüyor. Ucu ucuna. Ve filtresiz.. sıkıntıdan patlayacak gibiydim.
Sartre “ Cehennem başkalarıdır” sözünü böylesi bir durumda söylemiş olmalı. Tam
bir cehennem.. ev sahibi olmanın gereğini yapmalıydım:
“Çay alır mısın?” diye sordum.
“İyi olur!” dedi. Sustu. Garsonu beklesem benim boşalan
bardağı almaya geldiğinde nasılsa soracaktı ona da.. utana sıkıla sigara
paketini çıkardım, masanın üstüne koydum. Ev sahibi psikozu işte. Yok!
İkramlara canımın sıkıldığı falan yok. Çocuğun iticiliği.. adeta bana:
“Kalkıp gitsene!” diyor. Sırıtarak;
“Adım Çetin.. Erzurumluyum.. tuhaf değil mi aynı sınıftayız,
ama adınızı bilmiyorum!” dedim.
İnsan bu sözler üzerine şöyle bir toparlanır yalan da olsa
bir el uzatır..yok; hiç istifini bozmadan başı ayakkabılarının burnuna doğru
eğik:
“Ben de Yusufeliliyim.. adım Şakir!” dedi.
Yine sükut. Ben büsbütün pişkinliğe vurdum:
“Ya demek Yusufeli.. hemşeri sayılırız.”
Başını sallar gibi yaptı..güldü mü? Kızdı mı? İyi de arkadaş
ben senin masana oturmadım ki..avurtlar çökük.. dişler sararmış. Gözler göz
yuvasında küçülmüş.. acıdım doğrusu. Çayı şekersiz götürüyor. Ben ikinci
bardağı içmeden arkadaş dört-beş bardak götürdü. Garsona:
“Sen bize bir semaver yap!” demez mi? Buyur. Sigara tuttum..
ikiletmedi.. aldı yaktı. Pervasız dediydim ya! Pervasız.. kelimenin bütün
anlamıyla.. bunu söylerken ödenecek paranın aklımın ucuna bile gelmediğini
söylemeliyim.. semaver geldi. Bir de sigara aldırttı garsona. Benden daha iyi
tanıyorlar..
“Tesadüfe bakın.. buraya hemen her gün gelirim ve hep bu
masada otururum. Kimseyi görmedim buraya otururken. Önce başka masaya geçeyim
dedim seni görünce.. sonra aynı sınıftayız.. belki canı sıkılıyordur Çetin’in
diye düşündüm. Geldim. Oturdum.” dedi.
Dedim ya benim bahtsızlığım. Bu adam alışkanlıklarından vazgeçemeyen
biri. İlk geldiğinde bu masayı boş bulmuş oturmuştur buraya, bir daha da başka
yeri aklından bile geçirmemiştir. Ve ben de onca boş masa dururken gelip buraya
oturdum. Biraz yabaniliğim üzerimdeydi. Sanki kalabalıktan uzak durmak istiyor
gibiydim. Her ne kadar bir iki yaren bulmayı ummuş idiysem de. Bunu değil.
Adımı da biliyormuş. Hale bak. Buraya oturmaya niyetlendiğimde bu yoktu ki.
Güldüm. Ve:
“Demek destursuz evinize girmişim!” diye komiklik yaptım. A
evet güldü. Hayret. Adamın ağzında teneke var.. çayı bardağına doldurmasıyla
bitirmesi bir oluyor.
“Evde mi kalıyorsun yurtta mı Şakir Ağa?” İsimleri sade
söyleyemem. Ya bir “ağa”, ya bir “usta”, ya bir “mirim” diye eklemeler yaparım.
Bu da benim tikim. Yalın söyleyince kendimi bir tuhaf hissediyorum. Şakir
filtreli sigaranın filtresini kırıp yere tükürdü:
“İkisinde de değil Çetin bey! Çarşıda İstasyon otelinde
kalıyorum.” diye cevapladı. Aman Allah’ım. Hem de İstasyon oteli.. vay! Vay!
Vay! İyi ki bu haliyle o otele alıyorlar. Ben de yoksullukta birliğiz
sanmıştım. Pejmürdeliğinin altında başka şeyler var. Lümpenlik. Züppelik. Vay
beyim! Demek istasyon oteli.. debdebe içinde perişanlık.. soylu hastalığı.
Beyimiz soylu olmalı. Lime lime diye bellediğim ceketin kim bilir markası ne?
Soylu utanmazlığı..
“Pahalı değil mi?” diyorum. Öylesine soruyormuş gibi..
“Bilmem.. başka otellerin fiyatını sormadım.. burası güzel.
Güzelliği eski oluşu..”
“Eski mi? Hangi istasyon oteli bu? Turistik otel
biliyordum..”
“Eski ya! Evet turistik..Anadolu da turistik bir
otel..1915’ten bu yana otel olarak kullanılmış.. düşünebiliyor musun?”
Düşünmez miyim? Düşünmez miyim Şakir Bey.. ne kadar eski bir
otel. Ne kadar eski bir bina..nerdeyse acıyacağım.. Geceliği kim bilsin kaç
liradır? Helal sana züppe! Allah’tan
fazla geveze değil. Biraz biraz kanım ısınmıştı ki:
“Sen hiç aşık oldun mu?” diye sordu. Ve yeniden soğudum.
Arkadaş biz Erzurumluyuz.. sevdamızı kendimizden bile saklarız.. ulu orta falanın
filanın adını söyler miyiz? Dile düşürür müyüz? Senin gibi bir züppe bunu
nereden anlasın.. anlar mı? Hem sen aşktan ne anlarsın?
“Biliyor musun usta?..”
Tıpkı ben! Ne tuhaf.. o da benim gibi adları yalın
söyleyemiyor.. beni taklit ediyordur belki de. Kim bilir!
“Biliyor musun usta.. aşık olmayan hiç var olamamıştır.”
İyi de birader bu nerden çıktı? Bir şey mi biliyor.. bir şey
mi sezmiş.. yoksa.. bakışlarımı falan mı yakaladı.. arada bir dalıp gittiğim
oluyor.. pencereden dışarı bakıyorum.. bu zevzek pencere kenarında oturan
Züleyha’yı seyrettiğimi mi sandı acaba? Dünya-ahret bacım Züleyha. Ağzımdan laf
almaya çalıştığı besbelli. Ama işte söylüyorum Züleyha dünya ahret bacım.. bir
sevdiğimiz, bir sevdalandığımız var elbet.. ama ben de bile gizlidir. Öyle
kolaydı!
“Bak Şakir..yanlış anlama..ama ben pek sevmem aşk üzerine
konuşmayı..”
İşte şaşırdı. işte böyle şaşırtırlar adamı.. ya!
“Kimsenin adını yad etmiyoruz ki.. sevgiliyi yad etmiyoruz
ki.. gerçi aşk üzerine konuşmak ta hamlıktır ama.. ama sen şiirden hoşlandığın
ve hep neredeyse her an şiir okuduğun için..neyse..”
Sanırım darıldı. Alındı. Bu adam, bu sünepe, bu züppe benimle
bayağı ilgilenmiş. Vay seni yere bakan vay.. okuduğumuz şiirlerden bile
haberdar beyimiz. Sinsi biri olduğu her halinden belli. Sakınmalı bundan.
Bundan korkulur. Bir de çekip gitse.. ama hiç niyeti yok. Benim şu canı tezliğim..
ah benim şu canı tezliğim yok mu? Yine depreşti..
“Demek şiir seviyorsunuz.. hangi türü?”
“Şiirin türü olur mu?”
Buyurun! Alın öyle soruya böyle cevap..
“Olmaz mı?”
Onu sınadığım sanısıyla baktı. Sanki “Niye benimle
eğleniyorsun?” der gibi.
“Ya şiirdir ya değil..Leyla ve Mecnun toplumsal mı, bireysel
mi? Aşk şiiri mi? Nedir? Sen ya benimle dalga geçiyorsun.. ya da.. ya da..”
“Ya da?”
“Ya da papağan gibi ezberlemişsin birader..bir papağan.. ”
Küstahlığın böylesi.. haddini bildirmem gerekmez mi? Şuna da
bakın! Daha fazla dinleyemezdim. Düpedüz incinmiştim. Ve terbiyem müsait olsa
açacak ağzımı yumacaktım gözümü. Beyefendilik şimdilik ben de
kalsın..sinirlendiğimi görmüştü davetsiz misafir. Hiç istifini bozmamıştı
yinede. Küstahlığı daha da artıracaktı beklide! Kalktım. Elimi cebime attım
çaylar için.
“İkramımız olsun!” dedi. duymadım.. cebimden çıkardığım
paraya bakmadan masaya fırlatıp gittim. Yüzüne bakmadan. O:
“Güle güle beyim!” diye seslendi ardım sıra. Beyim sözcüğü
“papağan” gibi çalındı kulağıma. Yumruklarımı sıktım. “la havle!” dedim çıktım
parktan.
Pazar nasıl geçti bilemedim. Pazartesi, Salı okulda sarhoş
gibiydim. Çarşamba günü öğleden sonra okuldan çıkıp eve vardım. Daha fazla
dayanamadım. Evet, ondan kaçtım.. belki o da benden kaçtı. Ama öyle bir an
geliyordu ki bütün sınıf, bütün dünya onun nefes alışverişleriyle kaplanıyor
gibi oluyordu. Sınıfta pencereden dışarı bile bakamıyordum onun yüzünden.
Arkadaydı yine. Yine en arkaya oturmuş küstahça izliyordu bütün sınıfı..
Bakışları ense kökümden içime uzanıyordu..
Perşembe, Cuma evden hiç çıkmadım. Cumartesi kararımı
vermiştim. Parktaki kır kahvesinde yakalayacaktım. Ve aşağılamasının,
küstahlığının.. haddini bildirecektim işte. İkindiye kadar bekledim. İkindi
ezanlarıyla çıktım evden. Parka vardım. Aynı masaya oturdum. Yoktu. Bekledim.
Epey bekledim. Demek yalanmış.. demek her gün buraya geldiği falan yokmuş.
Kalktım. Parktan çıkmadan piyangocu elinde listeyle karşıma
çıktı. Listeyi aldım. Baktım. Yine amorti. Hem listeyi hem bileti yırtıp çöpe
attım. Çıktım. Hepsi hepsi bir sözdü:
“Ya da papağan..”
Bir söz bu kadar can yakar mı? Yaktı işte.
Domuz, kurşun yediği yöne gidermiş. Beni de ayaklarım
İstasyon Oteli’nin bulunduğu yöne doğru sürükledi. Şuursuzca yürümüştüm. Otelin
önündeydim. Bir sigara içimi kadar vakit geçirdim. Bütün cesaretimi toplayıp
içeri girdim. Dairesindeydi bizim zengin züppe. Bir kat görevlisiyle sekizinci
kata çıktık. Telefonla sorduklarında:
“Buyursun gelsin!” demiş.. yanıma kat görevlisinin verilmesi
adetten miydi, kılık kıyafetimden ötürü müydü, bilemem. Kata vardık.
Kullanılmayan, yeni kullanıma açılan bir bölüm olduğu açıktı. Zira
merdivenlerin başında kalmıştı kırmızı halı. Kapıyı tıklattık. Açtı. Girdim.
“Geciktin!” dedi kapıyı kaparken. Bekliyormuş. Ayakta
duruyordum. Tam sırasıydı. Çelimsiz biriydi üstüne üstlük. Oracıkta üzerine
çullanmalıydım. Elim ayağım tutmuyordu. Dövme isteği bütün benliğimi
kaplamıştı..
“Buyur!” dedi önüme düşüp.. küçük salonumsu bir yerdi buyur
ettiği. Sade döşeli minik bir salon. Güneye açılan bir penceresi vardı salonun.
Pencerenin hemen sağında üç raflı kitaplık duruyordu. Raflar bomboş denecek
kadar az kitaba sahipti.
“Sen geç.. ben yeni çay demleyeyim. Ocağım var.. mutfağımsı..
burası müşterilere verilen bir mekan değilmiş. Babamı kırmadılar. Babam da hep
burada kalırmış.. severler babamı..” diye sesi geliyordu mutfaktan.
“Bir felsefe öğrencisi için epey yüklü bir kitaplık” diye
alay ediyordum kendi kendime.. toplasan on belki on iki kitap.. “Sistematik
Felsefe Tarihi” ,“Metalib ve Mezahib”, “Tuhaf-ul Ukul –Akıllara Hediye-”,
“Leyla vü Mecnun; Fuzuli”, “Beyaz Geceler”, “Aynadaki Yalan”, “Sırr-ı Salat”,
“Celal ve Cemal Aynasında Kadın” “Şiirler I, II, III, IV, V, IV; Sezai Karakoç”
hepsi bu. Adamın yükü bu kadar. Ben burada ne arıyordum?
Dövmeye bile değmez, diye iç geçirdim. İnce tül perdeden
dışarı baktım. Çekip gitmeliydim. Çay demlemişti. Çayın hatırı vardı. Oturup
kaldım. Bir papağan olmadığımı kanıtlamak için açmıştım ağzımı. Üniversitedeki
seviyeden.. içinde bulunduğumuz kentin yaşam biçiminden, felsefi ekollerden..
Albert Camus’tan, Sartre’den, Wittgenstein’den, Kıerkegaard’dan, Feyerabend’in
anarşist bilgi kuramından.. Marx’tan, Hegel’den.. oradan oraya atlıyordum..
“Ya gördün mü? Ben bir papağan mıymışım? Bu çözümlemelerin
hepsi bana ait..” der gibiydim.
Züppe Şakir biten çayımı dolduruyor bir de sigara
tazeliyordu. Ne sözümü kesti.. ne bir fikir yürüttü.. nasıl yürütsündü ki.. kitaplığından
belliydi zır cahil olduğu.. kitaplığında “Beyaz Geceler” i görünce Dostoyevski
hakkında bir-iki söz söyledim. Hayır. Aynı duyarsızlık. Sustum. Başka çarem
yoktu.
Belki üç-dört saat konuşmuştuk. Ben konuşmuştum. Bir birimize
bakıyorduk. Titriyordum açıkçası. İntikamımı alamamıştım. Sönmeyen sigarasından
derin bir nefes çekip halka halka çıkardı dumanı..duman halkaları tavana doğru
bir süre gitmiş..dağılmıştı. alay ediyordu züppe. Belliydi.
“Bana Leyla’nı anlatır mısın?” dedi..sevecen.. acımaklı..
içten.. yürekten derler ya..işte öyle.
Anlamamış gibi yaptım..
“Efendim!” dedim güya şaşırmış gibi.
Kalktı.. pencereye gitti.. bir kanadını açtı pencerenin.
Serin hoş bir hava doldu içeriye.. derin bir nefes çekti. Yerine geldi. Çaya
baktı. Üçüncü mü, dördüncü mü demlik de bitmişti.
“Ben artık içmeyeceğim!” dedim. Oturdu. Gözlerimin içine
baktı. Dik dik baktı gözlerime..
“Çetin Ağa bana ne Kafka’nın nasıl yazdığından.. Milena’sını
biliyor musun? Milena’sı olmasa Kafka
nedir? Bir hiç. Dostoyevski bütün ömrünce “Beyaz Geceler”i yazmak için uğraştı.
Ve Beyaz Geceler’de “Sana çaresizlik içinde ne kadar ileriye gittiğimi
söyleyeyim mi Nastenka?”dan ibarettir.. bunu anlamıyor olamazsın. Anlamamış
olamazsın. Aragon belki elli okka şiir yazmış.. bir ‘Elsa’nın Gözleri’
vardır..diğerleri o kitabın etrafında çırpınışlardır. Ve Elsa’nın gözleri şiiri
de sadece “Elsa’nın Gözleri” demek için..gerisi çaresizlik.”
Bu adama ne söyleyebilirdim ki.. ne söylenebilir ki. Cehaletini
nasıl da ustalıkla örtmesini öğrenmiş.. nasıl da kolayca beceriyor kıvırmayı.. ters
yüz etmeyi..
“Biraz küçümsemek olmaz mı?” diyorum.. bönlük maskesi
takarak.. o duymuyor bile.
“Dinle.. dinle..Leyla’nı bulduğunda anlarsın. Ben senin aşık
olduğunu sanmıştım. Leyla’nı görmüş, bulmuşsun sanmıştım ve gıpta etmiştim. Bak
Çetin Ağa.. bir herkesin sevgilisi vardır, bir de Leyla. Herkesin sevgilisi
ortadadır. Herkes tarafından bilinir. Herkes tarafından görülür. Görülen
bilinendir. Leyla da ortadadır. Leyla bilinmez. Leyla görünmez. Herkesin
sevgilisi vitrinliktir. Çoluğu-çocuğu, kadını erkeği, canı sıkılanı, vakit
geçireni, tren kaçıranı vitrin önlerinde bekleşirler.. herkesin sevgilisi bir
elbise, bir giyecek, bir çiğnemlik çiklettir.. Leyla. Leyla öyle mi ya? Leyla
görülse de görüldüğünü bilmez çoğu kez. Sevilir sevildiğini bilmez. O seni
bilmez Çetin Usta. Seni onu bilirsin o seni bilmez çoğu kere. Birinin onu
göreceğini, gördüğünü, bildiğini bileceğini bilmez. Umsa da kabul etmez. Belli
edemez, etmez.
Herkesin sevgilisi meydanlarda kasım, kasım kasılırken..
Leyla gizlide söyler sevda türküsünü, sevda şiirini.. kendisinin yazdığı,
kendisine yazılanı en kuytu köşesinde okur çölün.
Bak sana bir öykü anlatayım; can-ı gönülden üç arkadaş
varmış.. yedikleri içtikleri birmiş.. sabahı-akşamı birlikte ederlermiş. Gün
gelmiş içlerinden biri değişmiş. Sabah akşam düşünceli. Belki içlerinde en
neşelileri oymuş halbuki. Yediğinden içtiğinden zevk almaz olmuş. Derken bir
gevezelik.. bir gevezelik. Sabah akşam bir su perisi konusu almış başını
yürümüş. Diğer iki arkadaş illallah demiş.
“Yeter be birader.. göster bize şu su perisini!” diye
yalvarmışlar..yakarmışlar. tehdit, rüşvet.. razı olmuş aşık.. almış
onları..götürmüş. su perisine rastladığı çeşmenin beş on adım ötesinde
beklemeye başlamışlar. Aşığın rengi kül. Aşık perişan. İki arkadaş da
işittiklerinden ötürü heyecan içindeler. Aşık gözleriyle işaret etmiş geleni.
Düşmüş. Yerde çırpınmaya başlamış. Diğer iki yaren kol kola girmişler.. bir
birlerinden güç almışlar ki düşmeyeler. Ama ne görsünler.. çeşmeye doğru ceylan
gibi seke seke gelen kişinin bir ayağı diğerinden kısa olduğu için
topallamaktadır. Saçlar süpürge. Bir omuz diğerinden düşük. Yanağında
bildikleri benin yerinde koca kırmızı bir kabarıklık.. gözün biri batıya biri
doğuya bakar. Şaşırır günlerce su perisi masalı dinleyenler.
Yerde çırpınan aşığı tutup kaldırırlar öfkeyle.. sarsarlar..
gözlerindeki kin, öfke ve kudurgan bir sesle:
“Ulan namert.. sabah akşam kafamızı bu ucube için şişirdin
demek.. kırk katır mı kırk satır mı?”
Aşık güçlükle açar gözlerini kurumuş boğazını ıslatmaya
çalışır yutkunarak ve:
“Siz.. siz onu bir de benim gözlerimle görseniz..” der.. kayar
düşer elleri arasından yere. Aşığın o iki arkadaşı herkesin sevgililerinden
birini görmeyi ummuşlardır. Oysa gördükleri aşığın Leyla’sıdır. Yakub’un
Leyla’sı yaralarıdır. Yaralarını sevip okşayandır Yakub. Yaralarını
besleyendir.. kim ister yarayı.. kim sevip okşayabilir mecnundan başka
yarasını. Sen Leyla’nı gördün mü usta? Leyla seni bildi mi? Bilmez ki.
Balkona çıkar balkonda bir kitap bulur.. ne kitabın adı “
Beyaz Geceler” ilgisini çeker ne de altı çizili satırlar. Nereden geldiği
umurunda bile değildir Leyla’nın. Umurunda olsa bile umurunda değildir. Kırk
belki otuz adım arkasında başı öne eğik yürür arkasında mecnun.. Leyla bilmez.
Yo bilir.. ama bilmez.. bilir de bilmez.
Ben Leyla’mı hiç görmedim.. bölük pörçük.. kah sesiyle karşılaştım
kah bakışlarıyla.. dikkat et gözleriyle demedim.. bakışlarıyla..
Ben tam üç yıl bir “Ne!” sesinin peşinde dolaştım. Üç yıl.. nedir
ki üç yıl? Bir hiç! Bir bakışın peşinden tam altı yıl koştum.. ilk okul
dördüncü sınıftan lise sona kadar.. öyle
bir bakmıştı ki.. gökler kadar derin.. ama Leyla başka türlü bakamaz ki. Leyla
başka türlü bakabilir mi? Diyebilirsin ya Mecnun.. Mecnun Leyla’nın aynasıdır..
Leyla mecnunun.. işte aşk budur.. var olmak dememin sebebi budur.. sana seni
buldurur..ya da temelli kaybettirir.. sen Leyla’nı buldun mu Çetin usta? Gördün
mü?
Belki ilk günüydü okulun.. salonda bir iki bayan bir iki
erkek salonun en ucundaki pencere
önündeydiniz.. sen onlara kar şiirini okuyordun.. “kar içinde yanan kar’ı
anlayacaksın” mısraını öyle içten.. öyle duyarak okumuştun ki..
“İşte, demiştim..işte ya Leyla’sını görmüş ya Leyla’sını
bulmuş.. mesut insan.. seni kıskandım bile o an.. işte böyle Çetin Ağa.. sen
papağan mısın? Mecnun mu? Beyaz Geceler’in hangi sayfasını işaretledin de
fırlattın günün ilk ışıklarıyla bir balkona? Ya Elsa’nın Gözleri’ni.. ya Leyla
vü Mecnun’u.. hangi birini sayayım.. sen tüccar mısın aşık mı birader?.. bana
ne akıldan.. bana ne neyin bilinip neyin bilinemeyeceğinden, şeylerin nasıl
bilinip bilinemeyeceğinden.. sen çaresizlik içinde ne kadar ileri gittin.. âşık
âşığın merhemidir.. o yüzdendi gelip yanına oturuşum.. gerçi ben aşık
olamadım.. dedim ya ben Leyla’mla bölük-pörçük karşılaştım.. kah sese aşık
oldum, kah bir bakışa, kah bir elin ışıltısına, kah bir saç teline.. bir tek
olan bir tek saç teline..Leyla hep bir parçasını gösterdi bana.. tümünü görsem
çoktan mecnun olmuştum.. bu şehirden, bu yığınlardan çok uzakta kendi şiirimi,
kendi türkümü terennüm ediyor olurdum..ya yıldızlara ya ceylan yavrularına..
senin anlayacağın benim hamlığımdır beni böyle bağırtan.. böyle saldırgan
yapan.. özür dilerim.. seni kendime yakın hissettiğim için demiştim, “Ya da
papağan mısın?” diye. Ne haddime aşağılamak birini.. birilerini.. belki
kıskançlıktı.. hayal kırıklığı.. bir gönül arkadaşı bulmak o kadar zor ki.. o
kadar zordur ki “kar içinde yanan kar”dan söz etmek.. ya artistik bir buluş
nazarıyla bakılır..ya “İşte tipik bir züppelik” diye değerlendirilir.. çünkü
herkesin sevgilisinden başka yar görmemişlerdir ki.. Leyla’nın varlığından
haberdar bile olmayan biri nasıl bilsin “kar içinde yanan kar’ı”.. belki çoğu
insan “Mona Roza” borazanlığı yapar.. hatta yapıyor.. kar şiirini bilen kaç
kişi vardır? Bunu seni övmek için, sana iltifat için demiyorum.. hayır.. ya
unut o şiiri ya da bundan böyle Leyla’nı anlat..ayak seslerinden bilirsin..
gelişinden bilirsin..dönüp bakmazsın..niye bakacaksın ki. O dur! Hangi kuşku
yüreğine düşebilir ki? Ayak sesini dünyanın öbür ucundan duyarsın.. sen üçüncü
kattasındır o binadan içeri yeni girmiştir..hatta kapıyı açmak
üzeredir..bilirsin. Leyla geliyor işte! Dersin. Evet Leyla’nın yürüyüşüdür
gelen. Sebepsiz durup dururken, belki uyurken.. fırlarsın.. yüreğin öyle tatlı
çarpmaktadır ki Leyla’dan olduğunu anlarsın.. Leyla belki iki sokak ötede bir
otomobil içinde gidiyordur.. koşarsın..karlara bata çıka koşarsın peşinden..
O’dur.. sevinçten, neşeden karlar içinde
yuvarlanırsın..gölgesini görmüşsündür.. bir gölgeye neyin var neyin yok
bağışlaya bilir misin? Leyla’nın gölgesine.. evet ya kar şiirini unut.. ya da
Leyla’nı anlat..”
Cemal Çalık, 07.09.2014, Konuk Yazarlar, Sonsuz Ark,
Öykü