“İlk
önce kibrit kutusundan çizdiği evdekiler fırladı sokaklara… Peşinden, ilk
çizdiği kuledeki Dayısı ve akrabaları…”
Müfredat
kitapları herkes resim çizemez diyordu o yıllarda. Ya da herkesin güzel resim
yapamayacağını düşünüyor olmalılardı. Özgürce, serbestçe, diledikleri
renklerde…
Kendi
çizimi de iyi değildi zaten. Ama boyaları çok severdi. Öğretmen, ilk resim
dersinde kolaylık olsun diye resim çizemeyenlere, “Cin Ali çizebilirsiniz!” demişti.
Herkes de onu çizmeye başlamıştı. Elbette bir bildiği vardır diye düşünmüştü.
Resim kâğıdını
evde unuttuysa da kareli kâğıt dağıtırdı öğretmeni derslerde. Cin Ali’yi icat
etmişlerdi. Kolaydı. Basitti. Dümdüzdü…
Çizgiydi
Cin Ali; ne bir kıvrımı ne bir hareketi vardı düzgün. Çok hissedilmiyordu
çizildiğinde bakanlar tarafından. Hele hele kareli kâğıtlara çizildi mi Cin Ali,
daha da kolaylaşıyordu. Neredeyse görünmüyordu bile.
Yanına
ev çizmek de kolaylaşıyordu. Kareden kutucuklar, hemen üst üste oturtuluyor.
Kaç katlı istersen çizebiliyordun Cin Ali’ye ev. Çatısını çizmek daha kolay oluyordu
elbette, kareden üçgenler yaparak.
Tek eğri
olan şey çatıdan çıkan dumanın çizgisiydi. Göze batan resimdeki tek mesaj…
Duman ne
kadar eğri kıvrımlı süzülürse göğe doğru resimde o kadar çarpıcı görünüyordu göze.
Tek farkındalık bu oluyordu, çocukların çizdiği Cin Ali
resimlerinde…
İşte
böyle büyümüştü günümüz mimarı Ali de; böyle temelini atmışlardı içine.
Anne
babası mimar mühendis olacaksın diye de tutturmuştu. Okulun ilk günlerini de gördüğü
ilk kitabın üzerindeki çöp adam Cin Ali'yi sevmeye çalışarak geçirmişti zaten.
Böyle
olmalıydı herhalde örnek aldıkları karakterler, önlerine sunulan tiyatro buydu çünkü.
Tarihe çizilmiş olan karakterlerin çizdiklerinden pek habersiz büyümüştü
çünkü.
Büyümüştü
Ali’yle beraber Cin Ali resimlerini çizen nesiller. Mimar, mühendis olmuşlardı
arkadaşlarıyla. Fakat alışamadı bir türlü düz kâğıda serbest tekniklerle resim
yapabilmeye Ali.
Geçmiş
tarihinde yarım kalmış hikâyelerindeki ataları gibi, kemerleri kavisleri
oranlayarak göze hoş gelen enfes eğrilikler oluşturmayı başaramadı bir türlü
projelerinde.
Önce
kibrit kutusundan evler yaptılar arkadaşları ile yığınla, birbirine bakan
yapışık binalar.
Gelen
talepler de böyleydi çoğunlukla.
Sadece
camı açtıklarında gökyüzünü görebiliyorlardı çizdikleri evlerde ve oturdukları
büyük şehirlerde insanlar. Sonra kibrit kutularını üst üste koymayı denediler
arkadaşları ile.
Bu sefer
ilk çizdikleri evlerde oturanlar, camı açınca sadece gökyüzünü görebilenler,
gökyüzünü de göremiyorlardı artık. Homurdanmaya başlıyordu onlar da yavaş yavaş,
kızgındılar.
Ali’nin
Dayısı da vardı tabi ki hikâyeye uygun biçimde, kaftandan. Zamanında ona topaç
da almıştı. Suna ile beraber çevirmişlerdi topacı ilk kibrit kutusu evlerinin
önünde…
Ali o
kadar çok topaç oynamaya vakit bulamamıştı çocukluğunda, çabuk büyümüştü.
Kareli
kâğıda ilk çizdiği ve yaptığı kuleden eve de yerleşivermişti Dayısı. Topacı ona,
ilk o almıştı çünkü. Gerçi çok oynayamamıştı. Ancak hak etmişti, Dayısıydı ne de
olsa…
Ali’nin
işleri ilerledikçe başkaları içinde kuleler çizmeye başladı; işleri çok iyi
gidiyordu. O kadar ki; çizdiklerini yaparken işçi bulamıyor, köyden akrabalarını
çağırıyordu. Bu sefer onlara da ev çizmesi gerekiyordu Ali’nin. Ve bu çok
yoruyordu onu. Gözünü kaldırıp bakamıyordu Dünya'ya.
Dayısı’nı
bile unutmuştu. Dayısı diğer kulede oturuyordu başka akrabaları ile.
Günlerden
bir gün bir kaza oluverdi. Köyden gelip çalışan akrabaları çizdiği kulenin
birinde asansörden düşerek ölüverdiler. Ali şaşırdı birden, ne olduğunu
anlayamadı önce.
Hemen
başladılar Aliye kızmaya etrafındakiler.
İlk önce
kibrit kutusundan çizdiği evdekiler fırladı sokaklara…
Peşinden,
ilk çizdiği kuledeki Dayısı ve akrabaları…
Oturdukları
kulenin manzarasını da kapatmıştı Ali, çok kızgındılar. Her yer kule oldu diye
mesaj atıyorlardı sosyal medyada...
Oturdukları
A kulesinden, yapılan B kulesine kızarak.
Ali şaşkındı.
Topacını hediye eden Dayısı neden yapıyordu bunu ona? Mahallede beraber topaç
çevirmeyi öğrendiği arkadaşları da… Kaya ile Çetin zaten hiç anlaşamıyordu,
ama.
Topaç
çevirme oyununun kurallarını düşünmeye başladı Ali. Uyuyamamıştı bütün gece.
Gözünü
kapattı ve hatırlamaya çalıştı, zihnini zorlayarak.
Çocukluğu
geldi gözünün önüne…
Dayısı
yerden topacı aldı, kırbacı topaca sardı, yere koydu, hızlıca çekti. Topaç
dönmeye başlamıştı. Sonra da “Kırbacı topaca sertçe vur, sertçe vur !diye bağırıyordu
Ali’ye.
Kaya ile
Çetin de vardı. Dayısı öğretiyordu hepsine.
- Vur
Çetin topaca, sıkı vur, canlı vur, iyi dönsün, güzel güzel dönsün.
Oynamayı
öğrendikten sonra topacını paylaşmamıştı kimseyle, sokağa çıkıp düzgün temiz
bir yer bulmuştu. Orada tek başına topacını döve döve vura vura güzel güzel döndürmüştü.
Sonrada bir daha hiç oynamamıştı Ali topacıyla.
Canı
sıkıldı, uzun bir iç geçirdi. Yatağından usulca kalktı, elini Dayısı’nın
hediyesi olan oyuncak topacını sakladığı yere uzattı. Hiç atmamıştı, saklamıştı,
Cin Ali’yi okumayı öğrendikten sonra.
Alıp elinde
çevirerek baktı oyuncağa. Sinirlendi ve parmaklarının arasında sıktı iyice.
Canı yanıyordu, elini araladı. Kıpkırmızı olmuştu içi.
Ölen akrabalarını
düşündü. Ne söyleyecekti yakınlarına. Bu daha da ıstıraplıydı onun için.
Yaşadığı
rezidansın 25. katından şehre doğru şöyle bir baktı. Diğer eliyle cep
telefonuna uzandı. Sosyal medya sitelerini açtı.
Dayısı,
Kaya ve Çetin çizdiği binalara kızgın içerikli mesajlar atıyorlardı hala. Sanki
beraber oynadıkları topaca kırbaç atıyorlardı, döve döve vura vura.
Güzel
güzel döndürüyorlardı hepsi de topaçlarını.
Gözünden
bir kaç damla yaş süzüldü Ali’nin. Cama doğru iyice yaklaştı.
Çaprazdan
Galata Kulesi’nin silueti görünüyordu eğildiğinde. İyice bakmaya çalıştı.
Oraya
doğru kanatlansa uçabilir miydi acaba?
Çevresi
bina kirliliğinden görünmüyordu bile doğru düzgün. İyi de bunları kim çizmişti
ki? Nasıl bu kadar kötü görünebilirdi? O güzel şaheser.
“Neden
bana Cin Ali’yi öğrettiler acaba okulun ilk gününde?” diye düşündü içinden.
Hezârfen’
ın takılı kanatlarıyla karşıya nasıl uçtuğunu öğrenebilirdi mesela okulun ilk günü,
topaca vurmak yerine. “O zaman kuşlar nasıl uçar, kanat nasıl yapılır onu
öğrenmek isterdim ben de!”, diye geçirdi zihninden.
“Kır
gezisinde izlediğim şeyleri daha çok çizip boyasaydım keşke, öğretmene
göstermeden!” diye düşündü. “Başıma gelmezdi belki bu yaşadıklarım.”
Parçalasaydım
o gün o topacı ve keşke hiç çizmeseydim Cin Ali’yi kareli kâğıda.
Kız
Kulesi’nden, Galata Kulesi’ne doğru tarihi iyice öğrenir, merak ederdim her
şeyi.
“Ve ruhumda
uçurabilirdim belki bütün çizgilerimi özgürce…” diye bağırdı birden, yüksek
sesle avazı çıktığı kadar.
Fakat
oturduğu ses izolasyonlu evinden, hiç kimsecikler duyamadı sesini o gece
Ali’nin.
Duru Çağlayan, 10.09.2014, Sonsuz Ark,
Çırak Yazar