بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim
“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür.
GİRİŞ
Tasavvuf: «Bireysel dincilik.» Sözde Allah'ın bizzat kendisini doğrudan tanımayı ve O'nunla bütünleşmeyi öğreten mistik doktrin. «Ruh terbiyesiyle manevî hiyerarşide duygusal ve sezgisel süreçleri kullanarak ilerleme.» [1]
Tasavvuf; esas itibariyle “Allah'ın, her şeyin öz kaynağı olduğunu”[2] savunan spritüel ve spekülatif bir düşüncedir. Dolayısıyla tasavvufa göre kâinatta ne varsa her şey (hâşâ!) onun bir parçasıdır.[3] Tasavvufun temel taşı budur.
Maruf Kerhî'ye (ö. 200/815) göre, "Tasavvuf, gerçekleri almak, halkın elinde bulunandan umut kesip yüz çevirmektir".
Seriyü's-Sakatî'ye (ö. 251/865) göre, "Tasavvuf, güzel ahlaktır".
Cüneyd Bağdadî (ö. 298/910)'nin tanımı şöyledir: "Tasavvuf, Allah'ın seni senden öldürmesi ve seni kendisiyle diriltmesidir".
Ruveym bin Ahmed el-Bağdadî'nin (ö. 303/915) tanımı şöyledir: "Kendini Allah'ın dilediği şey üzerine bırakıvermen, O'nun iradesine mutlak olarak teslim olmandır".
Ebi Bekir Şiblî'ye (ö. 334/945) göre tasavvuf, "Karşılıklı dostluk ve sevgidir. Hiç bir kaygı duymadan Allah ile birlikte olmaktır. Duyu organlarını zabtetmek, ruhun üfleyişlerine kulak vermektir".
Ebu Said Ebu'l-Hayr'a (ö. 440/1048) göre, "Tasavvuf, kafanda ne varsa bırakman, elinde olanı vermen ve başına gelenden sızlanmamandır".
Eseri, tasavvuf klasiklerinden başlıcası sayılan Kuşeyrî (ö. 465/1072) şöyle tanımlar: "Tasavvuf, Allah dışındaki her şeyden el çekmek, tanınmamayı seçmek ve hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktır".
Gazalî'ye (ö. 505/1111) göre tasavvuf, "Kalbi Allah'a bağlayıp O'nun dışındakilerle ilgiyi kesmektir".
Ebu Necib el-Sühreverdî de (ö. 563/1168) şöyle tanımlar: "Başlangıcı ilim, ortası amel, sonu ilahî bağışlardır."
Ku’rân-ı Kerim’e göre insan, sırf Allah'a kulluk etmek için yaratılmıştır. İnsan yaratıktır ve Allah'ın kuludur.[4] Tasavvufa göre ise insan Allah'ın Tecellisidir; O'nun bir suretidir; hatta O'nun bir parçasıdır... Binaenaleyh O'na âşık olmalı, yeniden O'na dönmeli, O'nda eriyip bütünleşmeli ve O'nunla birlikte ölümsüzleşmelidir. İşte özetle tasavvuf budur.
Nitekim Hallâc-ı Mansur, Ömer Hayyâm, Şihâbuddîn Suhreverdî, İbni Atâillâh el-İskenderî, Ferîduddîn-i Attâr, İbn'ul-Fârıd, Muhiddîn-i Arabî, Molla Cami ve Abdulkerîm el-Ciylî gibi mutasavvıflar, tasavvufu böyle anlamış ve açıkça böyle işlemişlerdir. Onların bu anlayışlarının, Sünni Türk tarikat çevreleri tarafından acaba neden çok farklı yorumlanmakta olduğu ve Kur'ân'daki iman kavramıyla neden âdeta zoraki şekilde uzlaştırılmaya çalışıldığı ise yorumcuların entelektüalitesini ve kişiliğini ortaya koymaktadır.
Nitekim Nakşîlerin denetimindeki okullarda, Kur'ân kurslarında ve medreselerde bir yandan Ömer Nesefî ve Muhammed Birgivî gibi selefi eserler bırakılmış, hatta tarikatçılara karşı mücadele vermiş şahsiyetlere ait kitaplar okutulmaktadır.
Diğer yandan, Rabbanî gibi neşvesini Hind mistisizminden almış ruhanîlerin, Kur'ân ve sünnetle hiç bir şekilde bağdaşmayan rabıta ve benzeri Patanjalist düşünce ve inanışları insanlara aşılanmaktadır. Tabiatıyla bu çok büyük bir çelişkidir ve Nakşibendîlerin, hem genel anlamda düşünce yapısını, hem de İslâm'ı nasıl anladıklarını gözler önüne seren bir ibret levhasıdır.
Merhum Mehmet Akif Ersoy işte bu ibret levhasını âdeta kıvranarak elem, acı ve çaresizlik içinde seyrederken bu kafa yapısı hakkında belki ciltlerle anlatmak istediği şeyleri şu iki mısrada özetlemeye çalışmıştır:
Sürdüler Türk’e tasavvuf diye olgun şırayı;
Muttasıl şimdi hakikat kusuyor Sıtkı Dayı! [5]
Evet, tasavvufçular mistisizmi İslâm'la uzlaştırmak için çok zorlanmışlardır. Onların kendilerini neden bu kadar zorladıklarını anlamak güç değildir. Çünkü dikkat edilirse tarikat çevreleri, «vahdet-i vücut», «işrâk» ve «meşşâiye» gibi tasavvufu tarih boyunca türlü biçimlerde şekillendirmiş olan felsefelerin gündeme getirilmesinden çok çekinirler.
Hatta bu felsefelere yönelen dikkatleri dağıtmak için gerektiğinde menkıbelere, ayinlere ve rabıta gibi tarikat disiplinlerine ağırlık vererek yoğun bir yatıştırma faaliyetiyle çözüm arayışı içine girerler. Bunun nedeni gayet açıktır. Çünkü Hint-İran dinlerinin ve Yunan felsefesinin etkisi altında birikimlerini zenginleştirmiş olan tasavvufun eğer perde arkasındaki gerçekleri, günün birinde yorumların boğuntusundan kurtulup meydana çıkacak olursa bu akımın, Nakşibendîliğe ve ondan rabıtaya kadar uzanan zincirin sihri bozulacak ve halkalarının tamamı bir anda çözülüverecektir.
Bunun ise ne demek olduğunu uzun uzadıya anlatmaya gerek yoktur. Çünkü böyle bir durum, tarikatın da, şeyhlik saltanatının da, bu masallarla uyutulmuş yığınların, tatlı ve renkli rüyalarının da sonu olacaktır. Üstelik Nakşibendî Tarikatı, asırlar boyu emek verilerek (!), âdeta dantel gibi işlenerek bugüne kadar getirilmiş olan İslâm'ın Türkleştirilmiş şeklidir.
Dolayısıyla «Türklük» denince içi kıpırdayan hemen her«dindar» kişi, (gerçekleri kavrasa bile vicdanındaki direnişe rağmen) bu tarikatı daima Türk milletinin namusu olarak görmeye devam etmek isteyecektir.
Dolayısıyla «Türklük» denince içi kıpırdayan hemen her«dindar» kişi, (gerçekleri kavrasa bile vicdanındaki direnişe rağmen) bu tarikatı daima Türk milletinin namusu olarak görmeye devam etmek isteyecektir.
Bununla birlikte tarikatın tasavvufla olan ilişkisi kadar, tasavvufun da kaynağını sırf İslâm'dan aldığı noktasında Nakşibendî şeyhleri her zaman en şiddetli şekilde direneceklerdir. Onun için önemle belirtmek gerekir ki esasen bu yolu izleyenler, -vicdanları tereddütlerden korumak ve Nakşibendîliğin sürekliliğini sağlamak amacıyla- tarikattan da rabıtadan da önce tasavvufa Kur'ânî bir açıklama getirmek zorunluluğunu daima hissetmişlerdir, bundan sonra da hissedeceklerdir.
Özellikle İslâmî uyanışın hızlandığı son yıllarda büyük sıkıntı yaşayan tarikat çevreleri, tasavvufu savunmak için yeni yeni sistemler geliştirmektedirler. Tarikat şeyhlerine oranla çok daha edebî ve havalı üslûplar kullanan tasavvufçu-ilâhiyatçılar, Kur'ânî ve evrensel yaklaşımlarla tasavvufa çekicilik kazandırmak ve bilinçli Müslüman gençliğin bağlı olduğu «Kur'ân'daki İslâm» idealini «Amerikancı İslâm» lehinde yumuşatmak için tasavvufa yeni izahlar getirmektedirler.
Bunlardan birine göre:
“Tasavvuf öncelikle dinî bir mistisizm imiş. Bu bakımdan felsefî bir mistisizm olan Eflatunculukla daha ilk anda ayrılırmış. (...) Kısacası tasavvufun, şu veya bu niyetle Kur'ân ve hadisle irtibatını kesmek veya zayıflatmak için onu felsefî mistisizm platformuna çekmek hem samimi hem de inandırıcı değilmiş!”
Peki, eğer bu iddiaya karşı denirse ki: Her şeyden önce tasavvufun dinî ve felsefî olmak üzere iki türlü olduğunu nereden çıkarıyorsunuz? Tasavvufu meşrulaştırmak için böyle bir açıklamaya neden kendinizi mecbur görüyorsunuz? Yoksa tasavvufu İslâm'la irtıbatlandırmak için mutlaka böyle bir peşrev yapmak mı gerekiyor?
Bu sorulara nasıl bir cevap verilecektir veya bu tür izahların özendirdiği, sonu gelmeyen tartışmalardan acaba kimler kazançlı çıkacaktır? Çünkü tasavvufun Eflâtunî değil de illa ki Kur'ânî olduğu, eğer hep bu zoraki yöntemle diretmeye devam edilecek olursa bu kör düğüşünün ne zaman son bulacağını maalesef hiç kimse kestiremeyecektir ve bunun vebalini de âlim geçinerek bu kavgaları kızıştıranlara ait olacaktır!
Tasavvufu, pembe bir âlem olarak reklâm etmek yerine onun, gerçekten ne olduğunu ortaya koymak, Müslüman için bu konudaki bilgilenme yolunu daha kolaylaştırmak olur ki esasen âlim kişiye yakışan da budur.
Nitekim övgü mahiyetinde tasavvufun bir iç aydınlanma (illumination) olduğunu, bu nedenle tasavvufçuların objeler ve boyutlarla uğraşmadığını, aksine, gerçekleri ilhama dayalı olarak kaynaklarından aldıklarını ileri sürenlerin kendileri de acaba ilhamla mı bu gerçeği (!) saptayabilmişlerdir?
Peki, bu ilhamcılığın sınırlarını belirlemek eğer mümkün değilse (ki mümkün olmadığı gayet açıktır), insanın zaten sınır tanımayan hayal ve hırsı karşısında kitap ve sünnetin ölçülerini korumaktan artık kim söz edebilir?
Tasavvufu, engin duygular, üstün zevkler, ilahî aşklar, pembe dünyalar, içsel aydınlanma ve ilham edebiyatıyla öveyim derken bu tür anlatım yolunu seçen insanlar, aslında onun, Kur'ân ve Sünnet ışığında çok daha kolay deşifre olmasını sağlamaktadırlar. Bu bakımdan tasavvufu, bizzat savunucularının diliyle ve bu niteliği içinde tanıma imkânını bulan samimi ve bilgili her Müslüman onu, Kitap ve sünnetin ışığında çok daha rahat test edebilir.
Hatta bu yüzdendir ki, İslâmî uyanış döneminin başlamasıyla birlikte bilinçlenmiş olan Müslüman kişi, acaba tasavvuf nedir? diye bir soru ile eğer günün birinde zihni meşgul olmuşsa gidip o «pembe dünya»'yı Kitap ve Sünnetin çizdiği gerçek dünya ile karşılaştırınca ikisinin arasındaki uçurumu fark etmekte asla gecikmemiştir.
Çünkü Kur'ânî kavrayış erdemine ulaşabilmenin en güzel ölçüleri ancak Hz. Peygamber (s)'in yaşamından alınabilir. Ve bu münasebetle hemen ifade edilmelidir ki Hz. Peygamber (s)'in yaşamında en ufak bir tasavvufî eğilim yoktur! İşte kanıtları:
1. Hz. Peygamber (s), her şeyden önce yaşamı, ruhanî ve seküler olmak üzere birbirinden kesin şekilde ikiye ayırmamıştır. O, bütün hayatında rabbanî bir çizgi izlemiştir. Yani, Üzerine inen vahyin derin coşkularını içinde yaşarken ibadetlerini, Kur'ân'ın belirlediği ölçülerde sınırlamış ve bu ibadetleri yine Kur'ân'ın tarif ve emirleri doğrultusunda (hayatın her tarafına serpilmiş biçimde) sosyal dinamikler olarak icra etmiş ve ettirmiştir.
Çok kişisel olan nafileler ve dualar hariç, namaz, oruç haç ve Zekât gibi ibadetler, gerek Hz. Peygamber (s)'in, gerekse ilk Müslümanların hayatında askerlik yapmaktan, atış eğitimi görmekten, düşmana karşı savaşmaktan, hatta ticaret yapmaktan, tarlada pazarda evde çalışmaktan, ya da kitap okumaktan ve ders vermekten farksız bir ruh ve anlayış içinde uygulanmıştır.
Dolayısıyla İslâm'da manevî ya da ruhî cephe denebilecek yaşam tarzı işte budur ve bu kadar doğaldır. Aksine, Hz. Peygamber (s)'in hayatında çileler, ayinler, semalar, zikir halkaları, «hu» çekmeler, çalgı aleti ve rakslar, beş binlik virtler, rabıta ve meditasyonlar asla yoktur. Çünkü namazın orucun, hac ve Zekâtın nasıl ki hiç bir tasavvufî yönü yoksa vahyin inmesine az kala, Hz. Peygamber (s)'in geçirdiği kısa uzlet günleri de, asla tasavvufî bir çile değildir. Bilakis Allah Teâlâ'dan gelen bir yönlendirme ve O'nun yüce iradesine bağlı bir terbiyedir.
Rasulullah (s), üstleneceği çok önemli göreve alışabilmek için âdeta içgüdüsel olarak özel bir eğitim ortamına havale edilmiş, Allah Teâlâ'nın en büyük ve en son elçisi olarak bütün insanlığa getireceği mesajı yüklenebilmek ve metafizik iletişime bünyeyi hazırlamak için ilâhî bir itilişle huzurlu ve sakin bir atmosfer içine çekilmiştir.
O'nun bir Allah elçisi olarak yaşadığı özel ve yüksek halleri genellemek ve başkaları için de aynısını düşünmek doğru değildir! Bu nedenle O'nun bütün hayatı sırf rabbanîdir; ruhanî ve ruhbânî değildir. Hâlbuki sofîlerin hepsi, bu anlayışın tam tersine büsbütün ruhanî bir yaşam sürdürmüşlerdir. Hatta bazılarının hayat ve gidişatı hem ruhanîdir, hem de ruhbânîdır. Onlara göre insan için, biri dinsel (mistik), diğeri ise dünyasal (seküler) olmak üzere birbirinden çok farklı iki yaşam tarzı vardır, ya da olmalıdır.
Dolayısıyla bütün hayatları boyunca biri dinî, diğeri ise dünyevî olmak üzere -âdeta kalın bir duvarla ayrılmış- birbirine tamamen yabancı iki dünya arasında bocalayıp durmuşlardır. Nitekim bu sebepledir ki çağdaş tasavvufçular da aynen, hayata din ve dünya olarak iki açıdan bakan Hıristiyanlar ve onların izindeki laikler gibi düşünmektedirler.
Türkiye'de mistik toplulukların, laiklerle uzlaşırken Müslümanlara sıcak bakmamaları belki de psikolojik olarak bu görüşten kaynaklanmaktadır. Unutmamak gerekir ki bu görüş, tarikatçılarla lâikler arasında önemli bir ortak paydadır. Onların, (kitap ve sünnette yeri olmayan) sema, Hatm-ı Havâcegân ve rabıta gibi çeşitli biçimlerde ayin ve ibadet düzenlemeleri de büyük ihtimalle bu bocalamanın onlar üzerinde doğurduğu ağır stresten kurtulmak ve rahatlamak içindir. Ayrıca bu davranış, Allah'a kulluk etmede Hz. Peygamber (s)'in ibadet miktarını azımsamak gibi bir eğilimi de sanki haber vermektedir ki işte tasavvufun pek gözükmeyen bir cephesi de budur.
2. Hz. Peygamber (s), toplum içinde ve halktan biri olarak sosyal bir yaşam biçimi sergilemiş, vahye dayalı misyonunu tanrısal bir kimlik içinde asla sunmamış, tam tersine onu bir insan olarak, çok doğal ve açık bir şekilde ortaya koymuştur. Örneğin, sevinmiş, üzülmüş, öfkelenmiş, danışmış, verdiği karardan vazgeçmiş ve özetle, mahrem olmayan hiç bir beşerî niteliğini gizlememiştir.
Ayrıca Allah Teâlâ'nın, en büyük ve en son elçisi olmanın yanında devlet kurmuş ve bizzat devlet başkanlığı yapmış, on binlerce kişilik büyük ordulara komuta etmiş, ceza onaylamış ve infazlar sırasında hazır bulunmuş, devrinin İmparatorlarına ve devlet başkanlarına mesajlar ve elçiler göndermiştir. İşte olsa olsa İslâm budur.
Tasavvufçulara gelince onların hemen hiç biri, böyle bir yaşam tarzını asla benimsememiştir. Kılık ve kıyafetlerine varıncaya kadar hemen bütün yönleriyle, herkesten çok farklı olmaya çalışmış, dünyadan el etek çekmiş ya da öyle görünmüşlerdir. İçinde yaşadıkları toplumun hiç bir derdine asla ortak olmaya yanaşmamışlardır.
Nitekim haçlı savaşları sırasında tasavvufçulardan birinin bile İslâm ordularına katıldığını ya da bu savaşlar hakkında bir tek kelime bile yazdığını tarihler salık vermemiştir! Ferîduddîn-i Attâr'ın, Buhara halkını Moğollara karşı ayaklandırdığı eğer doğru ise bu, çok istisnaî bir olaydır. İşte ruhanîlerin, İslâm adına tarih boyunca dünya hayatına karşı gösterdikleri bu küskünlüğün arkasındaki temel neden, hiç kuşkusuz yine tasavvuftur.
Bütün bu özellikler, tasavvufun kavram olarak mistisizmden başka bir şey olmadığını kesin şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim tasavvufu savunan ve onu İslâm'ın ruhî cephesi olarak açıklamaya çalışan çağdaş ilahiyatçı-tasavvufçular da bu iki kavramı aynı anlamda kullanmaktadırlar.
«Tasavvuf» yerine, Nakşibendî şeyhleri tarafından «Mistisizm» teriminin hiç kullanılmaması, kültürel yetersizlikten kaynaklanmaktadır ki bu da tasavvufla uğraşanların başka bir çelişkisidir. Çünkü tasavvuf da aynen felsefe gibi hem söz hem anlam bakımından Yunan kaynaklıdır. Nasıl ki felsefenin aslı filozofi (philosophy) ise, tasavvufun da aslı teozofi (theosophy) dir. Her ikisi de eski Yunanca’dır. Ama başta Nakşibendîler olmak üzere tasavvufla uğraşan insanların hemen tamamı bu gerçeği anlayabilecek kültür ve bilgiden daima yoksun bulunmuşlardır.
Tasavvuf sözcüğünün Arapça suf’, safa, ya da suffe’den geldiğini ileri sürenlerin tümü yanılmışlardır. Bu yanılgının en büyük nedeni ise Milâdî 850 den sonra başlayan ve 1850 yıllarına kadar süren İslâm Tarihi’nin karanlık dönemindeki taklit ruhudur. Tarih boyunca İslâm'ı, tasavvuf karmaşası içinde boğmuş olan ruhanîlerin hepsinde de esasen bu yetersizlik vardır.
Ancak Kuşeyrî, Gazali, Muhiddîn-i Arabî ve Suhreverdî gibi – Arap kökenli, ya da Arapça’yı çok iyi bilen- entelektüel tasavvufçuları öbürlerinden bu konuda ayırmak gerekir. Bunlar hem büyük ölçüde kitabî bilgilere sahip bulundukları, hem de yeni düşünceler ürettikleri için tasavvufa felsefî izah tarzlarıyla çekici biçimler kazandırmışlardır.
Sonuç itibariyle İslâm’ı tasavvuf yoluyla dejenere etmiş zümreden sayılsalar bile bunların izlediği yol ayrıdır. Buna karşın, (özellikle Türk, İran ve Hind kökenli sofîler) geniş bir ufuktan yoksun idiler. Bu sebepledir ki İslâm'ı tasavvufî içeriklerle günümüzdeki şekillere kadar sürüklemiş olan tarikat liderleri büyük ihtimalle Hind-İran mistisizminden bilinçsizce etkilenmişlerdir. Aslında – gizlenmiş olsa bile - bu etkilenme, bazı tarikat şeyhlerinin zaman zaman müşriklerin mistik coşkuları karşısında derin hayranlık duygularına kapılmış olduklarını haber vermektedir. Bunun örnekleri Hindistan’da sık sık yaşanmıştır. Bununla birlikte, hele ruhanîliğin güçlü ihtimalle bir psikoz olduğuna bakılırsa bu etkilenmenin hangi sınırlara varabilmiş olduğunu tahmin etmek kolaydır.
Dolayısıyla tasavvufla uğraşanlar, kötü niyetli ve maksatlı olmakla suçlanmasalar bile en azından kültürel yetersizlikleri, sınırsız hayâle dayanan ütopik anlayışlarıyla birleşince onların, şirk dinlerinden tahmin edilemeyecek aykırılıktaki düşünce ve inanış biçimlerini alıp İslâm'a mal etmiş olabilecekleri ihtimali güçlenmektedir.
Tasavvuf gerçeğinin kaynağını, amacını ve çizdiği yolu bir nebze açıklığa kavuşturmak gerekirse onu, şu üç başlık altında özetlemek mümkündür: «Seyr-u sülûk», «Marifetullah», «Kemal».
Tasavvufun Allah'a ilişkin öğretisi, işte bu üç kavramın ayrıntılarından oluşur.
1. Seyr-u sülûk:
Bu kavramla mistik bir eğitim sistemi amaçlanmaktadır. Bu sistem ise, çeşitli alıştırma, düşünme ve uygulama aşamalarından oluşur. Tasavvuf yolcusu -sözde- bu aşamalardan sıra ile geçerek olgunlaşır.
Tasavvufun, tarih boyunca birçok din ve felsefeden beslenerek kurumlaştırdığı söz konusu aşamalar boyunca uygulanan kurallar ve yapılan egzersizler yaklaşık olarak şu isimler altında işlenir: Biat, tövbe, tarikat, çile, mücahede, halvet, uzlet, mâsivâdan istiğna, züht, kanaat, sabır, tevekkül, teslimiyet, tefviz, tefeyyüz, telakkun, tefekkür, murakabe, rabıta, ruhaniyetten istimdâd, zikir ve vird.
Bunları başarıyla yapan yolcu, sonunda bir vecdi (kendinden geçme) hali yaşar. Burada hatırlatmak gerekir ki, bu terimlerin çoğu, lügat olarak İslâm'a aittir. Zaten bütün tasavvuf doktrinleri, esasen batıl dinlere ve felsefelere ait kavramlarla Kur'ânî değerlerin sentezinden oluşturulmuştur. Ancak yabancı olanlara, yoğun Kur'ânî anlamlar yakıştırılmış, Kur'ânî olanlara da şirk nüanslarıyla cahili içerikler kazandırılmıştır.
Onun için vahyin ölçülerine göre İslâm'ı özümseyememiş olan insanlar, bu kavramların içeriğini analiz edemezler. Bunlara depolanmış olan yabancı anlayış ve inanış biçimlerini ayırt edemez, ayıklayamazlar.
2. Marifetullah:
Yukarıda anlatılan eğitim sisteminin temel amacı, (İslâm'ınkinden farklı olarak) «Marifetullah»'tır. Yani Allah'ı, zatı ve sıfatlarıyla keşfetmek ve sonunda O'nunla birleşip bütünleşmektir. İslâm'ın amacı ise «ibâdetullah»'tır. (Yani kişinin Allah'a inanması, Zatı hakkında düşünmemesi, buna mukabil eserleri üzerinde ibretle düşünmesi, sıfatlarını bilmesi, emir ve yasaklarına uymasıdır.)
Tasavvuf yolcusunun, yukarıda anlatılan amaç uğruna yaşadığı mistik haller ve -sözde- ulaştığı mertebeler ise şu isimler altında ve çok geniş şekilde işlenir: Allah aşkı (Tarikat, marifet, hakikat), vecd, sekr, vahdet, vücûd, şühûd, fena, baka, vuslat ve mahv.
Bu noktada, «Allah’ta eriyip gitmek» yani «ittihâd» ve «hulûl» söz konusudur! Tasavvufçulardan, örneğin Muhiddîn-i Arabî, Ferîduddîn-i Attâr ve Yunus Emre gibi bir kısmı, bunu açıkça ifade etmekten çekinmezken, diğer bir kısmı, kapalı yorumlarla bu inanış biçimini geçiştirmeye çalışırlar ve sözde «rüsum âlimleri»'nin bu espriyi anlamaktan aciz olduklarını ileri sürerler!
3. Kemal:
Bu aşama, sözde «vuslat» mertebesidir. Yani sofînin tırmanabildiği en uç noktadır. «Seyr-u Sülûk» denen eğitim sisteminden sonra bu seviyeye ulaşan yolcu, -güya- sonunda «İnsan-ı Kâmil» olur; eksiksiz ve tanrılaşmış bir kimlik kazanır. Bu derece olgunlaşmış olan insana ise veli (evliya) denir. O artık «ledünni» bir ilme sahiptir; ğayp âlemine vâkıftır, kalpleri okur, zihinlerden geçenleri keşfeder, gizli dünyaları ve uzak meçhulleri ayan beyan bilir; orduların ön saflarında düşmana karşı savaşır; dua ederse nimet, beddua ederse musibetler yağar; deniz üzerinde batmadan, ıslanmadan gezebilir; bulutların üstünde uçabilir; Zaman ve mekân onun için katlanır, aynı anda, Mekke'de ve İstanbul'da namaza durur...(!)
Bütün bunlara karşın İslâm'da «takva» yolu vardır. Bu da özetle Kur'ân ve Sünnetin ölçülerine titizlikle uymak demektir. İslâm'da en üstün mertebe işte bu takva mertebesidir [6] ve bunu kazanan her Müslüman Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle «veli»'dir. «Onların üzerinde ne bir korku vardır, ne de üzülürler.» İki şeyle nitelenmişlerdir: Birincisi inanmak, ikincisi de Allah'ın emir ve yasaklarına titizlikle uymaktır. [7] Aksine, İslâm'da tasavvufun empoze ettiği mitolojik bir evliyalık ve ermişlik kesinlikle yoktur!
Sonuç olarak şöyle dersek galiba pek yanılmış sayılmayız: Tasavvuf öyle hayalî bir âlem düşüncesidir ki onu, Hz. Peygamber (s)'in gerçek hayatından yansıyan İslâm'la gayet kısaca karşılaştırmaya çalışırken bile çok büyük farklar saptayabiliyoruz. Öyle ise birikimlerinin örgüsü içinde Kur'ânî birçok değere de yer vermiş olmasına rağmen, temel, sistem ve amaç bakımından İslâm'a bir hayli yabancı olduğu artık gün yüzü gibi ortaya çıkmış bulunan tasavvufun ve onun öğretisinden kaynağını alan her kurumun ihtiyatla karşılanması gerekir.
Puran Tilmiz, 20.09.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü
[1] Bk. Ömer Demir-Mustafa Acar, Sosyal Bilimler Sözlüğü, s. 149; Bk. Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler, Kavramlar s.153;
* Tanımı, açıklaması ve ortaya çıkışı: Bk. Süleyman Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler Sözlüğü s. 263;
$ Bk. O. Hançerlioğlu Düşünce tarihi 168–184; Bk.
$ Orhan Hançerlioğlu, İslam İnançları Sözlüğü (Tasavvuf Maddesi) s. 617; Bk. O. Hançerlioğlu, İslam İnançları sözlüğü (Gizemcilik maddesi) s. 114; Bk. Age. (Mistisizm maddesi) s. 347;
$ Bk. Orhan Hançerlioğlu, Dünya İnançları Sözlüğü (Gizemcilik Maddesi) s. 170; Bk. Age. (Tasavvuf Maddesi) s. 495;
Bk. Ferîduddîn Ferit Aydın, Tarikatta Rabıta ve Nakşibendîlik s. 244–257; Bk. Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar s. 14–24; Bk. Dr. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar s. 36–44, 55–60; Bk. Semih Atıf ez-Zeyn. Et-Tasawwuf fi nazar'il-İslâm s. 14–61; Bk. Abdurrahman Abdulkhâlık, El-Fikr'us-Shufiy'yu fi daw'il-Kitâb'i wa's-Sunnah s. 349–350; Bk. Prof Dr. İbrahim sarmış, Teorik ve Pratik açıdan Tasavvuf ve İslam, s. 33–81; Bk. Dr. Es'ad es-Semahrânî, Et-Tasawwuf, menşe'uh'u ve mustalhahâtuh'u. (Kitabın tamamı); Bk. Muhammed Emin el-Kurdî el-Erbilî, Tenwîr'ul-Kulûb fi muhamele'ti Allâm'il-⁄uyûb, s. 404–409; Bk. Es-Seyyid Mahmud Ebu'l-Fayz el-Menûfî, Meâlim'ut-Tarıyk'ı İla'llah s. 35, 59; Bk. Yaşar Nuri Öztürk, Kur'ân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvf. S. 11–69; Bk. Ahmed Zıyâuddhin Gümüşhânevî, Cami'ul-Usul s. 228; Bk. Ebulkasım Abdulkerim el-Kuşeyrî, er-Risâle'tul-Kuşeyriyye s. 138; Bk. Mehmet Zeki Canan, Ansiklopedik Din ve İnanç Söslüğü (Dinler ve İnançlar Hakkında Özet Bilgiler Bölümü) s. 36–39; Bk. Dr. Abdullah Sellûm es-Sâmerrâî, El-⁄ulw'wu wa'l-Firak'ul-⁄âlieh. S. 159; Bk. Dr İsmail el-Arabî, Mu'cam'ul-Firak'i wa'l-Mezâhib'il-İslamiyya s. 85–88; Bk. WAMY, Günümüz Din ve Fikir Hareketleri Ansiklopedisi s. 275–284; Bk. Enver el-Cundî, El-Muâmara'tu Al'el-İslâm s. 45–68;
* Tasavvuf kelimesinin türeme şekli: Bk. Dr. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar s. 55–53; Abdülkadir Sindi, et-Tasawwuf s. 30–42;
* İslam Tarihinde ilk kez tasavvufî çalışmalar: Bk. Mehmet Zeki Canan, Ansiklopedik Din ve İnanç Söslüğü (Dinler ve İnançlar Hakkında Özet Bilgiler Bölümü) s. 37–39
* Tasavvufun eleştirisi: Bk. Mehmet Akif Ersoy, Safahat (6. Kitab, ASIM) s. 369: Ayrıca bk. Felsefe (mistisizm kelimesi)
[2] Kur’ân-ı Kerim: 42/11
[3] Tasavvufçular bu inanış biçimini, özet olarak Farsça «Heme-ost = Her şey O'dur» deyimi ile açıklarlar. Tevhidi savunanların karşısında zaman zaman düştükleri sıkıntılardan kurtulabilmek için bu deyimi «Hemez ost (Heme ez ost)=Her şey O'ndandır» şeklinde değiştirirler. Tabiatıyla bu, spekülasyondan başka bir şey değildir.
[4] Ku’rân-ı Kerim: 51/56
[5]M. Akif Ersoy, Safahat, Altıncı Kitap (Asım)
[6] Kur’ân-ı Kerim: 48/13
[7] Kur’ân-ı Kerîm: 10/62, 63