بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim
“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür.
TASAVVUF’UN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ: [1]
İslâm mistizmi de denilen tasavvuf, manevî terbiye, nefsi tezkiye olarak tanımlanır. Ortaya çıkışında ve gelişmesinde bir takım siyasi ve sosyal olayların amil olduğu muhakkaktır. Şöyle ki, ne Hz. Peygamber (s.a.v.) devrinde, ne de onu takip eden asırda tasavvuf cereyanı bulunmadığı gibi, tasavvuf terimine de rastlanmamaktadır. Bu devirlerde kaynağını Kur'an ve Sünnet'ten alan ihlâs, züht ve takva esasına dayalı sade bir hayat vardır. Sistemli, tanım ve tasnifler olmadığı gibi, ilerde apayrı özellikler taşıyan gurupları oluşturacak hizipler de yoktur.
Öte yandan Emevî ve Abbasî halifeleri döneminde yapılan fetihler sonucu İslâm ülkesinin sınırlarının çok genişlediği bilinen bir vakıadır, Bu durum, toplumun sosyal seviyesini yükselttiği gibi beraberinde birtakım problemler de getirmiştir.
Nitekim fetihlerle elde edilen ganimetler sonucu, ekonomik faaliyetlerin arttığı ve eskiye nispetle sosyal hayatta çeşitli değişikliklerin meydana geldiği görülür.
İdareciler arasındaki siyasî mücadeleler yanında bir de dinî ve fikrî ihtilâfların artması sosyal çalkantıyı da beraberinde getirdi. Bu kargaşadan takvanın sükûnuna kaçmaya çalışan kişi ve guruplar vardı. Takva yolundaki bu temayül, daha Emevîler zamanında Irak'ta ortaya çıkmış, Basra'da Hasan-ı Basrî (öl. 728), Küfe’de ilm-i simya ile meşgul olan Şiî Cabir b. Hayyam ve şair Ebu'l-Atâhiyye aynı vadide faaliyet göstermişlerdi.
Bağdat'ın hilâfet merkezi oluşundan beri takva ehli bir araya toplanıyor, camilerde umumi dersler yapıyor veya hususî toplantı mahallelerinde bu takvacı ruh haletini canlandırmaya ve inkişaf ettirmeye çalışarak züht ve takvayı esas almak suretiyle sosyal hayata bir çeşit reaksiyon gösteriyorlardı. Bunların çalışma ve zikirlerinin esas temalarını, Hasan-ı Basrî'nin vaazlarından sonra, 781 tarihinde Basra'da doğan fakat Bağdat'a gelip yerleşen ve 837 tarihinde orada vefat eden el-Muhasibi’nin açıklamalarından net olarak çıkartabiliyoruz. El-Muhasibî, zamanında sayısız fırka ve tarikatlar bulunduğu için, önce manevî bir istikamet aradı. Daha sonra, insanın ruhunun selâmetini ancak cemiyet dışında bulabileceğine karar verdi.
O, yalnız Kur'an'ı tetkikte derinleşmek, onun emrettiği şeylere ve Peygamber; (s.a.v.)'e harfi harfine uymanın insanı, Allah'a götüren doğru yolu gösterebileceği fikrinde idi. Onun emirlerini sıkı sıkıya yerine getirmek suretiyle Allah'ın mağfiretine mazhar olunabileceğini bilmek; ruhu Allah'a karşı şükran hissiyle, onun saf ve temiz aşkıyla doludur. Mutasavvıf kendisini Allah'a götüren bu yolu, birçok derecelerden geçerek sabır ve nedamet vasıtasıyla tevekkülle ve nihayet mutlak hakikati idrak ederek bulur.
Ehl-i sünnetin itibar etmediği yollardan bu şekilde Allah'a ulaşmak için bir tarikat oluşturma tecrübesi, ehl-i sünnet erbabının tenkitlerinden kurtulamazdı. Muhasibi’nin akidesi şüphesiz henüz eleştirilmemişti, fakat Ahmet b. Hanbel, bu akidenin, Mutezile’nin dogmatik usulleriyle sıkı sıkıya alakalı olduğunu ilan etmekte gecikmedi. el-Muhasibi’nin bu akidesi, amcası Sırrı Sakatı tarafından önce Ma'ruf, el-Kerhî'nin riyazet ve inziva akidesine sülük ettirildi fakat bunun basitliği kendisini uzun müddet tatmin etmemiş olan Cüneyt tarafından devam ettirildi.
Cüneyt, zaten yeni şeyhinin fikirlerini dogmatik bir dile bürümek temayülünü de reddetmişti. Onun fikir âleminin merkezinde Allah sevgisi yer alır; bu sevgi insana öyle nüfuz etmeli ki, Allah'a erişebilmek için tamamıyla kendini unutmalı ve kendi benliğinden geçmeli.
Daha sonraki bütün tasavvufun bu esas unsuru, bunun mesuliyetini üzerine alan Cüneyt’in müridi Hüseyin b. Mansur el-Hallac tarafından inkişaf ettirildi. O, bir Zerdüşti'in oğlu olarak İran'da 858 tarihinde doğmuştu. Hallaç, Huzistandaki Tüster'de, el-Muhasibi’nin Allah'a zarurî dönüş hakkındaki akidesine sofiliğin artık klâsik bir şekli olan aralıksız nedameti ilâve etmiş olan Sehl et-Tüsterî'nin taraftarlarına iltihak etti.
O aynı zamanda Şiî düşüncenin gnostik akidelerine dayanarak, mistik ezel bezminde bütün müminlerin ruhlarının toplanmış olduğu ve onlara kendilerini Allah'la bir hissetme hakkını bahşetmesi şeklinde hülasa edilebilen nur sütunundan bahsetmişti.
Hallac-ı Mansur, şaşaasının kendini çektiği Bağdat'a, Cüneyt’in yanına geldi. Altı sene Cüneyt’le beraber yaşadıktan sonra Sehl tarafından onun içinde uyandırılmış olup şeyhi için erişilmez bir ideal olarak kalmış bulunan fikre, Allah'la bir olma mertebesine ermiş olması, kendisini onunla ihtilâfa düşürdü.
Bu suretle ondan ayrılıp kendisini Hindistan'a kadar götüren seyahâta çıktı; bu seyahatta zamanının en meşhur tabibi olan er-Razî ile tanıştı ve onun rehberliği ile Yunan felsefesi hakkında malûmat elde etti. Hallaç aynı zamanda Karamatîler'in reisleriyle de münasebetlerde bulunmuş görünüyor. Bir defa daha Mekke'ye hacca gittikten sonra 908 yılında hükümet merkezine geri döndü. Onun vecd ve istiğrak akidesi; ıstıraba katlanma gayretleri sonucunda ilâhî irade ile bir olmak ve ilâhî ruhun itikâf ehlinin ruhunda tecellisi inançlarıyla en yüksek mertebesine erişmişti.
Böylece şeriatın dayandığı nassları hiçe sayan akidesi, kendisine birçok müritler kazandırdı. Zaten mütereddit vaziyette olan kamuoyu, bu akide tesiriyle daha fazla tehdit edilmiş göründüğünden, âlimler için onu hükümet makamlarına ihbar mecburiyeti doğdu. Bu fikirlerin sahibi sekiz sene hapishanede kaldı.
Halife el-Muktedir'in annesi ve onun mabeyincisi Nasr, Hallac'ı kurtarmağa çalıştılar; fakat bunların yardımları, vezir Hamit’in ona husumetini artırdı. Yedi aylık uzun bir muhakemeden sonra bütün fıkıh ekollerinin baş kadılarının müşterek hükümleriyle ölüme mahkûm edildi ve 26 Mart 922 tarihinde Dicle nehrinin sağ sahilinde, Bağdat’ın yeni hapishanesinin meydanında idam edildi.
Onun katledilmesi tarikatına istikbalde ilk hakikî nüfuzu bahşetti, Hallac'ın Horasan'a kaçan müritleri, İslâm edebiyatının en güzel nazım örnekleri olan Türk ve İran tasavvuf şiirleri için zemin hazırladılar.Kendine özgü, sade bir dindarlık ve aşk çağrısı demek olan tasavvufî hayat, müntesipleri tarafından geniş kitlelere yayılmak suretiyle sistemli bir hâle getirildi.
Bu arada fertlerin, karakter özellikleri ve cemiyet içindeki yerleri de önemli ayırıcı bir unsur olarak göz önüne alındı. Ayrıca, gizli zikri benimseyenler, bunu Hz. Ebû Bekr'e, aşikâr zikri esas alanlar da onu Hz. Ali'ye nispet ettiklerini iddia ederek geliştirdikleri bu zikir çeşitlerini sistemleştirip belli kurallara bağladılar. Böylece temelde iki koldan gelişen ve kendi içinde çeşitli kollara ayrılan seyr-i sülük faaliyetleri neticesinde pek çok tarikat, kısmen birbirinden farklı olarak teşekkül edip yaygınlaşmıştır.
Daha çok şeyhlerin adlarıyla anılan Sünnî tarikatların ilki, Abdülkadir el-Geylânî (561–1166)'ye nispet edilen Kadiriyye tarikatıdır. Daha sonra Ahmed er-Rufaî (578–1183)'nin Rufaiyye, Ahmed el-Yesevi (562–1167)'nin Yeseviyye tarikatı ve daha pek çok tarikat İslâm dünyasında temayüz etmiştir. Sofî’ler müntesiplerinin, tövbe, züht, sabır, tevazu, havf, takva, ihlâs, şükür, tevekkül, rıza yakın, zikir, üns, kurb, ittisal ve muhabbet gibi makamlarda tedricen mesafe kat ederek sırasıyla Fena fi'ş-Şeyhi (Şeyh'de yok olma), Fena fi'r-Rasûl ve Fena fi'llâh mertebelerine erişmelerini sağlamaya çalışmaktadırlar.
Araştırmacılar, Tasavvuf ve Sofî kavramları üzerine çeşitli görüşler ileri sürmektedirler. Sofîlerin Ashap-ı Suffa'ya nispet edildiği veya yün manasına gelen Sof’tan yapılan elbiseler giydikleri için bu adı aldıklarını söyleyenlerin yanı sıra; Hikmet manasına gelen, Yunanca Sofya'dan alındığını iddia edenler de olmuştur.
Öte yandan bazı araştırmacılar tasavvufa yer yer İslâm dışı kültür ve kaynakların tesir ettiği ve İslâm'ın manevî hayatının yanlış anlaşılmakla yüz yüze geldiğini ileri sürerek, bu konuda bizzat Sofîlerin kaygılarına dikkat çekmişlerdir. Nitekim Kelâbâzî şöyle diyor:
«Tasavvufu açıklama durumunda bulunanlar, bu yolun gerçek mahiyetini gizli tuttular. Tasavvuftan olmayan şeyleri tasavvufa soktular. Bu yolda olmayan şeyleri bu yola nispet ettiler. Böylece bu yolda hak olanı batıl olarak gösterip, gerçekten tasavvufu bilenlere de cahil adını taktılar.»
Bu arada şunu da belirtelim ki, insanın manevî dünyasını ifade eden tasavvuf, özel bir yaşama tarzı olup her ferdin sorumlu olduğu hususlardan değildir. Çünkü Müslümanların fert fert sorumlu oldukları hususlar, Allah ve Resulü’nün açık hükümleriyle belirtilmiştir.
Puran Tilmiz, 30.09.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü
Puran Tilmiz Yazıları
[1] Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi Cilt 3 - Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız, Çağ Yayınları (S.446–449)