بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim
“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür.
TASAVVUF'TA ALLAH’LA BİR OLMA FELSEFESİ [1]
Züht hayatının, İslâm toplumunda meydana gelen çeşitli gelişmelere bir tepki olması gibi, IX. ve X. yüzyıllarda sofilerin geliştirdikleri marifet, ruhanî tecrübeye dayanan bilgi de aynı sıralarda gelişen ilm-i kelâm anlayışına bir tepki olarak doğdu.
Nefsi terbiye ve takva kavramları ile ilk tariflerini bulan sofiyane hayat tarzı, daha sonra sistemleştirilerek bir felsefe çığırı haline geldi. Zamanla Kelâm'ın «İlmü't-Tevhit» kavramının karşısına, tasavvuf felsefesinin temel terimlerinden olan «Marifetü't-Tevhit» çıkarıldı.
Böylece «Allah'ın birliği» anlayışı, sofî tecrübeciliğin etkisiyle «Allah'la bir olma» ve giderek «Var olan her şey'in yalnız Allah olduğu anlayışına dönüştü.
Nitekim XV. yüzyılda yaşayan meşhur İranlı sofî şair Cami bu konuyu şiirinde şöyle dile getirmiştir:
Arkadaş, dost, yoldaş,
Hepsi O,
Dilencinin yırtık sökük elbisesindeki de,
Hükümdarlara lâyık sırmalı kaftanlardaki de
Hep O
Çeşitliliğin sergilenişinde veya birliğin gizliliğinde
Vallahi hep O!
Tallahi hep O!
Marifet ilkesiyle öne sürülen, sezgiye dayalı fakat kesin ve yanılmaz bilgi anlayışının objektif geçerliliği ulema tarafından kabul edilmedi. Bu nazariyeye bağlı olan sofîler, yanılmaktan uzak, zihnî bilgiden çok farklı ve yalnız kendilerinin sahip olduğu bir bilme tarzının mevcudiyetini ısrarla savunuyorlardı.
Bu konuda yaptığı çalışmalar sonucu nazariyeyi biraz daha disipline edilmiş hale getiren Gazali dünya işleri ile tasavvufî sezgileri ayırıyordu. Ona göre mükâşefât adını verdiği mistik sezgi, bizi selâmete götürecek vasıfları haizdir.
Sofîlerin bu «Batıni bilgi» nazariyelerinde, kuvvetli bir şekilde Yunan Gnostik kavramların, Hıristiyanlığın ve Maniheist nazariyelerin etkisi altında kaldığı öne sürülmektedir. Tasavvuf felsefesi üzerindeki yabancı tesirleri inceleyen Mahir İz ise, böyle tesirlerin sadece birer iddia olduğunu ileri sürmektedir.
Meselâ Hz. Muhammed (s.a.v.)'in aslî nur olduğunu iddia eden nazariye Gnostik-Maniheist fikirlerin etkisini taşımaktadır.
Bilindiği gibi ilk defa İbnü'l-Arabî tarafından bu nur'un «Allah'ın kendisi» olduğu ileri sürülmüş ve sofîliğin temel esprilerinden biri haline getirilmiştir.
Bu konuda meşhur sofilerden Tusterî (283–896) şunları söylüyor: «Allah, Muhammed'in nurunu kendi nurundan yarattı. Daha sonra aynı nurdan bütün varlıkları yarattı.»
Bu felsefî yöneliş yeni Eflâtuncu görüşün de tesiriyle hız kazandı. Sofîlerin buna dikkatini çeken en önemli müessirlerden birinin de İhvan-ı Safa risalesi olduğu söylenebilir.
Fakat asıl ciddi gelişme Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin «Vahdet-i Vücut» nazariyesini ortaya atmasıyla görüldü.
İbnü'l-Arabî'ye göre; «Mutlak hakikat, aşk (müte'al/transandental)'tır, isimsizdir. O'nun yegâne sıfatı, bizatihi varlık olmasıdır. Kemal sıfatları, sadece O'nun zihninde veya şuurundadır. Dünyanın yaratıldığı malzemeyi meydana getiren de yine bu sıfatlardır. Dünyanın yaratılması, bu sıfatların mutlak Ruh’tan dışa, gerçek varlığa yansımasından başka bir şey değildir. Gerçek varlık denen şey de, Mutlak'ın kendi varlığından ibarettir.»
Vahdet-i Vücud, tasavvuftaki yükselme merhalelerinin en mütekâmilidir. Bu merhaleler şöyle sıralanır:
Bütün varlıkların ayrı ayrı göründüğü Vahdet-i Şühud, daha sonra kendi iradesinin Allah'ın iradesiyle birleştiğini iddia ettiği Vahdet-i Kusud ve son olarak da varlıkların görünüşteki ayrılıklarının ötesinde Allah ile birleşmiş olduğuna inandığı Vahdet-i Vücud mertebesi gelir.
Sünnî İslâm akidesinin tam tersi olan bu tekçi (monist) nazariye, dönemin Sünnî âlimleri tarafından tereddütsüz reddedilmiş ve İslâm inançlarını tehlikeye düşürmesi sebebiyle şiddetle tenkit edilmiştir.
Puran Tilmiz, 09.10.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü
Puran Tilmiz Yazıları
[1] Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi Cilt 3 - Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız, Çağ Yayınları (S.449–451)