“Kafa
tutan ve zor bir Türkiye yeni bir şey değildir ve bu tutum ne cumhuriyetçi ne
de yeni-Osmanlıcı stratejik kültürlere özgü bir durum da değildir.”
Sonsuz Ark'ın Notu:
Aşağıdaki analiz, alıntıladığı adreslerin Erdoğan karşıtı stratejik bakış açılarına ve Foreing Policy Research İnstitute (FPRI) gibi neocon perspektiflerin hâkim olduğu enstitülere rağmen, mümkün olan en nesnel bir yaklaşımla hazırlandığı için Sonsuz Ark tarafından çevrilmiş ve yayınlanmıştır. Analiz, her şeye rağmen Türkiye'nin tarihsel kimliğine ait yeniden yorumlama hakkını, şimdi ve gelecek için kullandığını itiraf edememiştir. Bir tür kolonyalist bakış açısına sahip değil gibi görünse de analiz, tipik oryantalist veriler içermektedir. Seçkin Deniz, 31.10.2014
Turkey’s Competing Strategic Cultures: Now and Into the Future
Stratejik
kültür bilimcileri, aynı ülke veya toplum içerisinde çoklu stratejik
kültürlerin var olabileceğine işaret ediyor. Gerçekten bu, kültür kavramı için
de açık bir şekilde geçerli bir değerlendirmedir. Alastair Iain Johnston tarafından [1] ifade
edildiği gibi: “Özel bir toplumun coğrafi, politik, kültürel ve stratejik
deneyimine ait çeşitlilik, çoklu stratejik kültürler üretecektir…” Bu tanım,
tam da Türkiye’deki iki elit sınıfın birbiri ile rekabet eden stratejik
kültürler oluşturduğu duruma uymaktadır-bunlar cumhuriyetçi ve yeni-Osmanlıcı
sınıflardır.
Yeni
Osmanlı stratejik kültürünün yükselişi ve cumhuriyetçi olanın yavaş bir şekilde
düşüşü bu yazı dizisinin şimdiye kadar ki konusunu oluşturmaktadır. Stratejik
kültürler için her zaman geçerli olduğu gibi her iki stratejik kültür de elit
güdümlüdür.
Cumhuriyetçi
stratejik kültür, 19.yy başlarında vuku bulan Birinci Dünya Savaşı ile yoğun
nüfuslu ve müreffeh Avrupa topraklarını kaybeden Osmanlı İmparatorluğu’nun
travmatik parçalanışı ile ortaya çıkmıştır. Bu süreç, Boğazlardaki Türk
kontrolünü sona erdirmeyi, İzmir’i Yunanistan kontrolüne ve daha sonra da
hâkimiyetine dâhil etmeyi ve Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermeni ve Kürt
devleti oluşturma hükmünü taşıyan ama yasal hale gelmeyen Sevr Anlaşması ile
neticelenmiştir.
Türk
milliyetçileri sonunda Mustafa Kemal’in ilham veren liderliği sayesinde galip
gelmişlerdir. Bu tecrübeler ve coğrafyanın zorlu gerçeklikleri, homojenliğe ve
iç bütünlüğe takıntılı, dış güçlere (özellikle Rusya’ya) güvenmeyen, güvenliği
egemenlik ve bölgesel bütünlükle sınırlı gören, uzlaşmaya yanaşmayan ve dış
çatışmalar içine sürüklenmekten korkan bir stratejik kültür oluşumunu
zorlamıştır.
Cumhuriyetçi
stratejik kültüre farklı bir elit ürünü olan yeni-Osmanlı stratejik kültürü tarafından
meydan okunmakta ve hatta bazı durumlarda yerini ona bırakmaktadır. Mustafa
Kemal, Türk Cumhuriyeti’ni kurarken İslam’ın politik rolünü sonlandırmış,
askeri bürokrasi ve hükümet bürokrasisi laiklik prensibinin güvenilir
muhafızları durumuna gelmiştir. Fakat Türkiye’de gerçekleşen 1980 darbesi
sonucunda Milli Görüş İslamcılarını da kapsayan bir dindar politik aktörler
yelpazesi, büyüyebileceği daha verimli bir toprak bulmuştur.
Askeri
ve cumhuriyetçi elitler, aşırı sol ideolojileri engellemek amacıyla,
Türkiye’nin 1970’lerin sonlarında neredeyse parçalanmasına sebep olacak şekilde
Türk İslam Sentezi’ni destekleme yoluna gittiler. Eğitim reformlarını dini
aktörlere daha fazla manevra sahası kazandıracak şekilde kanunlaştırdılar.
Başbakan
yardımcılığından, başbakanlığa oradan da cumhurbaşkanlığına yükselen Turgut
Özal, dönemin politik, dini, askeri ve sosyal atmosferini şekillendirecek pek
çok dönüşümsel reforma imza attı. İleriye dönük, aktif bir dış politik tutumu
savunuyordu. Bu çabaları sırasında sıklıkla Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından
engellenmeye çalışılsa da şu anda Recep Tayyip Erdoğan tarafından
şekillendirildiği görülen iddialı stratejik kültür için gerekli zemini
hazırlamıştır.
Bu
yeni-Osmanlı stratejik kültürü; farklı, alt ulus kimliklerini kabul eder;
Türkiye’nin Batı-Doğu uyumunda daha fazla dengeli bir tutumu tercih eder;
bölgesel hegemonya olmanın, bu gerçekleşmezse daha büyük bir bölgesel güç
olmanın yollarını arar; özellikle Orta Doğu ve geniş Müslüman âlemine yönelik
aktivist ve katılımcı tavrı onaylar ve güvenliği bölgesel bütünlükten daha
geniş bir kapsamda ele alır.
Bu
yazıda Türkiye’de bulunan iki stratejik kültürün, Türkiye’nin bugün karşı
karşıya olduğu iki temel meseleye nasıl yaklaştıkları üzerinde duracağım:
Suriye ve Kürt problemi. Daha sonra, Türkiye’deki yeni-Osmanlı stratejik
kültürünün etkisinin ve baskınlığının açık olduğu, Arap Baharı sonrası Mısır’ın
durumu konusuna değineceğim.
Suriye: Komşu ile
Problemler
Beşşar
Esed’in Suriye’si bir zamanlar, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) “komşular
ile sıfır problem” dış politika doktrininin deneme sahası niteliği taşıyordu.
Erdoğan ve Esed birlikte tatile çıkmış arkadaşlar gibi görünüyordu. Bu bir
zamanlardı. Suriye iç savaşı çıktı ve şimdi Alevi hâkimiyetindeki rejimi devirmenin
yollarını arayan, içlerinde büyük miktarda İslamcı bulunan muhalifleri
destekleyen Erdoğan ile Esed, ölümcül düşmanlar haline geldiler.
Savaşın
seyri boyunca Türkiye’nin muhalif politik partileri yüksek sesle ve sürekli
olarak Erdoğan’ın bu meseledeki yönetimini eleştirdiler ve onu maceracılık ve
tedbirsizlikle suçladılar. Kürtlerden Alevilere, cumhuriyetçilerden diğer
kesimlere kadar pek çok Türk, Erdoğan’ın Suriye politikalarına ciddi
eleştiriler yöneltti.
Erdoğan her ne kadar Batılı güçler ve yabancı lobilerden
şikâyetçi olsa da Batı’nın (özellikle Amerika’nın) desteği olmaksızın cesurca
hareket etmekten oldukça çekinmektedir. Bu yüzden Erdoğan sıkıntılı bir
noktadadır. Gelişiminde oldukça etkin olduğu stratejik kültürü takip etmekte
başarısız ve isteksizdir.
Kürtler: Şark
Meselesi’ni Çözmeye Çalışıyorlar
Kürt
problemi belki de Türkiye’nin iki stratejik kültürü arasındaki gerilimin en
ilginç örneğidir. Sabırsız bir Kürt toplumu, modern Cumhuriyetin oluşturmaya
çalıştığı homojen Türk kimliğine karşı en büyük tehdittir. Kendisi de bir Kürt
olan Özal ile Erdoğan, Türkiyeli Kürtlerin daha önce sahip olduklarından çok
daha geniş politik ve sosyal haklar edinmelerini sağladı.
Erdoğan
yönetiminde Kürtler kendi dillerini kullanma ve organize olma anlamında daha
fazla özgürlüklere sahip oldu. Amerika’nın Irak’taki ikinci savaşının ardından
Türk Hükümeti, Kürt Bölgesel Yönetimi (KRG) ile ilişkilerini geliştirerek
1980’lerden beri savaşmakta olduğu Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile barış
görüşmelerini başlattı. PKK ile yapılan barış görüşmeleri sonucunda PKK’nın
silah bırakması ve dağılması beraberinde Kürtlere çok daha fazla özgürlük
getirecekti.
Ve sonra
Türk politikası iki gücün çarpışmasına sahne oldu. PKK ile yapılan görüşmelerde
silahsızlanmanın tartışılmaya başlandığı aşamada Irak Şam İslam Devleti (IŞİD)
ortaya çıkarak Suriye’den Irak’a doğru yayıldı ve diğerlerinin yanında KRG için
de tehdit oluşturarak ülkenin kuzey ve Batı bölgelerini ele geçirdi.
IŞİD ayrıca iki seneden beri kısmi özerk bir
yönetime sahip, üç önemli Suriye Kürt yerleşim bölgesinden birisi olan Kobane
üzerinde de hâkimiyet sağladı. Türkiye KRG için askeri destek ve yardım
sağlayabilirdi; ancak Kobane için durum farklıydı. Suriye Kürt toplumu üzerinde
hâkimiyet kuran Demokratik Birlik Partisi (PYD) PKK’ya bağlı bulunuyordu.
PYD’nin
silahlı kanadı Halk Koruma Birlikleri (YPG) sahada daha önce IŞİD’e karşı
etkiliydi, ancak Ankara tarafından YPG’nin silahlandırılmasına ciddi bir
muhalefet geldi. Bu durumun sonucunda, Türk gücünün dışarıda yayılmasını
isteyen ve alt ulus kimliklerini tanıyan yeni-Osmanlıcı stratejik kültür ile
ulusal birliğe yönelik bir tehditle karşı karşıya olan cumhuriyetçi stratejik
kültür arasında bir gerilim ortaya çıkmış oldu.
Mısır:
Yeni-Osmanlıcılık Yükseliyor
“Arap
Baharı” adı verilen hareketin Mısır’da başlamasıyla o zamanın Başbakanı Erdoğan
ve dışişleri bakanı bunu parlamalarını sağlayacak o an olarak gördüler ve
eskiden Osmanlı toprakları içerisinde yer alan bu yeni Orta Doğu demokrasisi
üzerinde himayeci bir etki kurma çabası içerisine girdiler.
Mısırlı
Müslüman Kardeşlerin iktidara gelmesiyle Erdoğan’ın ilerlemesini yavaşlatması
çok uzun zaman almasa da [2] bu durum Erdoğan’ın onları “Türk Modeli” olarak
tanımlanan sistemle kazanma arzularını azaltmamıştır. Müslüman Kardeşlerin
iktidardan indirilmesi üzerine Erdoğan darbeyi demokrasiye hakaret olarak
nitelendirerek çok şiddetli bir dille kınadı [3] ve o zamandan beri içlerinde
sürgündeki bir hükümet niteliği taşıyan [4] yapıyı da barındıran, Müslüman
Kardeşler liderlerini himayesi altına aldı.
Erdoğan
Mısır’ın yeni hükümetini her fırsatta kınamaya devam etmektedir [5]. Türkiye,
Mısır ile yalnızca sağlıklı bir ilişkiyi kaybetmekle kalmamış, Körfez
ülkelerinin Müslüman Kardeşleri yasakladığı bir zamanda Türkiye’nin kendisini
onunla aynı hizaya koyması sebebiyle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap
Emirlikleri ile arasındaki bağlar da gerilmiştir [6].
Bu
örnekler, cumhuriyetçilik ve yeni-Osmanlıcılık arasında hala varlığını sürdüren
gerilimin farklı boyutlarına işaret etmektedir. Türkiye’nin cumhuriyetçi
stratejik kültürü ordu ve muhalefet partileri üzerindeki etkisini sürdürmekte
ve hatta yeni-Osmanlı stratejik kültürünün kilit noktadaki enstrümanı AKP’nin
tereddütlerine bir anlamda açıklık getirmektedir.
Bunun
sebebi nedir? Stratejik kültürlerin değişimi yavaştır ve genellikle bu, oldukça
yavaş gerçekleşen bir değişimdir. Baskın stratejik kültürler, devrimsel
stratejik değişim karşısında esnektir (Rus İmparatorluğu, Sovyetler Birliği ve
Rusya Federasyonu arasındaki devamlılık buna iyi bir örnek teşkil etmektedir).
Bu durumun Türkiye için de geçerli olan [7] sebeplerinden birisi bürokrasilerin
dirençli olmasıdır, ki; bu faktör basit bir gerçeklik olmakla birlikte
stratejik kültür kapsamında yeterince değerlendirilmemiştir.
Bütün
bunların ABD-Türkiye arasındaki ilişkiler bakımından anlamı nedir? Bunu
açıklamak oldukça zor.
Burada
iki noktaya değineceğim: ABD-Türkiye ilişkilerinin tarihi zorlukları ve kişisel
diplomasinin sınırları. Erdoğan iktidara geldiğinden beri Batılı basında yer
alan muhalif sayfalarda sürekli bir Amerikan müttefiki olarak Türkiye’nin
güvenilirliği sorgulanmaktadır.
Kendilerine
has bir tarza sahip bu muhalif yazılarda; Erdoğan’ın artan otoriterliğinden,
İslamcı eğilimlerinden, kullandığı Batı ve İsrail karşıtı dilden, abartılı ve
inatçı mizacından bahsedilmektedir. Suriye iç savaşı kapsamında bu muhalif
görüşlerdeki ton giderek ağırlaşmıştır.
Türkiye’nin
şiddet yanlısı İslamcı yapılara göstermiş olduğu tolerans, IŞİD’e karşı
Amerikan savaş uçakları için İncirlik üssünün kullanımına izin verilmemesi ve
Ankara’nın kuşatılmış Kobane’ye yardıma gelme noktasında gösterdiği direnç pek
çok Amerikan gözlemciyi hayal kırıklığına uğrattı ve kızdırdı.
Türk
politikalarını tartışan bu muhalif görüşlerin peşi sıra Türkiye’nin NATO üyesi
olduğu devamlı vurgulandı, sanki şöyle demek istiyorlardı: “Bu nasıl olur?
Onlar NATO’da”.
Maalesef
yaşamlarını kazanmak için muhalif görüşlerini kaleme alan kişilerin tarihe
bakış açısı dardır ve bu durum özellikle bahsedilen meselelerde yazan kalemler
için geçerlidir. Meselenin aslı şudur;
Cumhuriyetçi stratejik kültürün hâkim
olduğu, Soğuk Savaşın tüm gücüyle sürdüğü zamanlarda bile Türkiye oldukça zor
bir müttefik olmuştur. Örnek vermek gerekirse, Ankara’nın İncirlik’in kullanımı
noktasında Amerika’yı kısıtladığı ilk olay bu değildir.
Bir eleştirmen
tarafından belirtildiği gibi [8], hava üssü uzun zamandan beri “Türkiye
tarafından ABD’den imtiyaz sağlamak amacıyla bir baskı mekanizması olarak
kullanılmaktadır.”
1970
senesinde Türkiye, Kara Eylül (Black September) sırasında Ürdün Haşimi
Krallığının kurtarılması veya 1967’de İsrail’e yardım sağlanması aşamasında
Washington tarafından hava üssünün kullanımına izin vermemiştir Şimdi
Ankara’nın muhalefetine rağmen Kobane’deki Kürtlere yardım ettiği gibi o zaman
da ABD, her iki yardımı da sağlamıştır). 1967 ve 1974 yıllarında Türkiye
neredeyse başka bir NATO müttefiki olan Yunanistan ile savaşa girecekti.
Amerika’nın karşı çıkmasına rağmen 1974’te Türkiye Kuzey Kıbrıs’ı zapt etti (Bu
sırada Türkiye iki Yunan Gemisini batırdığını düşünürken gerçekte ateş ettiği
kendi Türk donanma gemileriydi).
Türkiye’nin
Kıbrıs Harekâtı’na yanıt olarak ABD, Amerikan-Türk ilişkilerini Carter Yönetimi
sırasında kaldırılana dek zedeleyen bir silah ambargosu uygulaması başlattı.
Türkiye’nin stratejik kültürüne bağlı olarak sergilediği karşı koyucu tavır
değişmiş olsa da, kafa tutan ve zor bir Türkiye yeni bir şey değildir ve bu
tutum ne cumhuriyetçi ne de yeni-Osmanlıcı stratejik kültürlere özgü bir durum
da değildir.
Dolayısıyla
birinin Erdoğan’ın anlaşması ne kadar zor birisi olduğu üzerine bir eleştiri
yazısı yazmadan önce, geriye çekilip bugünün problemlerine tarihi perspektiften
bakması gereklidir.
Birinci
başkanlık dönemi sırasında Obama, Erdoğan’ı en önemli uluslar arası
arkadaşlarından biri olarak tanımlamıştı [9]. Erdoğan ile düzenli olarak
görüşen başkan, ABD-Türkiye ilişkilerinin güçlendirilmesi ve sürdürülmesi
noktasında kayda değer bir çaba sergiledi. Fakat kişisel diplomasi her zaman işe
yaramıyor. Türkiye gittikçe otoriter bir yer haline geldi ve dış politikası
Washington açısından ideal olmaktan uzaklaştı. Fakat bunun için Obama’yı
suçlayamayız.
Türkiye’nin
dış politikasını sürmekte olan güçler ve stratejik kültürler, Obama’dan ve
Erdoğan’dan daha büyük.
Stratejik
kültür, sosyal kişilikler tarafından yönlendirilmekten ziyade onlar
aracılığıyla kendini ortaya koyar ve temsil edilir. Umarım Amerika Birleşik
Devletleri bu dersi sadece Türkiye’ye yönelik değil ayrıca diğer müttefikleri
ile ilişkilerinde ve özellikle Rusya ve Çin gibi rakiplerine yönelik olarak da
kullanır.
Ryan Evans, 29.10.2014, Part 4
Tamer Güner, 31.10.2014, Sonsuz Ark, Çevirmen Yazar, Çeviri
Orijinal Metin:
REFERANSLAR