بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim
“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür.
Tasavvufun
Tanrıları
Tasavvufçular,
yüce Allah'ı şek ve şüphenin karışmadığı ve Hakk'ın yüceliğine gölge düşmediği
bir bilgi ile bildiklerini söyleyerek iftira etmektedirler. (Zaten iftiradan
başka meziyetleri yoktur.) Müslümanları da basiret körlüğü, akıl yetersizliği,
düşünce sakatlığı, duygu körelmesi, zevk bozukluğu, his ve şuur yoksunluğu, kör
maddeye kulaklarına kadar batma ve tarihe körü körüne tapma ile itham ederler.
Sormak istiyorum, hangi tanrıya tapıyorlar? Daha açık bir ifade ile uydurup
taptıkları tanrı hangisidir?
Söylediğim
şeylerde herhangi bir şüpheniz varsa yahut onların büyüleyici bir tebessümü
veya bir âşıkın tespih ve dua terennümleri sizi haktan alıkoyuyorsa, tasavvufun
en büyük tanrısını öğrenmek için lütfen onların kitaplarından biraz okuyun.
Mesela
Futuhatı Mekkiyye, Fususu'l-Hikem, Tercümanu'l-Eşvâk, Ankâ-u Mağrib,
Mevakiu'n-Nucûm gibi hepsi de İbn Arabi'nin olan kitaplardan biraz okuyun.
Abdulkerim
el-Cîlî'nin el-İnsanu'l-Kâmil, İbn el-Farıd'ın Tâiyye'sinden yahut onun Kâşâni
veya Nablusi şerhlerinden okuyun.
Şa'rani'nin
et-Tabakât, el-Cevahir, el-Kibrîtu'l-Ahmar, Abdulaziz ed-Debbağ’ın el-İbriz;
Ticani tarikatının Kitabu'l-Cevahir, er-Rimah kitaplarından okuyun.
Yine
Hasan Rıdvan'ın Ravdu'l-Kulûb el-Mustetâb, hatta şu anda ibadette kullandıkları
Mecmûu'l-Evrâd, Delâilu'l-Hayrât ve kâhinlerinin yatsı ile seher vakitlerinde
okudukları hiziplerinden okuyun.
Tasavvufçular, İbn Arabî’yi şeyh-i ekber ve
Kibrit-i Ahmer (som altın) diye nitelemekte ve karşısında secdeye
kapanmaktadır. Abdulkerim el-Cîlî'yi el-Ârifu'r-Rabbanî ve'l-Ma'dinu's-Samadânî
(Rabbanî arif ve ilahi maden) diye tanımlamakta, İbn Farıd'ı sultanu'l-âşıkîn
(âşıkların sultanı) ve Şa'râni'yi el-Heykelu's-Samadânî ve'l-Kutbu'r-Rabbanî
(ilahi ulu ve rabbani kutb) diye anmaktadır.
O halde kitaplarından okuyun derken,
tasavvufçuların kendisinden hakkın delillerini ve hidayetin nurunu aldıkları
kitapları değil, bilakis değişik eğilim ve yollarına rağmen kutsallaştırıp
yücelttikleri, hatta birçoğunun taptığı, tevhid nuru için en yüce ufuk ve ilahi
feyizler için tükenmez pınar bildikleri kitapları okuyun, diyorum.
Bu ve
benzeri kitaplardan bir miktar okuduktan sonra Allah'ın kitabından bir ayeti
düşünün ve batılın karanlıklarına hak nurunun projektörlerini tutun. O zaman
tasavvufçuların en çirkin suretlerde somutlaşan, gizli ve açık kimliğini, en
kokuşmuş leşlerde şekillenen bir tanrıya taptıklarını görecek ve lanetler
yağdırmaktan kendinizi alamayacaksınız.
Bu kitaplarda tasavvufçuların taptığı
ilahın bitkin zihinlerde oluşan gerçek dışı resimler, sapık düşüncelerde
şaşkınlık kuruntuları ve hayalde mitolojik öcülerden öte bir varlık olmadığını
müşahede edeceksiniz. Tasavvuf kâhinlerinden et-Tilimsânî kokuşmuş ve
kurtlaşmış bir köpek leşini tanrılaştırmadı mı?
1-İbn el-Fârid'in Tanrısı
Bu sofu
ittihada yahut vahdete inanır. Kulun Rab, mahlûkun yaratıcı ve vücutça fani
olan varlığın vacibu'l-vücut olduğunu söyler. Kısa ve açık bir şekilde ifade
edersek, bu adamın ittihat bid'atına inandığını söylememiz gerekir.
Tasavvuf
kâhinlerinin inandığı bu hurafeye göre tasavvufi rab (Allah bundan münezzehtir)
zatı, sıfatları, isimleri ve fiilleriyle maddi yahut soyut suretlerde ortaya
çıkmıştır. Mesela insan, hayvan, cansız, cin, put, vehim, hayal ve zan
olmuştur. İsimleri, fiilleri ve sıfatları da o varlıkların isim, fiil ve
sıfatlarının aynısı olmuştur. Çünkü mutlak veya mukayyet varlık odur ve mahiyet
itibariyle bu varlıklar tasavvufi rabbin kendisi ve aynısıdır. Azgın ve
canilerin işlediği bütün günahlar, yırtıcıların avlarını parçalaması veya kemiklerini
kırması tasavvufi rabbin işi, günahı ve işlediği suçudur.
İlahi
zatın kendisinden bütün gayrilik ve farklılık perdelerini kaldırdığını, gizli
hakkı ona açığa çıkardığını, böylece bizzat Allah'ın hakikatinin âlemdeki bütün
varlıklarda ortaya çıktığını iddia etmektedir.
Kısaca,
artık âlemdeki bütün varlıkların bizzat Allah'ın zatı olduğunu gördüğünü ifade
etmektedir.
Bu madde
âlemindeki bütün varlıklar, gece karanlığında can alan veya cinayet işleyen
bütün caniler, tenha köşelerde her türlü ahlaksızlığı işleyenler v.b. bütün
maddi varlıkların Allah'ın aynısı ve hüviyeti olduğunu, kendi varlığının da
O'nun varlığının kendisi olduğunu gördüğünü söyler.
İbn
el-Farid'a göre Allah olmayan hiçbir şey yoktur. Hatta Allah'ın -İbn el-Farid'in
tanrısının- bu maddi suretlerden yahut varlığı kesin veya vehim yahut hayali
varlıkların zihindeki suretlerinden başka bir varlığı yoktur.
Bu
iftirada bulunan bir kimse, elbette inancının sonuçlarına katlanacaktır. Bu
inancı gereği zatının tanrısının zatıyla ittihat ettiğini (bütünleştiğini) ve
ikiliğin isimden başka bir şey olmadığını iddia edecektir. Birliğin varlıkta ve
hakikatte olduğunu, bu birliğin açığa çıktığı anda zatında, sıfatlarında ve
fiillerinde Allah'ın zatının, sıfatlarının ve fiillerinin kendisini müşahede
ettiğini söyleyecektir.
İşte
sözleri:
"İlahi
zat açığa çıkıp göründüğü anda gaybim bana gösterildi ve kendimin ondan başka
olmadığımı gördüm."
İlahi
varlığın hüviyetini veya gizli hakikatini, kendi varlığının da zahirini veya
türlü varlıklarda tezahürünü müşahede etmiş, kendi varlığından başka rabbin
varlığını ve kendi yapısından başka onun ayrı bir yapısını görememiş, müjde
sevinci içinde, "Ben Allah'ım" diye haykırmış!
Ne var
ki görünen bu varlığın birden ortaya çıkan bir vehim (kuruntu) veya geçici bir
durum yahut gözüne görünen ve zihinde şekillenen bir hayal olduğunu birilerinin
sanmasından korkmuş ve arkasında şöyle demiştir:
"Yokluk
(mahv)dan sonra ayıldığım (sahv)da ondan başkası değildim. Zatım zatıma
büründüğü zaman tecelli eden yine zatımdı."
Sahv
(ayılma) tasavvuf dininde, kuvvetli bir varitle sarhoş olduktan sonra arifin
kendine gelmesi ve duyarlılık kazanmasıdır. Bu durumda ârif, ilahi zat ile
sıfatları yahut tezahürleri arasındaki farklılığı müşahede eder. Kâinatın,
ilahi zatın kendisi olmadığını, sadece isim, sıfat ve fiillerinin tecellileri
olduğunu müşahede eder.
Tasavvuf
dininde mahv (yokluk) da çokluk ve başkalığın yok olması, birden fazla olan
değişik yaratığın ortadan kalkmasıdır. Başkalığın kaybolması ve mutlak birliğin
tecelli etmesidir. Bu durumda sofu, yaratıkları hakkın kendisi ve kulu rabbin
aynısı olarak görür.
O halde tasavvufta “sahv” ile “mahv” arasında
fark vardır. Ama İbn el-Farid sonradan ortaya çıkarılan bu ayırımı
kabullenmemiş ve tasavvufçuların inançlarının gerçeğini bütün çıplaklığıyla
ortaya koymak için maskeyi yırtmış ve örtüyü kaldırmıştır. Sahv ile mahv
arasındaki bu farkı başkaları kavramasın diye telaşlı bir şekilde arayı
kapatmaya çalışmıştır.
Tasavvuf
dininin baştan beri ve temelde yüce Allah'ın, âlemin bizzat kendisi olduğuna
iman esasına dayandığını, yaratan ile yaratılan arasında mutlak veya mukayyet,
rölatif veya sübjektif hiçbir gayriliğin bulunmadığına, “mahv”da da, “sahv”da
da sofunun halinin aynı olduğuna inanmaya dayandığını vurgulamaya çalışmıştır.
Hakkın
deliliyle yüz yüze geldikleri zaman başka tasavvufçuların münafıklık yaparak
üstü kapalı ve kinaye yolu ile söylerken, İbn el-Farid çılgın bir cesaretle
bunların ne demek istediklerini açıkça ifade etmiş ve şöyle demiştir:
"Ne
zamana kadar örtülü kalacağım! İşte perdeyi yırttım. Zaten perdenin düğümlerini
çözmek, yaptığım biat antlaşmasında vardır."
Yani
Allah'a yaptığı biat akdinde, Allah'ın her zaman yaratıkların suretinde ortaya
çıktığını ve zatının onların zatıyla belirlediğini herkesin görmesi için bütün
perdeleri yırtacağı ve bütün düğümleri çözeceğine dair söz vermiştir.
İbn el-Farid'in "Zatım zatıma büründüğü
zaman tecelli etti" sözündeki sarahati ve cüretkârlığı düşünün.
"Zatım onun zatına" yahut "Onun zatı zatıma" demiyor. Onun
yerine, âlemin gerçek Rabbini tasavvuf dininde yok saymak için "Zatım
zatıma" diyor.
İbn el-Farid'in yanında ne rab var, ne yaratık
var. Yaratan da o, yaratılan da o, var olan ve varı var eden de odur. Yüce rab
ancak onun kudretinin eserinden bir eser yahut bütününden kopan başıboş bir
cüzden başkası değildir. İbn el-Farid'in dini işte budur. Hakkında ne ile
hükmedersiniz?
"İkilik
olmadığından, sıfatım onun sıfatı ve şekli benim şeklimdir. Çünkü biz
biriz."
Yüce
Allah'ın kendisini tavsif ettiği bütün sıfatlarla gerçekte tavsif edilen İbn
el-Farid'in kendisidir. Çünkü ezeli, ebedi, kalıcı ve kuşatıcı özellikleriyle
gerçek ilahi varlık O’dur. Şöyle devam ediyor:
"O
çağrılınca cevap veren benim, ben çağırılırsam, beni çağırana o cevap ve
karşılık verir."
Allah
çağrılırsa, İbn el-Farid cevap verir. Çünkü Allah -hâşâ- kendisidir. İbn el-Farid
çağrılırsa, Allah cevap verir. Çünkü onun isim ve müsemmasıdır.
İbn
el-Farid'in ifadesindeki Allah'a karşı küstahlık ve edepsizliği görüyor
musunuz? Allah çağrıldığı zaman, İbn el-Farid'in bütün yaptığı cevap vermekten
ibarettir. Ama İbn el-Farid çağrıldığı zaman, Allah'ın cevap vermesi yetmiyor,
derhal karşılık vermesi de gerekiyor. Kendisinin Allah olduğunu iddia etmesi
yetmiyor, yüce Rabbin kendisinin ancak sönük bir sureti ve şaşkın bir
gölgesinden ibaret olduğunu da vurguluyor. Şöyle devam ediyor:
"Aramızda
muhatap tâ'sı kaldırılmıştır. Yüceliğim, fark ayrılığının
kaldırılmasındandır."
Muhataplık
ikiliği gerektiriyor. Çünkü hitap eden ve muhatap olan iki tarafın varlığı
şarttır. Onun için İbn el-Fârid, Allah'ın ayetlerinde yahut dua edenin duasında
muhataplar arasındaki farkı ifade eden şeyleri inkâr ediyor. Kendisinden ayrı
herhangi bir ğayrıya veya başkaya hitabın yahut duanın olmasını reddediyor.
Çünkü ona göre kendisinden ayrı bir "başka" yoktur ki ona hitab etsin
veya duada bulunsun.
İbn
el-Fârid'dan Allah'a bir hitap yahut bir dua meydana gelecek olursa, sanmayın
ki başkasına hitap ediyor veya dua ediyor. Çünkü hitap kendisinden kendisine
oluyor ve dua da kendisinden yine kendisine yönelik bulunuyor. Perdesi
kalkmadan önce "sen sen" diyordu. Ama perde kalktıktan sonra artık
"ben ben" demiştir. Gerçek şu ki o "sen" zat ve vücut
olarak, bu "ben"den başka bir şey değildir.
İbn el-Fârid, kendisi için sadece yaratıcı
rububiyeti ispat etmenin, yüce makamı için yeterli olmadığını görür ve
vahdaniyetiyle, sıfat, isim ve fiilleriyle, mülk ve melekûtuyla, rahmet ve
ceberutuyla, her şeyi kuşatan ilim ve kudretiyle, varlıkları yaratıp hayatı
bağışlamasıyla, kısaca bütün hususiyetleriyle rububiyetin kendisinde olduğunu
söyler.
Şöyle
der:
"Hiçbir
felek yoktur ki irademle hidayete eriştiren ve batınımın nurundan olan bir
melek ihtiva etmesin. Bulutlardan dökülen hiçbir yağmur damlası yoktur ki
zahirimin feyzinden bir damla içermesin. Ben olmasaydım ne varlık olur, ne
şahit olur, ne de bir kimse söz ve ahit üstlenmiş olurdu. Hayatı hayatımdan
olmayan hiçbir canlı yoktur. Her nefis benim isteğimi ister."
İbn
el-Farid şöyle devam ediyor:
"O arada şeyh efendiye kapıyı açan adam
geldi ve kendisine şöyle dedi: Efendim, falan kadın öldü. O kadınlardan birinin
adını söyledi. Tellal çağırın ve yerinde şarkı söyleyecek bir kadın satın alın,
dedi. Kulağımdan tutup şöyle dedi: Fakirlere (yani sofulara) bunu
yadırgama." [1]
İşte
tasavvuf azizi İbn el-Farid budur. Dans ediyor, şarkı söylüyor, kadınlar da
onunla beraber dans edip şarkı söylüyor ve tef çalıyor. Buna rağmen
mensuplarına kendisini tenkit etmelerini de yasaklıyor.
"İkimiz"
kelimesi ister istemez biri diğerinden ayrı iki varlığın mevcudiyetine delalet
etmektedir. Onun için İbn el-Farid, "İkimiz" kelimesinin
vehmettireceği manayı neshetmek için hemen harekete geçmekte ve büyük bir telaş
içinde şöyle demektedir:
"Başkası
bana namaz kılmış değildir. Her secde edişimde başkasına da namaz kılmış
değilim."
Dişiliğe Tapma
Anlayamıyorum, neden tasavvufçular her zaman
kendisini elde etmek isteyen ve şehvetten çılgına dönen delikanlıyı baştan
çıkaran ceylan gözlü ve huri yüzlü nazlı bir kadının suretinde Allah'ı
niteleyip görmek istiyorlar? Neden
Allah'ı hep âşık oldukları fettan bir kadın suretinde görmek istiyorlar?
Dişiliğe
tapma konusundaki bu bedenî ısrar, seks ateşini tanrılaştıran bu tasavvufi
Mecusiliğin sebebini kavramak için İbn el-Farid'in nasıl çılgın şehvetler ve
ateşli güdülerle tutuşan bir şuur haletine sahip olduğunu ortaya çıkarmaya
itmektedir bizi.
Acaba
tasavvufçular hayallerinde canlandırdıkları ve azgınlaşan şehvet ateşini
söndürmek için, ahlaksız da olsa, bir kadının gölgesine bile abayı yaktıkları
için mi kadını hep yüceler yücesi ve arşı her şeyin üstünde olan bir tanrı
şeklinde tasavvur ediyorlar?
Yoksa iç
dünyalarını saran ve yüreklerini yakan fiziki aşk ateşini meşru yollarla
söndüremedikleri için mi aşkları onlara Allah'ı her zaman cilveli ve işveli bir
kadın suretinde canlandırmaktadır?
Yahut al
yanakları ve kiraz dudaklarıyla kollarına teslim olan kadını günah küpüne
batırıp ona ilahi hakikatin sadece arzu edilen ve elde edilmesi için can atılan
cazip bir dişiden ibaret olduğunu mu terennüm ediyorlar? Kısaca, karasevdalısı
oldukları kadını aşk tanrıçası mı ilan ediyorlar?
Bütün
âlemdeki gerçeklerin, vücudunun yıllanmış şarabını şehvetlerin içtiği dişiden
ibaret olduğunu mu iddia ediyorlar? Birinci grubu İbn Arabî temsil etmektedir.
Haberlerini ileride vereceğiz.
İbn
el-Farid ise şöyle diyor:
"Oğul
hükmünden önce ilk yaratılışta Âdem'e Havva suretinde göründü. Bir defasında
Lübna, birinde Büseyna, bazen de yüce olsun, Azze diye anılır."
İbn
el-Farid, rabbinin Âdem'e Havva suretinde, Kays'a Lübna suretinde, Cemil'e
Büseyna suretinde, Kuseyyir'a da Azze suretinde göründüğünü iddia ediyor.
Âdemoğullarının annesi gerçekte ilahi hakikatten başka bir şey değilmiş!
Dudaklarında
haram öpücükler kondurulan ve âşıkların vücudunu saran taşkın şehvetlerin
kucağına atılan bütün bu sevgililer tasavvufçuların tanrısından başka bir şey
değilmiş! Akıllarını başlarından alan çılgın bir şehvet ateşinin veya sarhoş
keyfinin yahut aşıkın gözünü bürüyen arzunun baştan çıkardığı şarkıcılar
suretinde görünen tanrı!
İbn
el-Farîd, rabbinin dişiliğini ve gecenin karanlığında baş başa kalıp şehvetini
tatmin ettiği kadın vücudu suretinde tecelli edişini vurgulayarak şöyle devam
etmektedir:
"O
kadından başkası değiliz, zaten ondan başkası da olmadık. Güzelliğinde eşsizdir
o"
İbn
el-Farid ikide bir şarkıcı veya dansöz kadın suretinde görünen rabbinin kendi
hakikatinden ayrı bir şey olduğunu yahut sıfatlarının kendi sıfatlarından
farklı olduğunu birilerinin tevehhüm etmesinden veya dillere destan olmuş
şarkıcı Lübna, Büseyna ve Azze'nin herhangi bir şekilde rabbinin hakikatinden
başka olduğunu sanmasından korkmuş olacak ki zihinlere rabbinin kesinlikle dişi
olduğunu hemen telkin etmiş ve şöyle demiştir:
"O
kadından başkası değiliz. Zaten ondan başkası da olmadık..."
Yüce
Allah'ın şu buyruğu bunları ne kadar güzel dile getirmektedir: "Onlar O'nu
bırakıp yalnızca birtakım dişilerden istiyorlar, sadece inatçı şeytandan
dilekte bulunuyorlar."
Kime Secde Edildi?
İbn
el-Farid, Allah olduğunu iddia ettiği putperest düşüncelerini tekrardan
usanmamakta, buna insanlığın atası Âdem'in ve ona secde eden meleklerin, sonra
bizzat peygamberlerin kendisi olduğu iftiralarını da eklemektedir.
Şöyle
diyor:
"Görünümüme
secde edenlerin secdelerini ben de müşahede ettim ve kesin olarak inandım ki
secdesinde Âdem'in kendisiydim."
Tasavvuf
kâhinlerinden olan el-Kâşânî bu beyti şöyle açıklamaktadır:
"Görünümüme
secde eden melekleri kendimde gördüm. Kesin olarak bildim ki o secdede Âdem'in
kendisiydim. Melekler bana secde ediyorlardı. Melekler sıfatlarımdan bir
sıfattır. Secde eden benim sıfatımdır ve zatıma secde etmektedir."
Kâşânî'nin
açıklamasını gördünüz mü? İbn el-Fârid'in açıklamasını yaptığım beyitlerini
açıklarken heva ve hevese göre hareket etmediğimden kesin olarak emin olmanız
için tasavvufçuların hurafe dinlerini nasıl açıkladıklarına bir örnek olması
açısından Kâşânî'nin şerhini kendi lafzıyla naklettim.
İnanıyorum ki Kâşânî
gibi şerh edemezdim. Çünkü o da İbn el-Farid'in Tâ'iyyesine inanan tasavvuf
kâhinlerindendir. Tasavvuf âşıklarının sultanından bu kadar söz etmek sanırım
yeterlidir.
Puran Tilmiz, 25.11.2014, Sonsuz
Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü
[1] Bkz.
İbn Hacer el-Askalani, Lisanu'l-Mizan, 4/319, Hindistan baskısı, 1320 h.