30 Kasım 2014 Pazar

SA1014/FT37: Hür Adam ve 57 yaşında Cesur-Tonton Çocuk

"Lafız mananın tabiatı müsaade ettiği ölçüde süslenmeli... Şekil, muhtevaya göre resmedilmeli; resmedilirken de mealin izni alınmalı... Üslubun parlak ve revnakdâr olmasına önem verilmeli, fakat gaye ve maksat da asla ihmal edilmemelidir... Hayal geniş bir hareket alanıyla desteklenmeli, ancak hakikat da hiçbir zaman incitilmemelidir." 
Said-î Nursî


Zihnimin daktilosu tıkırdıyor yolda giderken. Tanıtım afişlerinden/fragmanlarından kalan bir ses çınlıyor kulaklarımda… Bir Mehmet Tanrısever filmi… Mehmet Tanrısever…Tanrısever…Tanrısever... Takırtı duruyor ve ‘Tanrısever’in sözdizimindeki içeriği ve nedenselliği irdeliyor kafamda bir güç. Mehmet Tanrısever, Mehmet Tanrı’yı sever mi demek? Severse hangi Tanrı’yı sever? Tanrı, genel bir ad olduğu halde Mehmet yalnızca Tanrı mı sever?

Zihnimdeki takırtı tekrar hareketleniyor… Ve nihayet soyadı kanunu gereğince konan rastgele soyadlarından biri, nüfus memurunun yeteneğine kalmış laik bir permütasyonla çıkagelmiş bir Tanrısever soyadı çıkıyor karşıma. Oysa ‘Allahsever’ olsaydı bu soyadı, laik kaygının damarlara zorla zerk edilmiş sancılarını işitmez ve takırtılarla kasılan zihnimizi yormazdık. Tıkırtıların içerisinden çıkan ikinci bir anlam fısıltısı döşeniyor bir yerlerden bir yerlere… Mehmet’i Tanrı sever mi?

Köyden çıkıp trilyonluk servete hükmeder hâle gelmişse Mehmet Tanrısever’in sevildiğini söylemek, Karunumsu bir terennümle dile gelmezdi mutlaka. Hele bir de ‘Bismillah’ ile başlayan filmin sonunda Said-î Nursî ile aynı karede görünmek, sevilmez dedirtmezdi bir ihtimal, fabrikasında çalışan tüm personele aerobik, yüzme ve dans gibi etkinlikleri zorunlu tutan bu adam için. Bu adam, böyle bir film çekmişse bu adama cesur bir adam demek daha gerçekçi olurdu. Cesur ve sinematografik öz geçmişini –bu geçmiş çok zengin olmasa da- ‘Bir Mehmet Tanrısever Filmi’ topiği ile abartan bir serdengeçti; daha doğrusu yuvarlak yüz hatları ve az şımarıkça samimi hareketleri ile tonton bir çocuk.



Elli yedi yaşındaki bu adamın, bir çocuk heyecanı ve saflığıyla dile getirdiği ‘“Üstad Bediüzzaman’ın hayatını 80’li yıllarda okumuştum. O yıllarda çok hayran oldum hayatına, cesaretine, mertliğine, dürüstlüğüne... Sonra 90’lı yıllarda, Minyeli Abdullah dönemlerinde, talebeleri söylemişti ‘çekin’ diye. O zamanlar, üstad rüyasında senarist arkadaşa göründü ve izin vermedi, ‘Zamanı değil, beni tanımıyorsun’ dedi. Aradan geçen bu 20 senede benim elime birkaç senaryo geldi üstadla ilgili. Ben gelenlere diyordum işte ‘Üstad size izin vermez, manevi âlemde size kızar. Bakın bize izin vermedi’ diye. Netice olarak biz üç arkadaş toplandık. Dedik yine böyle bir engel çıkarsa yapmayız filmi. Senaryoyu yazdıktan sonra, böyle bir sevinçle üstadın bize teşekkürünü gördük. Rüyamda gelip sarıldı bana. İster inanın ister inanmayın böyle yaptım ben.” şeklindeki düşüncelerine sinen efsanevî, daha doğrusu kerametvârî taban ile filmin bazı sahnelerini “Fethullah Gülen çıkar dediği için çıkardım.” diyen bir itaatseverin ellerinden ‘Hür Adam’ konseptinde bir filmin çıkabilmesi çok zordu.

Filmin, Türk-Kürt kardeşliğini anlattığını belirten Tanrısever, Fethullah Gülen'in filmi izleyip izlemediği sorusunu da, ''Evet, izledi ve beğendi. Birkaç sahne ile ilgili düşüncelerini söyledi, değişiklikleri yaptık. Filmi ona ithaf etmiştim, istemediği için kaldırdım. Filmin başında ayetler de vardı, onları da kaldırdık!'', diyerek cevaplıyordu.

Manevî alem direktifleri maddî alemi ne kadar dizayn ederdi tartışılır; ancak Said-î Nursî anlatılarında zaten bir cesaret ve özgürlük tınısı vardır... Film, kendi kurgusunu güçlü biyografik donelerle oluşturmuştu ve irâdî esarete düşmemek için bedenî esareti kabullenen bir adamın hayatını anlatıyordu. Anlatılan adam, ‘hür bir adamdı’. Doğal olarak, yönetmene veya senariste mal edilemeyecek bir ‘Hür Adam’ismi vardı fısıltıların en kuytu köşelerinde. Yapımcı ve yönetmen Mehmet Tanrısever’e düşen rol de ‘Cesur Adam’ rolüydü; ne Oscarlık bir yönetim ne de mükemmellik ödülü.

Nur talebelerinin yıllarca oy verdiği Süleyman Demirel’in, ‘siyasî mesajları olan bir film olmasından endişelendiği için’ filmi ilk zamanlarda izlemeyeceğini söylediğine şahitlik etmişti Yavuz Donat. Demirel’i ürkütecek kadar gerçek ve korkutucu bir film çekmek herhalde korkakların ve olgun-temkinli adamların yapacağı bir iş olmayacaktı. Bu filmi çekmek bu şımarık tonton çocuğa yakışmıştı; “İşte Kral çırılçıplak!”, diyecek kadar güler yüzlü, tonton, al yanaklı elli yedi yaşında bir çocuk.

Önümdeki delikanlı 21:00 seansına altı bilet alırken sorularım sürüyordu. Bu kez 2 No’ lu salonda F-10 koltuğundayım. F iyi bir seri. “Nerede bir nur talebesi varsa, sinema salonlarına doluşacak!”, demişti, laik/sol kültürden birkaç zat. On milyon seyirci hedeflemişti nur kardeşleri. Halka tatlı ile tatlanan dilim küçük su şişesine değerken, gözlerim salondaydı. 15:00 seansı kalabalık olmazdı belki, mesai şu-bu, ilk gün baskısı vesaire… daha neler neler doluştu aklıma. İki koltuk sağ yanımda dazlak, topsakallı bir erkek, ön koltuklarda iki, sol yanımda yan yana dört adet başı açık her yaştan bayan… az ileride bir başörtülü bayan ve erkekler.

Koltukların çoğu boş görünüyordu; filmi sadece Nur talebeleri izlemeyecekti anlaşılan. Film başlayana dek bir daha bakmadım salona; çınar yaprağı havada dönüp dolaşarak küçük Said’in rahlesinde açık duran Kur’an-ı Kerim’in sayfalarının arasına düşene, ay tutulması ile birlikte patlayan silahlara ve çalınan davullara kadar da bakmadım. 

Ne vakit ki; Türkiye’nin en büyük yanardağı olan Nemrut, patlamalarla yeri sarstı; küçük Said’in annesi besmele ile başlattığı filme yol verdi, o vakit döndüm salona tekrar baktım. Arka sıralar erkekler ve başı örtülü bayanlarla dolmuştu. Sağ iki yan koltuğum bir başörtülü bayan ve bir erkek tarafından işgal edilmişti.

Küçük Said’in Kur’an’ındaki çınar yaprağı, ömrünün son demlerinde geri döndüğü Barla’daki çınara sarılana dek filmin görünmez ağlarında uçup durdu. Sekiz yüz yıllık çınara sarılan Said, Türkiye’ye ve Dünya’ya yayılacak olan bilişsel bir ayaklanmanın, eğitim bilincinin bilinçli bir planlayıcısı olarak resmedilmişti. Film, naturel, pastoral ve epik çizgilerle işlenmiş destansı bir kompozisyonla akıyor görünüyordu.

Mehmet Tanrısever doğayı çok iyi kullanmıştı. Eğirdir gölüne bakan tepelerden birinin üstünde, tepesi yontulmuş bir çam ağacının zirvesinde kollarını açmış olarak Allah’a yalvaran Said, aynı zamanda Din’i hayattan çekip alanlara meydan okuyordu.-Bu görüntü, Brezilya’nın Rio de Jenario şehrine yukarıdan bakan Corcovado tepesine yerleştirilen 38 metre yüksekliğindeki kolları yanlara açık Kurtarıcı İsa Heykeli’ni hatırlatsa da herhalde 1931’de yapılan bu heykel ile kitaplarını ağaç üstünde yazdıran Said arasında bir ilişki olmasa gerektir.-

Türkçülük yapmakla suçlanan Fethullah Gülen, filmde Kürt Said’in Şeyh Said’den hangi saiklerle ayrıldığını ve onu mevcut Türk Hükümeti’ne karşı ayaklanmaktan vazgeçirmeye çalıştığını görmemiş miydi? 

Bu sahneler, Fethullah Gülen’in sistemle çatışmayan, ancak sistemi dönüştüren yaklaşımının temel açıklayıcı vektörleri değil miydi? İddialar doğruysa Gülen bu sahnelere neden müdahale etmemişti?

Onunla Kürtçe konuşanlara karşı Türkçe konuşan Kürt Said, İslam’ın bekçiliğini yapan bir ırkın torunlarına silah çekmeyeceğini söylüyor ve Şeyh Said’e de ayaklanma fikrinden vazgeçmesini tavsiye ediyordu. 

Açıkça görülüyordu ki; 28 Şubat’ta devleti temsil edenlerle çatışmamayı tercih ederken de, Mavi Marmara hadisesindeki tavrıyla da haklı/haksız eleştirilerle okyanus ötesine sıçrayan kıvılcımlarla yıpranan Fethullah Gülen’in Said-î Nursî’den farklı bir tutumu yoktu.

Teslim etmek gerekir, ki; bu film cesurdu. Çünkü; Kurtlar Vadisi, Şubat Soğuğu, Kollama dizileriyle resmi çizilen açık düşman, bir sinema filminde ‘Yeni Dünya Düzeni’nin Mimarları’ olarak tanımlanıyor ve böylece kabalistik/siyonistik/masonik örgütlenmenin iç yüzü deşifre ediliyordu. 



Said-î Nursî, karşılaştığı her türlü tedhişi, işkenceyi ‘Yeni Dünya Düzeni’nin Mimarları’na mal ediyor, Masonlar tarafından civa ile zehirlenerek öldürüldüğü iddia edilen Mustafa Kemal’in üzerinde de onların baskısı olduğunu söylüyordu. İttihat-Terakkî’li günlerden beri tanıştığı ve Kurtuluş Savaşı’nda destek olduğu Mustafa Kemal’i çok iyi tanıdığı söylenebilirdi, ki; Meclis’e davet edilmiş ve meclisin duvarlarında onun okuduğu dualar yankılanmıştı. Yönetmen, kulaktan kulağa fısıldanan, Mustafa Kemal’in ölmeden on beş gün önce‘İslam Peygamberi Hz.Muhammed’e uyulmasını’ tavsiye eden mektubunu, gazete kupürlerinin şehadetiyle filmin ikinci sekansının sonuna monte ediyordu.



Film, Meclis Başkanlığı odasında, oturduğu sandalyede ayak ayak üstüne atmış Said-î Nursî’nin, yapılacak değişiklikler hususunda kendisinden destek isteyen Mustafa Kemal’in teklifini "İlim ve fende değişikliğe evet, ama Allah’ın Kitabı’ndaki hükümlere aykırı değişikliklere hayır!” şeklindeki iradesiyle reddedip odadan çıkışına odaklanan bir cesur söyleme sahipti; sırtını dönüp gitmişti Kürd Said. Üstelik sadece orada değil, başka bir yerde de ayak ayak üstüne atmıştı.



“İzin vermeyeceğim,” diyordu, kayalıkların arasında gezinirken. Şapka, Harf Devrimi, Ezan’ın Türkçe Okunması, vesair değişikliklerle yapılmak istenenlere izin vermeyeceğini söylüyordu. Isparta’ya götürülürken sarığını çıkarmasını ve şapka giymesini tavsiye eden Nahiye Müdürü’ne verdiği cevap tüyleri diken diken edici sertlikteydi. ‘Hür Adam’ dinginliğinde bir tepkiydi bu. Ve bu tepki yargılandığı tüm mahkemelerde değişmeden sürecekti.

Filmin sonuna dek Nurslu Said’i adım adım izleyen, ona işkenceler yapan ve onu davasından vazgeçirmeye çalışan, son sekansta da gelip Barla’da elini öpmek isteyen İsmet, Yeni Dünya Düzeni’nin Türkiye’deki eliydi. İsim, İsmet İnönü’yü hatırlatmaktaysa da senaristlerin kimi anlattığından ziyade, neyi anlattığı önemliydi. İsmet hep vardı. 1960’ta, 1971’de, 1980’de, 1997’de ve günümüzde.

‘Hür Adam’ filmi, beyaz perdeye yansıyan, alanında ilk sahneleriyle birçok elitist/laik’in kalitatif genlerini baskılayacak, bakış açılarındaki agresifliği total bir izlemeye alacak; eldeki canlı verilere göre Müslüman’ın Hac ibadetini hafifseyen sublimistlerin kan basıncı, filmin ana teması ile değişecek gibi görünüyor.

Yüce Türk Mahkemeleri Kur'an direnişini öne alanlara yönelik terör örgütü suçlamalarıyla ne Said-î Nursî’yi ne de Fethullah Gülen’i mahkûm edebildiler; 1922’den beri silah sorup duruyorlar Risâle okuyan insanlardan. Silah, falaka altında tabanları şişen talebenin dudaklarından fırlıyordu; cehalete karşı bilgi. (2012'den sonra Fethullah Gülen'in seçilmiş İktidara yönelik tehditkâr fasılları bu analizin dışındadır, Faruk Tamer, 30.11.2014)

Ay tutulmasını, küçük Said’e karnındakilerin göründüğü şeffaf derili bir yılanın Ay’ı yutması olarak anlatan Anne’deki besmele bilincinin, Barla dağlarındaki çoban çocuğa güneş tutulmasını astronomi gerçeği ile izah eden Hoca Said’in ilim ve fen arasında kurduğu ilişkiye yaptığı gönderme vardı. Rönesans çağına kaynaklık eden Aydınlanma gibi bir aydınlanma fişeği şakıyordu gökyüzünde. Bu tuhaf aydınlanmanın iki temel tetiği vardı; ilim ve fen. Fen’i, pozitivistlere, ilmi fâkihlere tapuladıktan sonra irfan limanlarında demirleyen bir bilişsel yok oluşa karşı duran ve inkılâplardan daha fazla, ihmal edilen Kur’anî hükümlerin kayda değer bulunmamasını hazmedemeyen bir ‘Hür Adam’ izledik beyaz perdede.

Said-î Nursî’yi değerli ve önemli kılan Kur’an’a duyduğu saygı idi. Misafir kaldığı ilk Barla Evi’nde odasına dolan ışık, görgü tanıklarının ‘keramet tanıklığı’ hevesinden öteye taşınabilecek bir olağandışılık değildi. Aksine, “Bize iktisatlı yaşamayı öğrettin”, diyen bir doğruluk skalası daha çok yakışıyordu bu hediye kabul etmez adama. İktisatlı yaşamayı, bereketin sebepleri arasına koyan bir anlayış, keramet sahibi bir veli olmaktan daha popülist olmasa da daha bir ‘Hür Adamlık’tı.

Kendi işlerini görmeye alışkın ince bir adamın ömrü sıra yanında yürüyen bir şemsiye, bir de sepetti ve o benzeşme evrelerinde ne O Gandhi idi, ne de Gandhi O. Ancak her ikisi de davalarının farkında olacak kadar zeki ve fedakâr idiler.

Yalnız, evet yalnız birkaç sorun vardı. Kürd Said’in İttihat-Terakkî ile ne işi vardı? II.Abdulhamid’in hâlli ile ne işi vardı? Film bu sorulara cevap vermiyor; eski ve yeni Said arasındaki farka temas etmiyor. Fakat, bir ilişkiyi çok net olmasa da ifşa ediyor; Said-î Nursî İttihat-Terakkî içerisinde bulunmuştur ve İttihat-Terakî’nin masonik temelinden haberdâr olmuştur. Mustafa Kemal’in kafa karışıklığına yaptığı vurgunun arka planındaki en ikna edici veri, birlikte çalıştıkları için birbirlerini ve cemiyeti iyi tanıyor oluşlarıdır. Bu teze uygun bir de kanıt var: Mustafa Kemal’in saklanan son mektubu. Mektuba göre Paşa, kafa karışıklığından kurtulmuştur.

Filmin akustik tarihi koridorlarında büyük bir eleştiri daha vardı; Kürt aşağılanması repliklerle eleştiriliyordu, ‘bir Kürt’le ne işleri olabilirdi Türk talebelerin?’ Bu aşağılanma Türkiye’yi 20. Yüzyılın sonlarında bölünmeye doğru sürükleyecek olan bir kışkırtıydı. Tıpkı Kur’anî hükümlerden sıyrılıp, laikçi evrelerde, ahlâkı her türlü serbesti ile yer değiştirten bir cümbüşe dönüştüren soğukluğun açtığı laik/antilaik kışkırtı gibi.

Filmden beklenen, anlatısının gerçekliği; başkaca çok şey değil. Filmin başrol oyuncusu Mürşit Ağa Bağ’ın Ülke TV’de söylediği gibi, saklı kalmış gerçekler varsa bunların aydınlatılması artık kaçınılmazdı. Süleyman Demirel’in “açıklanması için en az bir yüz yıla ihtiyaç var” dediği saklı gerçekler acaba bu filmle kendi şeffaflık arkında akıp gitmeye başlayacak mıydı?

Önemli sorulardan biri de şuydu: ‘Hür Adam’ sıkıntılı kırk yıllık süreçte iyiden iyiye ayrıklaşan talebeleri için ne yapabilecekti? Türk-Kürt kardeşliği üzerine kuşatılmışlıktan bağımsız bir söylev sahibi olarak ayakta kalan Said-î Nursî’nin talebelerinin tümü bu film anlatısı ile Hocalarının birlik kaygısına cevap verebilecekler miydi?

Ya da film zamansız bir meydan okuma olarak mı algılanacaktı? Said Nursi’nin izin vermeyeceğim dedikleri mi gerçekleşleşmişti, engelleyemedikleri mi? Ya da Said-î Nursî gerçekten bir şeylere engel olabilmiş miydi? Dünya’nın her yerine yayılmış okullarla ilgili hayalleri gerçekleşmiş olabilirdi ki; neredeyse tüm hayatını bu işe hasreden Fethullah Gülen bu anlamda bütün nur talebelerince takdir edilmesi gereken adam olmalıydı, yerilen ve yerden yere vurulan bir adam değil.

Türkiye, ilim ve fende yüz yıl önceki gibi değil. Laik Cumhuriyet’in bu harmana kattığı değerler olduğu gibi, Nur talebelerinin açtığı okulların bu serencama dahli de inkâr edilemez. İşaret etmek gerekir ki; Ne Kürd Said ne de şer odakları tam başarılı olmuş sayılamaz. Türkiye hâlâ medeniyet tasavvurunu sanal paketlerden çıkarıp kaldırımlara döşeyebilmiş değil. ‘Merhum Paşa’, hâlihazır İsmetlerce suistimal edilmeye devam ediyor. Ne son mektubundan haberdâr her kimse; ne de dosdoğru zehirlendiğinden. Filmin en cesur kareografisi, yönetmenin Gâzi Mustafa Kemal’i zorla yükseltildiği ‘Tanrı Katı’ndan ‘Merhum Paşa Katı’na daveti idi.

‘Hür Adam’ sinema tarihinde yerini alırken, ‘Beyaz Sinema’ da emeklemekten bir adım öteye, tutunarak yürümeye doğru ilerliyor. Biyografik filmlerin en büyük sıkıntısı kurgunun sıkıcılığı. ‘Hür Adam’ da bu sıkıcılığı giderebilmiş değil. Anlatıdaki aksamalar muhtemelen çıkarılan sahnelerin eksikliğinden kaynaklanıyor. Birinci sekanstan ikinci sekansa geçiş belirgin iken ikinci sekanstan son sekansa geçiş belirsizleşmiş; gelişme ve çözüm bölümleri birbirini tamamlamakta zorluk çekmekte. Sıçrama teknikleri Slumdog Millioner’den birebir kopyalanmış gibi görünüyor.

Görüntü yönetmeninin doğayı kullanma yeteneği ve kameranın bu yeteneği destekleyen panorama kaygısı, ışığın göklerde, dağda ve gölgelerde ustalıkla yansıttığı ayrıntılar filmin sinematografisine büyük katkılar yapmıştı. Özellikle sesler ve ses efektleri, görüntü efektleri ile girdikleri ritmik uyumla gerçekten takdir edilecek kalitede idiler. Gök gürültüleri yağmur damlalarının sırtında geziniyor; çamur sırtı yarık plastik ayakkabıyı çekip alıyordu Said-î Nursî’nin ayaklarından. Filmin en dokunaklı kareleri, Hocası’na söz verdiği için kopya ettiği risaleleri teslim etmek üzere koşan çoban çocuğun, Eğirdir Gölü’nün kıyısında kalakalması; eline hatıra olarak bırakılan şemsiyeyi sımsıkı kavrayarak Hoca’ın kumda kalan ayak izlerine basa basa suya kadar ilerlemesinde işlenmişti.

Oyuncular da genel bir tutukluk vardı, ki; bu tutukluğun en büyük müsebbibi de deneyimi az, sinematogarfik geçmişi fakir işadamı-yönetmendi. Başrol oyuncusu Mürşit Ağa Bağ, genel olarak başarılı görünmekle beraber, sanki ‘çatık kaşlı Said’çerçevesine gereğinden fazla adapte olmuş gibi idi, beden dilini göstere göstere kullanıyordu; doğallık peşin bir hükümmüş gibi sahneye konmuştu. Çatık kaşlı savaşçı ruha yakışmayan titrek ve ağlamaklı sesin -gerçek Said-î Nursî ile ne kadar alakalı idi, bilinmez, ancak - Fethullah Gülen’le doğrudan alakalı olduğu kesindi. Said-î Nursî’nin karakter analizi profesyonel bir bakış açısıyla yapılmadığından ve bu anlamda gerekli olan detaylara ulaşılmadığından bir sinema karakterinde olması gereken özellikler filmdeki Said’de yoktu. Kitaplardan olduğu gibi fırlamış, soğuk ve her yeriyle didaktik bir adam, ara sıra bazen çatık kaşlarının arasından gülümsediğinde fotoğrafların ve kitapların sıkıcı kasıntılarından uzaklaşıp filmin içine giriyor, ruhuna tesir ediyordu.

Yaklaşık otuz yıllık oyunculuk geçmişi bulunan Mesut Çakarlı kendisinden beklenmeyecek derecede kötüydü. Engin Yüksel (İsmet), rolünü sırtında sırıtmadan taşıyordu. Kurtlar Vadisi-Pusu’da karşımıza Zülfikâr olarak çıkan Halil İbrahim Kalaycıoğlu (Nahiye Müdürü), iyi karakterize edilen bir rolü başarıyla oynuyordu; Ahmet Yenilmez (Bekçi) her zamanki gibi ‘az sonra iyi adamı oynayacağım der gibi’sıcak ve çoğunlukla kendisi idi. Yaşar Karakulak (Demirci) duruşuna, bıyığına, kemiklerine uygun bulduğu rollerde hiç abartılı durmuyordu. Sefa Zengin (Cezaevi Müdürü), Kurtlar Vadisi’ndeki Erdal Kömürcü rolüne benzer bir kötü adam olarak karşımızdaydı. Yine Kurtlar Vadisi’nden tanıdığımız Orhan Aydın (Casus)’da iyice yüzüne yapışan karakterle sanırım sinemanın ve televizyonun hain adam prototipi hâline gelmeyi başaracak. Anlaşılan Kurtlar Vadisi setlerinde ter dökmüş bulunan birçok oyuncu Mehmet Tanrısever’in dedektörlerine yakalanmış.

Belirtmem gerekir ki; negatif unsurlar filmi daha üst perdeye taşımaya engeldi. Mahkemeler ve diyaloglar gerçekçi değildi; her şey sanki biraz birbirine iliştirilmiş gibiydi; ancak kostümler olguları olaylarla bütünleştiriyor ve yönetmen kendi eksiklerini biyografisini çektiği karakterin, kostümlerin, doğanın ve müziklerin arkasına saklıyor ve seyircinin bilinçaltına sesleniyordu: “Ya aslında her şeyin farkındasın, lütfen eksiklerimi fazla abartma!”

Yüz üzerinden yüz değildi filmin hak ettiği; ancak altmış’tı.

Biyografisi ile ilgili filmin müziklerinin Prag senfoni orkestrası tarafından icra edildiğini bilse ne derdi Said-î Nursî? Bilinmez, ancak herhalde ses efektlerinin Londra’da yapılmasını hüzünle karşılar ve Türk Müziğinin ve sinemasının neden geliştirilmemiş olduğunu sorgulardı.

Çekimleri 15 ay süren, 1000'den fazla kostümün ve 2 bin 500 objenin kullanıldığı film sinema tarihinde kült bir film olacak kadar kaliteli bir sinematografiye sahip değilse de, Eşrefpaşalılar’dan sonra açılan yeni kulvarda bir kilometre taşı olacak güçtedir.



Faruk Tamer, 08.01.2011, Görsel Eleştiri- Visual Critique XXVII

Faruk Tamer Yazıları


Film İle İlgili Teknik Bilgiler:

Yönetmen: Mehmet Tanrısever
Senaryo: Mehmet Tanrısever, Mehmet Uyar, Ahmet Çetin
Senaryo (Kitap): Tarihçe-i Hayat
Kurgu: Mevlüt Koçak
Oyuncular: Mürşit Ağa Bağ, Bülent Polat, Ahmet Yenilmez, Taylan Güner, Orhan Aydın, Mehmet Tanrısever, Halil İbrahim Kalaycıoğlu, Tekin Temel, Murat Coşkuner, Mesut Çakarlı, Yaşar Üzer
Müzik Koordinatörü: Yıldıray Gürgen
Müzik: Yıldıray Gürgen, Tevfik Akbaslı , Prag Senfoni Orkestrası
Ses: Mehmet Kılıçel
Görüntü Yönetmeni: Ali Özel
Sanat Yönetmeni: Berna Aslan
Genel Koordinatör: Metin Çamurcu
Yapım Koordinatörü: Tarık Tanrısever
Yapımcı Firma: Feza Film
Yapımcı: Mehmet Tanrısever
Uygulayıcı Yapımcı: İlhan Vural
Kostüm: Nevruz Daban
Makyaj: Selin Eyel
Filmin Türü: Biyografi, Dram, Suç, Tarih
Orijinal Adı: Hür Adam
Yapım Yılı: 2010
Yapım Ülkesi: Türkiye
Orijinal Dili: Türkçe/Kürtçe
Dağıtım: Özen Film
Resmi Sitesi: www.huradam.com.tr
Vizyon Tarihi: 07 Ocak 2011 (Türkiye)
Filmin Süresi: 163 dakika

Seçkin Deniz Twitter Akışı