Türkiye çıktığı küresel dev olma yolunda iç ve dış organizatörlerce durdurulacak mı? Afrika vuvuzelalarının çıkardığı uğultu, yeni bir küresel dengenin kurulacağı kovandaki arıların sesini mi hatırlatıyor? İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya, Portekiz, İspanya gibi futbol devi olan ülkelerin 2010 Güney Afrika Dünya Kupası’nda çıkardığı zavallıca maçlar, bakılacak küresel kahve falında fincanın dibindeki telveler miydi? Türkiye, fikir babalığını yaptığı halde kurulan Milletler Cemiyeti’ne katılmayan ABD gibi, bu kupaya dışarıda kalarak farkında olmadan kendi rengini falın dışında mı tutmuştu? Vuvuzela baskını küresel ekonomik kriz gibi Türkiye’yi teğet mi geçecek? İnceleyeceğiz.
31 Mayıs 2010 günü sabah, henüz güneş doğmadan Mavi Marmara gemisinin önderlik yaptığı abluka altındaki Gazze’ye insani yardım götüren gemi filosu, İsrail’den 73 mil uzakta, uluslar arası sularda seyrederken İsrail Ordusuna ve donanmasına ait unsurlar tarafından saldırıya uğradı. Gemide bulunan gönüllerden 9’u öldürüldü (biri de bitkisel hayatta) ve 600 ile 800 arasında gemi yolcusu ve mürettebat İsrail’de ağır sorgu koşullarında yıpratıldılar; kişisel kredi kartlarından harcamalar yapıldı.
İsrail, ABD Başkanı Obama aracılığı ile verdiği ültimatomla 24 saat içinde hukuksuz bir şekilde alıkoyduğu tüm gemi yolcularını, yaralıları ve şehitleri Türkiye’den gelen özel ekibin gözetiminde salıvermek zorunda kaldı. Türk Dışişlerinin ve Başbakanının yoğun çabası ile saldırının yapıldığı aynı günün, 31 Mayıs 2010 gününün akşamında İsrail, BM Güvenlik Konseyi Başkanlık açıklaması ile kınandı.
“Güvenlik Konseyi, Gazze’ye gitmek üzere uluslararası sularda seyreden konvoya İsrail tarafından yapılan askeri operasyonun ölüm ve yaralanma ile sonuçlanmasından derin bir üzüntü duymaktadır. Bu bağlamda, Konsey en az 10 sivilin hayatını kaybetmesine ve çok sayıda kişinin yaralanmasına yol açan eylemi kınar, olaylarda hayatını kaybedenlerin ailelerine başsağlığı diler. Güvenlik Konseyi İsrail tarafından tutulan gemilerin ve sivillerin derhal salıverilmesini istemektedir. Konsey İsrail’den ilgili ülkelerin ölülerini ve yaralılarını alabilmeleri ve konvoyun taşıdığı insani yardımın hedefine ulaştırılmasını talep etmektedir. Güvenlik Konseyi, BM Genel Sekreteri’nin olayın kapsamlı soruşturulması gerektiği yönündeki açıklamasını not ederek uluslararası standartlara uygun bir şekilde adil, tarafsız, güvenilir ve şeffaf bir soruşturma yapılması çağrısında bulunmaktadır.” BM Güvenlik Konseyi Başkanlık Açıklaması, 31 Mayıs 2010
Türkiye’nin yeni partneri Brezilya’nın Dışişleri Bakanı Celso Amorim, BM Güvenlik Konseyi'nden İsrail'in Gazze'ye götüren yardım gemilerine saldırısıyla ilgili ''güçlü bir deklarasyon'' beklediğini söylemiş; ayrıca İsrail Büyükelçisini geri çağırdıklarını da ilan etmişti.
İsrail, BM Güvenlik Konseyi ve özellikle ABD’nin sağladığı güvenlik şemsiyesi altında uyguladığı terörist eylemlerle destekli 62 yıllık bölgesel ve küresel politikalarının sonuna gelmişti. İsrail’in devlet terörü uyguladığı, Gazze filosuna yaptığı saldırı ile tescillenmiş ve bu terör tipi artık saklanamaz ve inkâr edilemez boyutlara ulaşmıştı. Ancak ertesi gün, 1 Haziran 2010’da İsrail, BM’nin ikiyüzlü politikalarını deşifre etmekten çekinmedi.
Aralık 2008’de Gazze bombalanırken İsrail’de yetkililerle yemek yiyip kahkahalar atan BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon'a, ''BM Güvenlik Konseyinin kararının da bu çerçevede kabul edilemez olduğunu” söyleyen İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, Tayland'da, Afganistan'da, Pakistan, Irak ve Hindistan'da, son bir ay içinde 500' den fazla kişinin öldüğünü belirterek, uluslararası toplumun buralarda meydana gelen ölümler karşısında sessiz ve pasif kaldığını, genellikle olayları görmezden geldiğini ileri sürdü.
Ve hemen sonra, İran ile yapılan uranyum takas anlaşmasının her adımını BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri ve Almanya ile istişare ettiği, Türkiye etkisinin hissedildiği 17 May 2010 tarih 6335 sayılı BM Güvenlik Konseyi toplantısında Tahran deklarasyonunu olumlu karşılayan Genel Sekreter Ban Ki-Moon’un: “Brezilya ve Türkiye'nin inisiyatifi ile yapılan anlaşma İran reaktörleri için gerekli nükleer yakıt konusunda olumlu bir adım olabilir” dediği ve Tahran'ın nükleer programı konusundaki kaygıları gidermek için gereken şeffaflığın güçlendirilmesinin önemine vurgu yaptığı bilinirken, Türkiye ve Brezilya’nın, İran'a yeni yaptırımlar getirilmesi çabalarının öncesinde BM Güvenlik Konseyi'ni danışma toplantısına çağırdığı, BM Sözcülüğü’nün Konsey'in 'nükleer silahların yayılmasının önlenmesi' genel başlığında, basına kapalı danışma toplantıları yapacağını ve toplantıların 8 Haziran’da başlayacağını duyurduğu belliyken, BM Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin, aniden 9 Haziran’da İran’a yaptırım kararı almasında ikiyüzlü davrandığını gören Başbakan Erdoğan, Lieberman’ın can havliyle yaptığı itirafı da söylemlerinde kullanmaya başladı.
ABD ve diğer müttefik devletlerin Irak’ta, Afganistan’da ne aradığını sordu. Aynı günlerde NY Times Gazetesi, Afganistan’da üç trilyon dolardan fazla, aralarında kobalt, altın gibi değerli madenlerinde bulunduğu maden potansiyeli olduğunu açıkladı. Çok yakınlarda bir gelişme daha olmuştu Almanya’da… Almanya Cumhurbaşkanı Horst Köhler, Afganistan’daki misyon ile ilgili sarf ettiği sözlere yönelik eleştiriler üzerine istifa etmişti. Afganistan’daki Alman birliklerini ziyaretinde Köhler’in, Almanya’nın ticari çıkarlarının korunmasında Alman askerlerinin görev alabileceği yönündeki açıklaması, Alman medyasında yer almış ve yoğun eleştirilmişti.
İsrail, ‘One Minute’ travmasının tetiklediği psikososyal çöküşün, küresel tecride dönüşen antisemitik olmayan, ancak ateist siyonizmin, diğer Yahudi gruplarınca reddini de açıkça yansıtan bir polarizasyon sürecine dönüşmesini engelleyemedi. Gazze Filosu’na Siyonizm karşıtı Yahudiler de destek veriyordu.
Fakat İsrail hükümeti ve fanatik İsrailliler, ‘One Minute’ öfkesinin ürettiği şizofrenik tepkilerle masum aktivistleri öldürürken ‘kendilerinin dünya’ya muhtaç olmadıklarını’ söylüyor, yaşadıkları büyük şokun etkisiyle içlerindeki kini/öfkeyi yansıtmaktan çekinmiyorlardı. Vahşetin yaşandığı 31 Mayıs günü Tel Aviv'deki Türk Büyükelçiliği önünde gösteri yapan Fanatikler "Ölü ve yaralı, Türkler artık mutlu” pankartları açıyorlardı. Türkiye, İsrail’in stres duvarını yıkmış; sanal güvenlik şemsiyesini hallaç pamuğu gibi atmıştı.
Irkçı, fanatik, terörist İsrail Hükümeti’nin yaydığı iç politik sanrılar Yedioth Ahranoth gazetesinden Mordechai Kedar imzası, "Dünyanın geleceği için savaş" başlığı ile yayınlanan makalede şöyle yansıyordu. “Ama burada büyük soru şudur: "Bu bölgenin lideri kim?" Görünüşe bakılırsa İsrail, İslamileşen ve Hamas'a benzer bir grup tarafından yönetilen Türkiye'ye bir mesaj vermek istedi. Yeniden Ortadoğu'yu yönetmek isteyen Osmanlı İmparatorluğu'nun güçleri, Gazze kıyılarında durduruldu."
İsrail basını Mossad Başkanı Meir Dagan'ın parlamentonun Dışişleri ve Güvenlik Komisyonu toplantısında, "Türkiye'nin İslam koridorunda ilerleyerek yeniden uluslararası alandaki nüfuzunu kazanmayı amaçladığı, Erdoğan'ın Hamas'a yaklaşmanın Arap dünyasının kapılarını açacağına inandığı" değerlendirmesine yer verdi. Mossad Başkanı Dagan çok önemli bir pozisyon değişikliğine de işaret ediyordu; İsrail artık ABD'nin öncelik sırasında birinci konumda yer almıyor, iki ülke arasındaki ortaklık azalıyordu.
İsrail, söz konusu köşe yazısı ve Dagan’ın söylemlerinde özetle verilen çerçevede negatif enformasyon taktiği izledi. İçerde ve dışarıda işbirliği hâlinde olduğu kişiler ve kurumlarla Türkiye’yi yıpratmaya çalıştı, ancak başarılı olamadı. Saldırıdan sonraki günlerde Türkiye, savaş dâhil her türlü müdahale aracının tartışıldığı zihinsel düzlemi Dünya gündemine sürükledi. Dünya’nın her yerinde İsrail karşıtı gösteriler yapıldı.
31 Mayıs günün akşamı saat 18:30’da İsrail, kendisi ile sıcak ilişkiler içinde olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nden büyük bir tepki aldı; fanatik İsraillilerin ısrarla ‘Atatürkçü ve gerici düşmanı’ diye niteledikleri, çok güvendiklerini söyledikleri TSK, en yüksek düzeyde açıklama yaptı. Genelkurmay Başkanlığı,31 Mayıs 2010 Tarih BN-55/10 sayılı basın duyurusuyla İsrail ile olan askeri ilişkilerin geleceğine nasıl baktığını İsrailli fanatiklere şöyle anlattı: “İsrail Genelkurmay Başkanı bugün saat 16:00' da Genelkurmay Başkanını telefonla arayarak, Doğu Akdeniz'de meydana gelen olay hakkında bilgi vermiştir. Görüşme esnasında Genelkurmay Başkanı, İsrail Genelkurmay Başkanına, uluslararası sularda meydana gelen bu olayda askerî güç kullanılmasının; vahim ve kabul edilemez olduğunu ve olaya bu şekilde müdahale edilmesinin ortaya çok ciddi sonuçlar getirdiğini belirtmiştir.”
Mordechai Kedar’ın iddia ettiği gibi Türkiye, İsrail tarafından Gazze kıyılarında durduruldu mu? Sorunun cevabı yine İsrailliler tarafından verildi. Katliamdan 17 gün sonra İsrail Bakanlar Kurulu, Gazze’ye uygulanan ambargonun hafifletildiğini ilan ederken (Engellenen inşaat malzemeleri başta olmak üzere, birçok temel ihtiyaç maddeleri Gazze’ye karadan gönderilebilecek, Seçkin Deniz), Türkiye’nin durdurulamadığını anlamış görünüyordu. Ancak bir terör eylemini ve katliamı durdurmak olarak anlamlandıran sığ ve semitik bakış açısının Türkiye karşıtı ülkelerin bakış açıları ile örtüşüp örtüşmediğini Türkiye’nin iyi analiz etmesi gerekir. Çünkü; yeni denge arayışında Dünya ikiye ayrılmış görünüyor. Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından Türkiye’nin 11 Eylül’ü olarak adlandırılan bu olay da Türkiye, ‘Ya teröre karşısınız ya da terörün yanındasınız' diyerek Dünya’nın tüm ülkelerini İsrail karşısında kesin bir ayrışmaya davet ediyordu.
10 Haziran 2010 Türk-Arap İşbirliği Forumu (TAF) 3. Dışişleri Bakanları Toplantısı sonunda yayımlanan bildiride, yardım gemisine saldırısı nedeniyle İsrail güçlü bir şekilde kınanarak, bu olayın soruşturulması için bir 'uluslararası bağımsız komisyonun kurulması' ve 'Gazze Şeridi'ne uygulanan ambargonun kaldırılması' çağrısında bulunuldu. Ve İsrail’e büyük bir darbe daha vuruldu. İstanbul’da 21 ülkenin katılımıyla yapılan Türk-Arap İşbirliği Forumu’ndan (TAF) 4’lü ortaklık kararı çıktı. Türkiye, Ürdün, Lübnan ve Suriye arasında serbest ticaret ve serbest vize bölgesi oluşturulacaktı.
12 Haziran’da IPS haber ajansı yazarı Jim Lobe, "Neo-Conlar Türkiye'ye karşı atakta" adlı makalesinde çok çarpıcı bilgilere yer veriyordu, "Söz konusu grubun danışmanlar kurulunda eski savunma politikası kurulu başkanı Richard Perle, eski CIA başkanı James Woolsey ve BM eski daimi temsilcisi John Bolton gibi 2003 Irak işgalinin ünlü destekçileri yer alıyor. Yeni muhafazakâr yayın organları, özellikle Wall Street Journal, Weekly Standard ve National Review İsrail saldırısından beri AK Parti hükümetine ateş püskürüyor." diyordu.
İngiltere, Libya, Katar, Kuveyt, Mısır, Suudi Arabistan, Sudan‘ dan 31 Müslüman profesör, bilgin ve kanaat adamının 15 Haziran’da imzaladığı bildiri Türkiye’nin yeni küresel rolünün sadece bir parçasını göstermeye yeterliydi: ”Olayın sonrasında ve halen devam etmekte olan yankıları okumak, gereken cevapları en güzel şekilde vermeyi gerekli kılıyor. Buradan hareketle İslam dünyasına ve de özellikle Arap dünyasına çağrıda bulunuyor, etkin basın desteğiyle Türkiye’deki kardeşlerinin yanında durmalarını talep ediyoruz. Sözün etkin rolü, kamuoyu oluşturma gücü vardır. Dil, kalem, görsel resim, modern elektronik aletler ve hızlı basın teknolojisi ile cihad, meşru bir cihad türüdür. Kamuoyu üzerindeki etkisi de apaçıktır. Aynı şekilde Arap devletleriyle Türkiye arasında ortak ekonomik stratejilerin derinleştirilmesi yoluyla ekonomik destek sağlanmalı. Çalışma alanlarında, sanayide, ticarette ve üretimde işbirliği yapmak suretiyle bölge ülkeleri arasında gelecekteki sağlam ilişkiler pekişmiş olacaktır.”
Arap dünyasının ünlü gazetelerinden eş-Şark gazetesi, İslam dünyasının Müslüman alimlerin Türkiye çağrısına acil cevap vermesi gerektiğini söylediğinde tarih 20 Haziran’dı. Katar'da yayımlanan Eş Şark gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Cabir el-Harami makalesinde, "Türkiye, Sen aslında daha fazlasını hak ediyorsun!" başlığını kullanıyordu.
16 Haziran’da ise Avrupa Parlamentosu'nda bütün grupların ortak çağrısıyla hazırlanan tasarıda İsrail’in kanlı saldırısı uluslararası hukuk ihlali olarak değerlendirildi; İsrail kınandı ve Türkiye’ye destek çağrısı yapıldı. ’AP, Türkiye hükümetinin Filistin halkının üzerindeki yükün hafifletilmesi ve Ortadoğu barış sürecine katkı için diplomatik ve siyasi çaba göstermesini teşvik eder’ diyordu tasarı.
’One Minute’ kasırgasından sonra İsrail’in ve diğer neoconların fikir babalığını yaptığı, içteki işbirlikçilerinin de sürekli gündemde tuttuğu ‘Eksen Kayması’ manipülasyonu Türkiye-Avrupa Karma Parlamento Komisyonu eski Eşbaşkanı Joost Lagendijk tarafından şöyle değerlendiriliyordu: ‘’Türkiye-AB ilişkilerini, özellikle de son birkaç yılda yakından takip edenler, Türk dış politikasında bir eksen kayması olmadığını düşünüyor.” Türkiye’nin doğusunda yer alan ülkelerle ilişkilerine enerji harcamasını anlamlı bulduğunu ifade eden Lagendijk, ‘’Bu, sadece Türkiye için değil, AB için de olumludur. Türkiye, AB’ye girdiğinde doğu komşularıyla AB’nin de iyi ilişkileri olacaktır sonuçta.” Diyerek bu gerçek dışı manipülasyonu çöpe atıyordu.
Biraz geriye gidelim, menfur İsrail korsanlığının yaşandığı günün öncesine… 30 Mayıs 2010 Pazar günü AK Parti Grup Başkanvekili Ayşe Nur Bahçekapılı AK Parti Giresun İl Danışma Meclisi toplantısında, "Türkiye, artık bağımsızlığını koruyarak ABD’ye bile karşı duracak, kafa tutacak seviyeye gelmiş durumdadır", dediğinde, ABD’nin İsrail’in baskılarıyla, Türkiye’yi Mavi Marmara liderliğindeki filonun harekete geçmesini engellemeye zorladığı açıkça anlaşılıyordu. İran’la yapılan Uranyum takas anlaşmasının telif hakkı Türkiye ve Brezilya’ya ait bir küresel kapitalizmin deşifre ediliş bestesi olduğunu ve bunun da hazmedilemediğini anlatıyordu Bahçekapılı: "Bu anlaşma, uluslararası barışa ve bölgemizdeki barışa atılan en büyük adımdır. ABD bize kızdı. ’Benden izinsiz böyle bir barışa, böyle bir katkı sunma hamlesinde bulundunuz’ dedi. Birileri bize ’uluslararası camiada boynunuz eğik dolaşıyorsunuz’ diyor. Eğer barışa katkı konusunda ABD’yi rahatsız ediyorsak, bu, bizim bağımsızlığımızı koruduğumuzun en büyük ispatıdır. Artık Amerikan emperyalizmi bizim karışımızda kendisini sorgulayacak durumdadır. Türkiye, artık bağımsızlığını koruyarak ABD’ye bile karşı duracak, kafa tutacak seviyeye gelmiş durumdadır. AK Parti, Mustafa Kemal Atatürk’ün ’Yurtta sulh cihanda sulh’ şiarını yerine getirebilmek için bütün kadrolarıyla var gücüyle çalışmaktadır ve çalışacaktır."
Bahçekapılı’nın Atatürk vurgusu Atatürk rozetçi ve söylemcilerinin huzurunu kaçıracak, Atatürkçülüğü öne çıkararak AK Parti iktidarına karşı, orduyu teyakkuza geçirmeye çalışan İsrailli ve Amerikalı neoconları tersyüz edecekti. Ancak, 31 Mayıs gecesi İsrail, Türkiye’deki taşeronlarını kullanarak terör kartını açıkça masaya sürüyor, üstelik bakan düzeyinde yapılan imâları sessizlikle/yalanlamadan karşılıyor ve sınır dışındaki hareketli grupları askerî karakollara ve kontrol noktalarına saldırtıyordu.
Türkiye aynı anda Balyoz tutuklularının tekrar salıverilmesine tanık oluyor, Yargıtay yerel mahkemelerin devam eden ergenokon ve türevi davalarına müdahale ederek, tutukluların tahliye edilmesini sağlıyor, İstanbul’da devam eden yargılamalarda tahliye edemediklerine karşı da dava hâkimlerini tazminat cezasına mahkûm ederek, Ergenekon tutuklularına karşı saygıda kusur etmemeye çalışıyordu. Sıcak günlerin içine eski CHP lideri Baykal, eski Adalet Bakanı Seyfi Oktay ve Anayasa Mahkemesi üyesi Fulya Kantarcıoğlu’na ait işbirliği kayıtları internet sayfalarında neşrediliyordu.
Geçmişte de başarılı oldukları organizasyonların bolluğuna alışkın olanlar için tek amaç vardı; AK Parti’yi, Recep Tayyip Erdoğan’ı ve dolayısıyla Türkiye’yi durdurmak.
Avrupa kararsızdı. Almanya ve Fransa güçlü görünmeye çalışmalarına rağmen ekonomik olarak çökmek üzere olan Bir birliğin içinde olduklarının farkındalardı, sürekli Euro basıyorlardı. Yunanistan, İspanya, Portekiz, İngiltere, İtalya kukla ekonomilere dönmüşlerdi ve korkuyor; ardı ardına tasarruf paketleri açıklıyor; artırılacak mali denetimlerden bahsediyor; Euro bölgesindeki dağılmaya karşı ulusal tedbirler almaya çalışıyorlardı. Türkiye’ye karşı yeterince zayıf görünüyorlardı. Türkiye kendilerinden hızlıydı ve popülerdi. Davutoğlu’nun dediği gibi Türkiye’nin karar alma ve uygulamaya başlama süresi toplamda üç saati bulmazken Avrupa’nın aynı karar için bazen üç ay beklemesi gerekiyordu.
Türkiye’yi içine almaktan korkan birliğin dışişleri bakanı Ashton, günlerce sonra İsrail’e, Türkiye’nin dayattığı koşulları tekrarlarken yakalanıyordu dikkatli gözlere… Avrupa’nın ekseni Türkiye merkezli bir eksene dönüşmek üzereydi. Türkiye alışılageldik eksenleri darmadağın ediyor, Batı kapitalizminden faydalandığı için ona köle olan Arapları hareketlendiriyor, vicdanı olan Dünya insanlarının kendi varlığından dolayı güven duymalarına sebep oluyordu.
Türkiye, artık Avrupa’yı küçümseyecek düzeye gelmişti. Çünkü; 17 Haziran 2010 tarihli Star gazetesindeki habere göre Euromoney Conferences’in editörü Mark Johnson, İstanbul Pera’da, bir restaurantta yediği yemeğin bedelini ödemek için uzattığı İngiliz Bankacılık devi Barclays’e ait kredi kartına şüpheyle bakan Türk garsonun, patronunun onayıyla kartla ödemeyi kabul ettiğini söylüyordu. Garson bile biliyordu, Avrupa Bankalarının stres testi sonuçlarını sakladığını…
Rusya ve Çin, Amerika, Fransa, İngiltere ve Almanya ile yaptıkları pazarlıklara karşılık İran’ı yalnız bırakmışlardı. Ancak, Rusya ve Çin BM Güvenlik Konseyi’nde alınan yaptırım kararını olabildiğince sulandırmışlardı ki; AB, bir hafta sonra İran’a yaptırımları kendi bünyesinde genişletme çalışması yapmaya başlıyordu. Birileri Şangay Beşlisi’nden biri olan Kırgızistan’ı karıştıran ve on binlerce kişinin ölümüne neden olayları başlatmasaydı, Rusya ödünlerinden pişmanlık duymayacak ve yeni yaptırımlar üzerinde çalışan AB liderlerine karşı sert tepkiler vermeyecekti.
Brezilya BM’nin zamanı geçmiş bir podyum mankeni olduğunu düşünüyor ve Obama’ya 21. Yüzyılın yükselen ülkeleri ile işbirliği yapacağına dair sözünü hatırlatıyordu. Onlar, Türkiye, Brezilya, Güney Afrika, Endonezya, Hindistan ve Mısırdı. Başbakan Erdoğan ise Dünya’nın yeni bir yönetim anlayışına ihtiyacı olduğunu söylemekten bıkmıyordu. Çünkü zamanı gelmişti. Yaşlı Küre’de kaotik dönemin sona ermesi için, yeni binyılda denge arayışının sona ermesi için yeni aktörlere söz hakkı verilecekti. Kapitalist batı ve peyk ülkeleri, 1. Ve 2. Dünya savaşlarının öncesine ve sonrasına benzer koşulların oluştuğunu görüyorlardı. Bu kez kendileri mağluptu. Ekonomik olarak çökmüşlerdi, siyâsî anlamda iflâs etmiş bir sömürü anlayışının artık sürmeyeceğinden eminlerdi; savaşamayacak kadar korkaktılar; Irak ve Afganistan’da döktükleri masum kanlarının içinde boğulmak üzere idiler. Gâliplere söz hakkını devretmek zorunda olduklarını biliyorlardı. Tarih tekerrür etmezdi, fakat hatalar ve sonuçlar benzerdi.
Ocak 1917’de ABD Senatosunda bir konuşma yapan Woodrow Wilson, İngiltere, Fransa ve Almanya ile birlikte Osmanlı İmparatorluklarının sona erdiğini biliyordu, büyük güçler tarafından desteklenecek bir 'Barış Cemiyeti'nin kurulması yönündeki talebini dile getirdiğinde, savaşa sonradan müdahil olan kendi ülkesi dışında hiç bir ülkede para kalmamıştı. 18 Ocak 1919’da Paris’te toplanan Barış Konferansı’nda milletler cemiyetinin kurulması ana gündem maddesi olarak ele alındı. Cemiyet Sözleşmesi Versailles Antlaşmasının bir parçası olarak kabul edildiğinden, 10 Ocak 1920’de onaylanarak yürürlüğe girdi. Fakat, görünür gâlipler henüz güçlüydü. ABD, yerküreyi tek başına yönetemeyeceğinin farkındaydı. Rusya’da ihtilal olmuştu ve Bolşeviklik hızla Asya ve Avrupa’ya yayılıyordu. Fotoğraf net değildi. Bu yüzden kendisi bu cemiyetin dışında kalmayı seçti.
Türkiye, İngiltere'nin geniş nüfuzu altında bulunan Milletler Cemiyeti'ne güvenle bakamadığından bu teşkilata üye olma hususunda bir istek göstermemişti. 1930'dan sonra uluslararası işbirliğinin önemi daha çok duyulduğundan, Milletler Cemiyeti'ne ilgi de artmıştı. Türkiye'nin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, 20 Nisan 1932 Cenevre Silahsızlanma Konferansında, Milletler Cemiyeti'ne katılmamızı istemiş ve bu istek, Milletler Cemiyeti Konseyi'nin 6 Haziran 1932 tarihli toplantısında, Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne davet edilmesiyle gerçekleşmişti. Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne girişi dış politikasında yeni bir aşama olmuş ve girdikten iki yıl sonra da Konsey Üyeliğine seçilmişti.
Milletler Cemiyeti İsviçre, Hollanda, Fransa, İngiltere I. Dünya Savaşı'nın ardından İsviçre'de 10 Ocak 1920'de kurulduğunda görünür diplomatik amacı, ülkeler arasında yaşanabilecek sorunları barışçı yollarla çözmekti. Ancak mimar ABD’nin uygun gördüğü şekilde, savaşı önleyici tedbirlerde boşluklar mevcuttu ve yaptırımlar yetersizdi, oy birliği prensibinin uygulanması, politik ve hukuki sorunların çözümünü engelliyordu. Barışı koruyacak ve devamlı kılacak uluslararası zihniyet yetersiz ve noksandı.
Amerika Birleşik Devletleri'nin Milletler Cemiyeti’ne soğuk durması hesaplı adımlardandı. ABD insan haklarını korumaya çalışırken diğer yandan kolonileşme ve manda sisteminin garantisi durumunda olmayı da karizmasına uygun görüyordu… Olmadı, karışık sebeplerle, bazı söylentilere göre, siyonistlerin ABD yönetiminde söz sahibi olması ile başlayan senaryolar sonucunda Almanya’nın ABD tarafından tarafsız kalınacağı hususunda güvence verilerek savaşa tahrik edilmesi, Adolf Hitler’in Siyonist bankerlerce sürekli finanse edilmesi, üreme sorunu olmayan sağlıklı ve genç Yahudilerin Filistin topraklarına gönderilmek üzere seçilmesinin sağlanması, göçe karşı çıkanların itlaf edilmesi gibi hususlar dolayısıyla II. Dünya savaşı çıktı.
Hitler mağlup olmak için elinden geleni yaptı. Alman, İngiliz, Fransız ekonomileri altüst oldu ve sömürgelerin neredeyse tümü ABD ve Rusya tarafından paylaşıldı. Birleşmiş milletler (United Nations) terimi ilk olarak Franklin D. Roosevelt tarafından II. Dünya Savaşı sırasında müttefik ülkeler için kullanılmıştı. İlk resmî kullanımı ise 1 Ocak 1942 yılında Birleşmiş Milletler'in beyannamesinde ve Atlantik Bildirisi’ndeydi. Bu tarihten sonra müttefik devletleri kendilerini "United Nations Fighting Forces" olarak adlandırmışlardı.
Altyapısı bilhassa ABD ve Rusya tarafından 1943 yılında Moskova, Tahran ve Kahire'de müttefiklerin toplantıları sırasında tamamlanan yeni örgüt Fransa, Çin, İngiltere, ABD, SSCB gibi gâliplerin yeni sömürü aracı olacaktı. Birleşmiş Milletler (BM), savaş bitmek üzereyken Almanya’ya savaş ilan eden ve hükmen gâlipler sıfatında olan Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 51 ülkenin katılımıyla 24 Ekim 1945'te kuruldu; kendisini, dünya barışını, güvenliğini korumak ve uluslar arasında ekonomik, toplumsal ve kültürel bir iş birliği oluşturmak için kurulan uluslararası bir örgüt olarak tanıtmıştı. Savaş sonrası 18 Nisan 1946'da Cenevre'de toplanan konferans, XXI. Genel Kurul Toplantısıyla Milletler Cemiyeti’nin dağılmasına karar verdi. ABD istediğini almıştı. Şimdi Avrupalıların kendisini küçümsemesinden bıkmış ve onları zavallı, yenik birer üvey kardeş olarak görüyor ve koruması altına alıyordu. Türkiye, sömürge olmaya zaten hazırdı.
ABD, AB, Rusya, Japonya ekonomik olarak çöküyordu ve Dünya BM eliyle kan gölü içerisinde yaşamaktan bıkmıştı. Tarih kendi ağlarını örüyordu, Milletler Cemiyeti’nin kurucuları yıkılırken, Birleşmiş Milletler doğuyordu. Birleşmiş Milletlerin kurucuları yıkılırken de yeni gâlipler söz haklarının olacağı yeni bir birliği kurmakta gecikmeyecekler ve Türkiye bu yolda durdurulamayacaktı.
Sonuç olarak Dünya Kupası'ndaki telvelere bakılarak neler söylenebilir? Bu hususta giderek normalleşen öngülere katılmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok: Küresel ekonomik kriz derinleşerek, ABD, AB ülkeleri ile Japonya’yı mahvedecektir. I.ve II. Dünya savaşlarından önce, savaş sırasında ve sonrasında İngiltere ve Fransa döktükleri kanla ne kadar güçsüzleşip sıradan bir ülkeye dönüşmüşlerse, ABD, AB, Rusya ve uydu ülkeleri aynı şekilde güçsüzleşip yıkılacaklardır. Yeni birkaç yüzyıl, Türkiye, Çin, Hindistan, Brezilya ve İran’ın yüzyılı olacaktır.
Seçkin Deniz, 20.06.2010, Sistematik Analizler 116
Seçkin Deniz Yazıları
Not: Brezilya, Financial Times'e göre 21 Haziran 2010'da İran'la uzlaşma da aracılıktan vazgeçti. Ancak, aynı gün Brezilya Dışişleri Bakanı Celso Amorim, İran ile imzaladıkları nükleer yakıt takası anlaşmasının gelecekteki görüşmelere temel oluşturacağı konusunda ümitli olduğunu söyledi..