بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim
“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür.
Şimdi de
tasavvuf ile İslâm inançlarını mukayese edelim. Bu konuda uslüp ve ifadeleri
çok sert olsa da Abdurrahman el-Vekil’in, “Tasavvuf ve İslam” adlı eserinden
uzunca iktibas etmeyi faydalı buluyorum.
Tasavvuf ve İslâm
İslâm,
bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri ilahi mesajların genel adıdır. Kur'ân-ı
Kerim bunu, sırat-ı müstakim (dosdoğru yol) olarak, Allah'ın gösterdiği yol
olarak adlandırmıştır. Bu genel yoldan meydana gelen sapmaların insanları tarih
boyunca felaketlere ve bedbahtlıklara sürüklediği bir gerçektir. Nitekim bu
sapmaların önüne geçmek ve insanları, tekrar sırat-ı müstakime iletmek için her
topluma, Yüce Allah peygamberler göndermiştir. Onlar da görevlerini yapmış ve
insanların elinden tutmuştur. Şüphesiz Yüce Allah'ın insanoğluna en büyük lütfü
ve yardımı budur.
İslâm'ın doğuşu, yani Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamber olarak gönderilişine yakın dönemde de insanlar aynı şekilde sırat-ı müstakimden sapmış ve Allah'ın yolu büyük ölçüde unutulmuş bulunuyordu. İbadet Allah'a yapılacağı yerde, sapık birçok anlayış ve inanışın ürünü olan putlara yapılıyordu. Hayatta itaat ve teslimiyet Allah yerine başka varlıklara yapılıyordu. Hayatta geçer ölçü koyan Allah değil, birtakım güçlerdi.
Yüce
Allah'ın ulûhiyet sıfatını kabul eden ve Allah'ın hem varlığını, hem de âlemin
yaratıcısı olduğunu itiraf eden cahiliyye Arapları, O'nun hâkimiyet ve
rububiyet sıfatlarını başka varlıklara veriyorlardı. Hayatta geçer ölçülerini,
Allah yerine başka kaynaklardan ve güçlerden alıyorlardı. Ulûhiyet sıfatında
ona birtakım varlıkları ortak koşuyorlardı. Bunların Allah yanında kendilerine
şefaat edeceklerini düşünerek kutsallaştırıyor ve yeryüzünde Allah'ın
temsilciliği görevini yaptıklarını söylüyorlardı. "Bizi Allah'a yaklaştırsınlar
diye tapıyoruz", diyorlardı.
İnançta
meydana gelen bu sapmanın kaçınılmaz sonucu olarak sosyal, kültürel, ekonomik,
politik ve ahlâkî bütün alanlarda da sapma ve çarpıklıklar meydana gelmiş ve
her şey cahiliyye adına layık olacak kadar çığırından çıkmıştı. Her şeyi ile
cahili bir toplum meydana gelmişti. İşte, rayından çıkmış, yani sırat-ı
müstakimden sapmış olan bu insanları tekrar Allah'ın yoluna iletmek ve
cahiliyye bedbahtlığından kurtarmak için Hz. Muhammed (s.a.v.), peygamber olarak
gönderildi. İnsanlara Allah'ın mesajını iletti. Hak ile batılı, doğruluk ile
eğriliği, iyilik ile kötülüğü insanlara gösterdi. Toplumda geçer ölçüleri
belirledi ve insanları bunlara uymaya çağırdı. Cahiliyye hayatının bütün
çirkinliklerini ve doğurduğu bedbahtlığı anlattığı gibi, insanlara İslâm'ın
hayat nurunu ve dosdoğru yolunu gösterdi. Tarihte eşi ve benzeri bulunmayan
saadet asrı insanlarını meydana getirdi ve örnek bir İslâm toplumu oluşturdu.
Bu ışık,
o gün bilinen dünyanın dört bucağına yayıldı. Değişik isimler ve niteliklerle
egemen olan cahiliyye karanlığını giderdi. Arabistan cahiliyetini, İran ve
Bizans cahiliyetini dağıttı. İnsanların önüne yeniden sırat-ı müstakimi, yani
Allah'ın yolunu açtı. İnsanlar, sel gibi Allah'ın yoluna gidiyor ve cahiliyye
karanlığından kurtuluyordu. Saadet asrında doğan ışıklarla her şeyleri
aydınlanıyordu. Allah'tan başka maddi ve manevi birtakım güçlere ibadet etmek,
onların tahakkümüne boyun eğmek ve yaşayışlarını onların ölçüleriyle düzenlemek
bedbahtlığından kurtuluyorlardı. Cehennem ateşinden cennetin ferahlığına koşar
gibi, insanlar, İslâm'ın kurtarıcı nuruna akıllarını, kucaklarını, kalplerini
ve hayatlarının tüm alanlarını açıyordu. Ve Allah'ın nimeti insanlar için
kemalini bulmuştu.
Bu mutlu
hayat bir zaman devam etti. İnsanlar maddi ve manevi yönden müreffeh bir hayat
yaşadılar. Ancak, her kemalin bir zevali olduğu gibi, bu hayatın mutluluğu da
yavaş yavaş bozulmaya başladı. Ağacın içini kemiren bir kurt gibi, bu hayatı da
içeriden ve dışarıdan birtakım kurtlar kemirmeye başladı. Toplumun yapısında bir
nevi sapmalar ve sırat-ı müstakimden uzaklaşmalar, inhiraflar meydana geldi.
Bunların en önemlilerinden biri, dindarlık ve takva kılığında ortaya çıkan ve
sonraları tasavvuf adını alan, uzletçi ve mistik sapmadır. Şüphesiz, bunun pek
çok etkenleri ve sebepleri olmuştur. Ancak, meselemiz onun köklerini ve
sebeplerini açığa çıkarmak olmadığından, burada üzerinde durmuyoruz.
Bu sapma,
yapısında İslâm'dan birtakım unsurlar almasının yanında, İslâm düşünce ve kültürüne
sızmış yabancı birçok unsurlar da almıştı. Gün geçtikçe bu yabancı unsurlar
daha da çoğalmış ve tasavvuf akımında egemen olacak şekilde damgasını
vurmuştur. Bunlar elinizdeki kitapta ayrıntılı olarak işlenmekte ve İslâm'ın
tevhit anlayışından ne derece uzak oldukları anlatılmaktadır.
İşin
tuhaf tarafı, takva ve dindarlık kisvesiyle ortaya çıkan bu sapmaya birçok
müslümanın aldanması ve onu İslâm'ın özü, zübdesi, ruhu ve işe yarayan kısmı
kabul etmesidir. İslâm'dan birtakım motifler alan bu akıma, İslâm'ın özü ve
cevheri gözü ile bakmasıdır.
Tövbe,
istiğfar, havf, reca, zikir, salât, dua, nafile namaz ve oruç, tasadduk, gönlün
mümkün olduğu kadar Allah'la beraber olması ve dünya sevgisinin esiri olmaması,
ibadetlerin mümkün olduğu kadar ihsan mertebesinde yapılması, kısaca, hayatın
Allah için yaşanması gibi İslâmî unsurlara bakarak, birçok Müslüman tasavvufu
katıksız bir İslâm sanmakta ve İslâm olarak sarılmaktadır. Hatta birtakım
Müslümanların tebliğ, emri bil maruf ve nehyi anilmünker (İslâm'ın iyi dediklerini
emretmek ve kötü dediklerini yasaklamak) görevini yapması neticesinde İslâmî
hayattan uzak yaşayan kimi insanların İslâm dışı hayattan uzaklaştırılması ve
İslâmî bir hayat yaşamalarının sağlanmasını da tasavvuf gözü ile görerek bunu
tasavvufun bir zaferi olarak saymakta ve ona aldanmaktadır.
Hâlbuki
bu insanlar iyiliği emretmenin ve kötülüğü yasaklamanın her Müslüman üzerine
farz olduğunu, sadece mutasavvıf olarak bilinen insanların görevi olmadığını
sanki bilmiyorlar. Yukarıda saydığımız unsurların İslâm'ın birer prensibi,
esası, hükmü, rüknü ve parçası olduğunu sanki hiç duymamış gibidirler. Yukarıda
bazılarını belirttiğimiz ve burada sayamayacağımız İslâmî unsurları veya
motifleri İslâm'ın bütününden ayrı saydığımız veya herhangi birini inkâr ettiğimiz
takdirde sırat-ı müstakim olan İslâm'ın İslâm olmaktan çıkacağını ve
Hıristiyanlıkla Yahudiliğin tahrif edildiği gibi tahrif edilmiş olacağını sanki
düşünmüyorlar.
Namaz,
oruç, hac, zekât, cihad, iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak, haramlardan sakınmak
ve emirleri yerine getirmek gibi ibadetleri yerine getirdiği halde bir
müslümanın tövbesiz, istiğfarsız, Allah korkusundan yoksun, samimiyetsiz,
duasız ve zikirsiz, ihsan ve infaktan mahrum, nafile ibadetlerden nasipsiz,
Allah'ın haklarını ve insanlara karşı sorumluluklarını gözetmekten habersiz,
cennet ümidi ve cehennem korkusundan gafil nasıl olabileceğini sanki hiç
düşünmüyorlar. İslâm'ın emirlerini yerine getiren ve yasaklarından sakınan bir
müslümanın aynı zamanla bunları da gözetmiş ve gereğini yapmış bir Müslüman
demek olduğunu akıllarına getirmiyorlar.
Kaldı ki
kitaplarında olsun, kültür yapısında olsun insanların tasavvuf olarak
inandıkları ve savundukları birtakım inanç ve düşüncelerin bu gibi İslâmî
unsurlarla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bu konuda kimi insanların
aldandığı veya karıştırdığı meselelerden biri de tasavvuf akımının fıkhî yahut
kelâmî mezheplere benzetilmesidir. Güya zamanla İslâm'ın fıkıh ve inanç
esasları tasnif ve tertip edildiği gibi tasavvuf da İslâm'ın batın fıkhı dedikleri
meselelerin tasnif ve tertibinden ibaret bir yol olmuştur. Hâlbuki gerçek hiç
de böyle değildir. Çünkü fıkıh ve inanç mezhepleri hiçbir zaman İslâm'ın bir
kısım unsurlarını almış ve İslâmlığı başka unsurlara karıştırarak bu karışımı
İslâm'ın özü ve ruhu olarak sunmamıştır.
Şüphesiz
böyle yapanlar merdud ve konumuzun dışında kalan sapık fırkalar veya batıl
akımlardır. Bizim sözünü ettiğimiz, Kur'ân-ı Kerim ve Rasûlullah'ın sahih
sünneti çerçevesinde kalan mezheplerdir. Bu mezheplerin hiçbiri kendini ne
İslâm'ın özü ve ruhu olarak takdim edip başkalarını kabuk diye nitelemiş, ne de
İslâm'a kendisinden olmayan hükümler ve inançlar eklemiştir. Böyle yapanları
varsa, İslâm ve bütün Müslümanlar tarafından merduttur. İslâm çerçevesinde
kalan mezheplerin hiçbiri İslâm'ı öz ve kabuk yahut
şeriat-tarikat-hakikat-marifet olarak nitelememiştir.
Hiçbiri
İslâm'ın en ufak bir hükmü için "Bu şeriat, şu hakikat, şu marifet"
gibi yakıştırma yapmamış ve Allah'ın dinini bölmemiştir. Hiçbiri kendini
İslâm'ın yerine koymamış ve "Beni izlemediğiniz takdirde hakikattan ve
marifetten yoksun kalırsınız" dememiştir. Aksine hepsi de İslâm'ın
naslarına aykırı bir şey bulunduğu takdirde terk edilmesi gerektiğini ve
yaptıklarının sadece birer içtihat olduğunu belirtmişlerdir.
Tekrar
ederek söylüyoruz ki, fıkhi ve itikadi, İslâm çerçevesinde kalan hiçbir mezhep,
kendini İslâm'ın yerine koymamış, alınması farz ve terk edilmesi haram Allah'ın
dini gibi kendini takdim etmemiştir. Nasların, yani dinin çerçevesini kimi
noktalarda aştığı için mesela Mutezile, Hariciler, Mürcie ve hem kelâmî hem de
fıkhî birtakım fırka ve akımlar Müslümanlar tarafından tasvip görmemiştir.
Durum
böyle iken İslâm'dan aldığı unsurlardan çok yabancı unsurlar ihtiva eden ve
felsefe olarak İslâm'la ilgisi bulunmayan tasavvuf akımı Müslümanlardan nasıl
tasvip görebilir? Görüldüğü gibi tasavvuf yahut tarikat ile fıkhî-kelâmî
mezhepler arasında hiçbir benzerlik yoktur. Kaynak olarak, metod ve ölçü
olarak, karakter ve sonuç olarak birbirlerinden tamamen ayrıdır. Onun için
tarikatın yahut tasavvufun bu mezheplere benzetilmesi asla mümkün değildir.
Tasavvufun İslâm'la ilgisi, şöyle bir şema üzerinde gösterilirse, durum
herhalde daha iyi anlaşılacaktır:
Fıkıh ve
kelam mezheplerinin dinde esasları ve ölçüleri belirlidir. Doğru veya yanlış
oldukları Kur'ân-ı Kerim’in nasları ve Rasûlullah'ın sahih sünneti ile tespit
edilir. Bunlara uygun olan kısımları tasvip görürken, aykırı düşen tarafları
terk edilir ve yanlışlığı insanlara anlatılır. Fıkhî veya kelâmî herhangi bir
içtihadın, İslâm'a uygun olup olmadığı tartışılabilir ve naslarla
karşılaştırılıp kabul veya reddedilebilir.
Zaten
içtihat, kabul veya ret konusu olan, sahih ve sarih naslar dışında kalan tali
meselelerdir. Yoksa din dediğimiz sahih ve sarih naslar üzerinde içtihadın
yapılması söz konusu değildir. Dolayısıyla fıkhî ve kelâmî içtihatların dinin
esaslarında ve kesin hükümlerinde herhangi bir değişiklik getirmeleri mümkün
değildir. Çünkü dinin esasları ve hükümleri kesin ve açıktır. Bütün âlimler
tarafından bilinir ve bunlara aykırı bir düşünce olması halinde hemen ret
edilir. Yani fıkhî ve kelâmî mezheplerin temelleri açık, ölçüleri kesin ve
herkes tarafından görülüp kullanılabilen temellerdir.
Acaba
ihsan, irfan ve kişinin iç dünyasının ilmi olarak kendini takdim eden tasavvuf
böyle midir? Her şeyden önce tasavvufçular da tasavvufun kal (söz) ilmi değil,
hâl (yaşayış, durum) ilmi olduğunu söylüyorlar. Yani haksız olarak ilim diye
adlandırdıkları bu şeyin ilme ve nassa dayalı sarih ve kesin bir temeli yoktur.
Çünkü
hallerin ölçüye vurulması, derecesinin, miktarının tespit edilebilmesi mümkün
değildir. Mesela, ihsan diye takdim ettikleri şeyin kimde ne oranda bulunduğu,
bulunduğu iddia edilen insanlarda gerçekten mevcut olup olmadığı, iddia
sahibinin doğru veya yalan söyleyip söylemediği nasıl ve ne ile tespit
edilebilir? Bunun, kişinin helal ve haramları gözetmemesi, şeriatın hükümlerine
riayet etmemesiyle bilindiği söylenirse, hemen belirtelim ki bunun hal ilmi,
ihsan ve ihlâs dedikleri tasavvufla hiçbir ilgisi yoktur ve bu ölçü şeriatın
kendisidir.
Böyle
bir kimse için ancak şeriata uyup uymadığı söylenebilir. Yoksa böyle bir kişide
ihsan ve ihlâsın bulunup bulunmadığı söylenemez. Onun için İslâm'da hak
batıldan ayrılmış ve neyin hak, neyin batıl olduğu açıkça belirtilmiştir.
"Doğruluk eğrilikten ayrılmıştır..." (Bakara, 256) Tasavvufta ise
durum böyle midir? Hangi insanın kalbi yarılıp içinde takva, ihsan ve ihlâsın
bulunup bulunmadığı araştırılabilir? Hangi insanın iman derecesinin dozajı
ölçülebilir? İnsanlarda ihsan ve iman derecelerinin ölçülebileceği insanların
elinde herhangi bir derece aleti mi vardır? İnsanların iddialarında ve
sözlerinde doğru olup olmadıklarını göstermek için kalplerini açıp bakabilecek
ve inanç yahut ihlâs derecelerini ölçebilecek elimizde bir ölçü aleti mi
vardır? Hararet derecelerini ölçtüğümüz gibi elimizde bir ihsan derece kontrol
aleti mi vardır?
Bunu
bildikleri için tasavvufçular "Tatmayan bilmez, yaşamayan bilmez"
gibi savunma mekanizmaları geliştirmemişler miydi? Erdim, hamdım, yandım,
piştim, keşf ve ğaybe muttali olacak dereceye yükseldim, kalpleri okuyacak ve
melekût âlemini seyredecek, hatta levhi mahfuzu karıştırıp yıllar ve asırlar
öncesini yahut sonrasını okuyacak makamlara ve hallere eriştim, şu kadar defa
miraca çıktım, diye iddia eden insanların kalplerindeki iman, ihlâs ve ihsan
derecesini ne ile ölçelim ki doğru olup olmadıklarını anlayalım?
Yoksa
mürit ve dervişlerin evliya ilan edip uçurdukları ve kutup deyip hem yaşarken
hem öldükten sonra hayatta tasarruf ettirdikleri insanların böyle olduklarını
bütün insanların körü körüne kabul etmeleri gerektiğini mi söyleyeceğiz? Tekrar
ediyoruz, böylelerinin şeriatın hükümlerine uyup uymamasıyla ölçüleceği söylenirse,
hemen belirtelim ki tasavvufta böyle bir şey yoktur ve bu, şeriat, kışır
(kabuk) ve zahir dedikleri İslâm'ın ölçüsüdür. Bunlar tasavvufun ne konusudur,
ne de ölçüsüdür.
Bu durum
yukarıda belirttiğimiz gibi fıkhî ve kelâmî mezheplerin özelliği olup
tasavvufun özelliği değildir. Hem tasavvuf kal (söz) değil, hâl değil miydi?
İlim değil, irfan değil miydi? İki şema karşılaştırıldığında tasavvufun
İslâm'dan aldığı unsurlar kadar İslâm dışı unsurlar ihtiva ettiği
görülmektedir. Bu karışıma da tasavvuf adı verilmektedir. Yabancı unsurları
kabul etmiyoruz ve İslâm saymıyoruz, denilecek olursa, hemen belirtelim ki
geriye sadece İslâm kalmakta ve tasavvuftan eser kalmamaktadır.
Allah'ın,
dinini isimlendirdiği gibi, İslâm'a İslâm değil de tasavvuf demek kimi
insanlara ağır geliyorsa, onlara da Allah'tan hidayet dilemekten başka
elimizden bir şey gelmiyor. Yine belirtelim ki, tasavvufun İslâm'dan aldığı
unsurları İslâm'ın diğer unsurlarıyla beraber yerine getiren insanlara Müslüman
denir ve bu unsurları her Müslüman yerine getirmek zorundadır. Aksi halde
Müslümanlık olmaz.
Durum
böyle iken tasavvufun da İslâm olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Hatta İslâm'ın
ruhu, özü, cevheri, işe yarıyanı ve kurtarıcı olanı diye nasıl niteleyebiliriz?
İnsanların kurtuluşunu sadece tasavvufa bağlanmakta nasıl görebiliriz?
Tasavvufun İslâm'dan aldığı unsurlar gösterilerek hak ve İslâm'ın kendisi
olduğu söylenemez. Zira dünya üzerinde hiçbir inanç ve ideoloji yoktur ki
yapısında yararlı ve doğru unsurlar bulunmasın. Hatta tahrif edilmiş bulunan
Hıristiyanlık ve Yahudiliğin hak ve doğru birçok unsurlar taşımadığını kim
söyleyebilir? Bu hak ve doğru unsurlarından dolayı, bütün yanlışlık ve
sapıklıklarıyla bugünkü Hıristiyanlık ve Yahudiliği İslâm saymamız ve insanları
onlara davet etmemiz mümkün müdür?
Bu
dinler ve inançlar, her türlü sapıklıklarını ayıklayıp İslâm çerçevesi içine
girmedikçe İslâm olamaz. Tasavvuf da aynı şekildedir. Yapısındaki bütün yabancı
unsurları tasfiye edip İslâm çerçevesi içine girmedikçe İslâm olamaz. Bunları
tasfiye ettiği takdirde tasavvuf denilen şey de kalmaz ve Allah'ın dini olarak
İslâm kalır. Bu İslâm'ı da bölmeye, ona yabancı unsurlar karıştırmaya ve tahrif
etmeye yeltenmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Daha açık bir ifade ile hiçbir
kimse ve düşünce Allah'ın dini üstünde ve ondan kutsal değildir.
Tasavvufun
bir nazari, bir de ameli olanları bulunmaktadır. Rabıta, istiğase, tevessül,
ruhlardan istimdat, kabirlerden yardım isteme v.b. ameli alandaki bozukluklar
ve bid'atların çoğunun sebebi felsefi tasavvuftur. Çünkü önce bu işin felsefesi
yapılmakta, sonra pratiği buna uydurulmaktadır. Tasavvufun doğuşunda da durum
aynı olmuştur.
Önce
yabancı felsefeler ve inançlar iktibas edilmiş, daha sonra bunların
temellendirilmesi için İslâmî unsurlara ve Müslüman şahsiyetlere
dayandırılmıştır. Mesela İslâm'da nefis tezkiyesinin; tasavvuftaki çile, helal
şeylerden mahrumiyet, uzlet, el etek çekme, evlenmeme, açlık, şeyhin elinde her
türlü zillete katlanma, nefsi öldürmek için tiksindirici işlerde çalışma,
tevessül, istiğase, rabıta, ölülerle oturup kalkma, kendini horlama ve
kâfirlerden, müşriklerden, hayvanlardan daha aşağı sayma yollarıyla yapıldığı
vaki değildir. Aksine böyle bir girişimi sezilen kişiler şiddetle önlenmiş ve
İslâm'ın yoluna gelmeleri istenmiştir. Kitapta buna dair örnekler
bulunmaktadır.
Tasavvuftaki
yolla nefsi tezkiye anlayışı Brahmanizm, Hinduizm, Budizm ve Manihaizm gibi
Hind ve İran dinlerinden, sonra Hıristiyanlıktaki rahiplik sisteminden iktibas
edilmiş ve İslâm'dan birtakım motiflerle temellendirilmek istenmiştir. Yabancı
inanç ve felsefelerden iktibasın da elbette bir takım sebepleri ve etkenleri
olabilir.
Bunların
başında İslâm toplumunda meydana gelen sapmaların ve insanın yapısındaki
başkalarına özenme, taklit etme meyillerinin geldiği söylenebilir. Sapmaların
sebeplerinden birinin de dinin bütüncü bakış açısının yanlış veya eksik
anlaşılması olduğunda şüphe yoktur. Hâlbuki İslâm; nefsi, getirdiği emir ve
yasaklarla (teşrilerle), gerçekleştirdiği eğitim ve teşviklerle en mükemmel
şekilde eğitmektedir.
Kişinin,
haramın bütün şekillerinden uzak durması ve hayatını helallerle şekillendirmesi
yanında, her yerde ve her zaman Allah'ın kendisini görüp murakabe ettiğini,
kuvvet ve kudretiyle kendisini ihata ettiğini ve onun küllî iradesi altında
çalıştığını unutmaması, O'ndan korkması, rahmetini umması, O'nu anması,
insanları küfür ve kötülük şekillerinin tümünden uzaklaştırmaya çalışması,
muhtaçları gözetmesi, acıma duygusuyla varlıklara şefkat göstermesi, büyük
küçük insanların haklarını gözetmesi, akrabalık, komşuluk ve üzerinde hakkı
bulunan kişilerin haklarını gözetmesi, toplumsal ödevlerinin bilincinde olması,
dayanışma ve yardımlaşma duygusu taşıması, fedakârlık ve diğerkâmlık ruhuna
sahip olması, eli ve diliyle bütün kötülükleri önlemeye, gücü yetmediği zaman
kalbi ile onlara buğz etmeye çalışması, Allah'a, Rasulullah’a, İslâm devleti
yöneticisine ve bütün müminlere karşı samimi olması, onları her zaman doğruya
yöneltmesi ve yanlışlardan sakındırması, malı ve canıyla, dili ve kalemiyle
cihad etmesi, malından açık ve gizli infak yapması, ilim okuması ve okutması,
en azından ilim tahsilinde dinleyici olması, insanlara Allah'ın dinini tebliğ
etmesi, kişisel ve toplumsal bütün hayat kesitlerinde Allah'ın hükümlerini
gözetmesi, cennet va'dini ve cehennem azabını gözönünde tutması, geçmiş
milletlerin tutum ve akıbetlerinden ibret alması, kendisini kuşatan bu âlemde
yüce Allah'ın ayetlerini düşünüp taşınması, O'nun rahmetini, büyüklüğünü,
yüceliğini ve sonsuz lütfünü düşünmesi, gece ile gündüzün, renklerin ve
dillerin, mevsimlerin, ilahi kudretin eseri olan tabiat ve toplum yasalarının
Allah'ın yüceliğini nasıl gösterdiğini ve nasıl birer ayeti olduğunu anlamaya
çalışması, insanlarla, hatta diğer yaratıklarla ilişkilerinde tevazu ve şefkat
sahibi olması, iyiliksever, hoşgörülü, yönlendirici, eğitici, nasihat edici
olması, Allah'a çokça tövbe ve istiğfarda bulunması, kâfirlere karşı yeri
geldiğinde metin ve çetin olması, itaat, şükür, helal yemek ve helal kazanmak,
kanaat, tevekkül, kadere razı olmak, şeytana düşmanlık, Allah için sevmek,
Allah için buğz etmek, doğruluk, iyi niyet, hayâ, istikamet, yakîn sahibi
olmak, zina, içki, kumar, yalan, iftira, hile, rüşvet, ana babaya itaatsizlik,
sihir, yetim malını yemek, faiz, evli kadına iftira, ilhad, öfke, ölçü ve
tartıda hile yapmak, Allah'ın azabından emin olmak, deyyusluk, yol kesmek,
sövmek, israf, başkasını alaya almak, başkasına lakap yakıştırmak ve kötü
isimle anmak, gıybet, ihanet, bidat, harama şehvetle bakmak, lanet etmek,
müslümanla konuşmamak, avret yerini açmak, tekelcilik ve karaborsacılık, meşru
bir ibadeti iptal etmek, kötü zan, kibirlenmek, gösteriş ve dalkavukluk,
yağcılık ve jurnalcilik, nimete nankörlük, cehalet, sabırsızlık, inatçılık,
taklit, kin ve nefret, gaddarlık, uzun emel, aldatmak, münafıklık, fitnecilik,
heva ve hevesine uymak, günaha izin vermek, emanete hiyanet, zulmü ve
haksızlığı önlemeye çalışmamak, misafire iyi davranmamak, hayızlı karısına
yaklaşmak, komşuya eziyet etmek, borcunu mümkün olduğu halde ödememek veya
geciktirmek, Müslümanları zarara sokmak, süslü kabir yapmak, haram elbise
giymek, yalan şahitlik yapmak, zalim ve kötü kimselerle arkadaşlık yapmak,
şahadeti gizlemek, yalan yere yemin etmek, Rasulullah’a ve Kur'ân-ı Kerîm'e
karşı saygısızlık göstermek, Rasulullah’a iftira etmek, haksız yere insan
öldürmek, hayvan yakmak, küçük günah işlemeye devam etmek, söz ve fiille
müstehcenlik yapmak ve kötülüğü teşvik etmek, verdiği bir şeyi başa kakmak,
kahin, müneccim, sihirbaz ve benzerlerini tasdik etmek, kaderi yalanlamak, haksız
yere mücadele etmek, riyakârca davranmak, köleyi hadımlaştırmak, hem kendisinin
hem de aile fertlerinin haklarına riayet etmemek, tecessüs, adaletten
uzaklaşmak gibi; İslâm'ın yasakladığı fiillerden mümkün olduğu kadar kaçınması,
müminlere karşı şefkatli ve merhametli olması, gününe, yemeğine, işine,
tuvaletten çıkışına, bineğine binişine, kabir ziyaretine, eşi ile yatmasına,
sıkıntıdan çıkmasına ve rahata kavuşmasına, adımını atmasına, ibadete
başlamasına, ezanı dinlemesine, oruca başlaması ve iftar etmesine, nikahına ve
dünyaya gelen çocuğunu karşılamasına kadar hayatının belirgin bütün işlerinde
Rasûlullah'ın yaptığı ve öğrettiği dualarla başlaması, bismillah ile hamd ve
şükür ile dua ve niyaz ile durup kalkması... gibi Kur'ân-ı Kerîm'in ve Hz. Peygamber'in
insana verdiği eğitim ve terbiye ile, talim ve tezkiye ile eğittiğini
biliyoruz.
Bunun
dışında kalan ve İslâm'ın tasvip etmediği şeylerle yahut yollarla nefis
tezkiyesini savunmak, hele bunun İslâm'ın ruhu ve özü olduğunu söylemek
şüphesiz İslâm değildir. İnsanın Allah'tan başka bütün yaratıkların kulluğundan
kurtulup sadece ve sadece Allah'a kul olmasını isteyen ve kurtuluşun yegâne
yolu olarak bunu kabul eden İslâm'ın tevhit ve hürriyet anlayışı ile
tasavvufun, şeyhin elinde müridin bir cenaze olması ve kendisi ile Allah
arasında şeyhi bilmesi gerektiği anlayışı nasıl bağdaştırılabilir?
Hürriyet,
bağımsızlık, sadece Allah'a kulluk, şeref ve haysiyet, izzet ve kahramanlık
dini olan İslâm'ın insana bakışı ile insanı miskinleştiren, ezen, şahsiyetini öldüren,
hayvanlardan ve hatta kâfirlerden daha aşağı derecelere düşüren, şeyh ve mürşit
denilen kişilerin oyuncağı ve kulu yapan tasavvufun anlayışı nasıl aynı
görülebilir?
Vahyin
rehberliği ve Risaletin önderliği neticesinde, daha önce tam anlamıyla barbar
bir cahiliyye hayatı yaşayan o insanlar, tarihin alnında şeref madalyonu olarak
saadet asrının birer sahabesi durumuna gelirken, onların uzlet, zillet,
meskenet, helallerden mahrumiyet ve şahsiyeti öldürme gibi rahiplik yolu ile bu
duruma geldiklerini nasıl söyleyebiliriz?
Kur'ân'da
övülen ve asrısaadet insanı olan ashabın tasavvufun şu veya bu yolunu, şeyhini,
tarikatını izleyerek bu seviyeye geldiklerini hangi akıllı söyleyebilir?
Hayatını Kur'ân-ı Kerim’in canlı bir örneği haline getiren ve ona aykırı bütün
şeyleri ret eden ashap neslinin; sonu gelmeyen uzun tespihleri çekerek, kudüm
ve def çalarak, ney ve kaval üfleyerek, raks ve sema ayinleri düzenleyerek,
kendinden geçip ayakta ve dizüstü çöküp zikir dedikleri danslar yaparak, gazel
ve kasideler okuyarak, rabıta ve silsile ezberleyerek, posta oturup el
öptürerek, fakirhane açıp çile doldurarak, kadın erkek karışıp ışıkları
söndürüp gözleri yumarak ve başları örtüp binlerce virtler çekerek, Allah'ın
dinini yayıyor ve keramet gösterisi yapıyor deyip insanların vücutlarına şişler
batırarak veya bıçaklarla vücutlarını yararak, sihirbaz ve cambazların
yaptıkları gibi avuçta ateşler ve kızgın demirler tutarak ve bütün bunların
üstünde pîr denilen kişiler edinip putlaştırarak bu seviyeye geldiğini kim
iddia edebilir?
Bütün bu
yapılanların İslâm'dan olduğunu ve ona uygun bulunduğunu insan nasıl
söyleyebilir? Felsefesi, pratiği ve yöntemleriyle tasavvufun İslâm'ın nefis
tezkiyesi metodundan ayrı ve uzak olduğu açıktır. Yukarıda ancak bazı yönlerini
sıralayabildiğimiz İslâm'ın nefis tezkiyesi metodu ile tasavvufun nefis
tezkiyesi metodu ve anlayışı birbirinden tamamen farklıdır. Bu tezkiye sonunda
ikisinin sonuçları da çok ayrı olmaktadır.
Tasavvufun
nefislerini güya tezkiye ettiği insanların kimi ulûhiyet ve rububiyet
iddialarında bulunmakta, kimi Allah'ın zatını müşahede ettiği ve arşının üstüne
çıktığını söylemekte, kimi İslâm'la hiçbir ilişkisi bulunmayan ve tamamen
esrarengiz muammalar olan makam, rütbe, sıfat ve unvanlar iddia etmekte, kimi
öldükten sonra da hayatta tasarruf ettiğini söylerken, kimi daha bu dünyadan
melekût âlemini kolaçan ettiğini söylemektedir. İslâm'dan ayrı bir vadide
gelişen tasavvufun kavram ve isimlerine bir göz atıldığında bu gerçek açıkça
görülür.
Tasavvufla
nefislerini tezkiye ettiklerini söyleyenlerin kimi eşyanın hakikatlerini inkâr
ederek ne varsa hepsinin Allah olduğunu söylemekte, kimi gözün gördüğü, kulağın
duyduğu ve kalbin hatırladığı her şeyin bir tarafa atılarak bu organlarla
sadece Allah'ın görülüp, duyulup hatırlanacağını ifade etmekte, kimi velilerin
peygamberlerden üstünlüğünü savunurken, kimi Firavun ve cahiliyye müşrikleri
gibi kâfirlerin gerçekte arif billâh olduğunu iddia etmekte, kimi keramet
göstereyim derken hayvan, cin ve yabani varlıkların suretine girdiğini
söylemekte, kimi oturduğu yerden kâinatı parmağında oynattığını ve dünyanın
öbür ucundaki işleri idare ettiğini belirtmekte, kimi pir ve şeyhinin kalpleri
okuduğu, ğaybe geldiği ve melekût âlemiyle irtibat halinde olduğunu
anlatmaktadır.
Diğer
tarafta Kur'ân ve Sünnet'in tezkiyesiyle tezkiye olan o mübarek nesillerden
herhangi bir kişinin İslâm'la bağdaşmayan ve akılla uyuşmayan bu nevi şeylerden
herhangi birini iddia ettiğini kim söyleyebilir? Bütün çabası Kur'ân ve
Sünnet'i daha iyi anlamak ve yaşamak olan o insanlardan herhangi birinin İslâm
dışı bu gibi şeyleri söylediğini kim iddia
edebilir?
O
mübarek insanlardan hangisi Allah'ta, Rasûlullah'ta fena olmak, melekût âlemini
okumak, levhi mahfuzu mütalaa edip karıştırmak, Allah'ın kader ve kazası üzerinde
tasarruf etmek, ölülerle irtibat kurmak ve onlardan yardım dilemek, kendisi ile
Allah arasında ibadet ve dualarda vasıta koymak, bütün varlıkların Allah
olduğunu iddia etmek, insanın ve özellikle kadının Allah'ın yeryüzündeki sureti
olduğunu söylemek gibi burada sayamayacağımız din dışı iddialarda bulunmuş veya
inançlar taşımıştır?
Tasavvufun
tezkiye ettiği insanlar ile İslâm'ın, yani Kur'ân ve Sünnet'in tezkiye ettiği
insanlar arasındaki fark, ikisinin birbirinden ne kadar uzak ve ayrı olduğunu
göstermiyor mu? Durum böyle iken tasavvufun İslâm ve tasavvuf erbabının
Allah'ın sevgilileri olduğu nasıl söylenebilir?
Şüphe
yok ki toplumda insanlar, Kur'ân-ı Kerim’in eğitiminden uzak kaldıkları ve
Rasûlullah'ın sünnetine yabancı oldukları için tezkiyeyi onlardan başka
alanlarda aramış ve İslâm'a yabancı batıl yollara düşmüşlerdir. Böylece İslâm'a
yabancı yollar toplumda revaç bulmuş ve Kur'ân ile Sünnet eğitimi artık çok
garip karşılanmıştır. Bunun neticesi olarak insanlarla Kur'ân'ın arası açılmış,
mesafeler meydana gelmiştir. Bu boşluğu birtakım insanlar bulanık ve İslâm'a
yabancı kültürleriyle doldurmaya çalışmıştır.
Gündemlerinde
Kur'ân-ı Kerim ve Rasûlullah'ın örnek yaşayışı olacağı yerde, başka insanların
menkıbeleri, bid'atları, keramet
iddiaları, din anlayışları, kimi yerde İslâm'la uyuşan kimi yerlerde de
onunla çelişen yaşayışları olmuş, bunlar örnek alınmış ve gittikçe
kutsallaştırılarak dinin yerine geçirilmiştir.
Bu
insanlar toplantılarında, sohbetlerinde, görüşmelerinde ve tezkiye amacıyla bir
araya geldiklerinde Kur'ân-ı Kerim’i ve Rasûlullah'ın sünnetini okuyup anlama,
öğrenip anlatma ve uygulama yerine, birtakım kişilerin âdâb ve menkıbe
kitaplarını okumakta veya anlatmaktadır. Kur'ân-ı Kerim’de hidayetlerine
uymamız emredilen peygamberlerin tevhit mücadeleleri ve dine davetleri
araştırılıp anlatılacağı, silsile olarak onların ezber okunacağı ve ahlakları
örnek alınacağı yerde, tarikat şeyhlerinden oluşan silsile okunup teberrük
edilmekte, onların çoğu yerde İslâm'a yabancı yaşayış ve tezkiye yolları örnek
alınmaktadır.
Bunların yerini Kur'ân'ın ve Sünnet'in alması
gerekir, insanlara öncelikle Kur'ân ve Sünnet eğitiminin verilmesi gerekir,
deyip öğüt veren ve yol gösterenler olursa, bunlar yadırganmakta, yanlış
anlaşılıp anlatılmakta, hatta hıyanet ve bozgunculuğa kadar varan birtakım
suçlamalarla suçlanmaktadır. Böyle çevrelerde sürekli gündemde tutulan ve
aktüalitesini kaybetmiyen birtakım yaftalar ve şablonlarla lekelenmekte,
insanlar üzerinde olabilecek yönlendirmelerinin önüne bu şekilde setler
çekilmektedir.
Şüphesiz
işlerin bu kadar çığırından çıkması ve hak ile batılın bir nevi yer
değiştirmesi bir anda olmuş bir şey değildir. Aksine uzun zamandır, hatta
asırlardır İslâm toplumunda izlenen eğri yollar ve Kur'ân hidayetinden uzak
eğitim sistemleri ve yolları zamanla bu sonucu doğurmuş ve eğriyi doğru görecek
kadar görüşü çarpık nesillerin yetişmesine yol açmıştır.
Bütün
bunlar müslümanların tekrar Kur'ân-ı Kerîm'e yönelmeleri, inanç, düşünce,
anlayış ve örneğini ondan almaları, ondan beslenip ruhi dünyalarını onunla
şekillendirmeleri, hayatlarını onunla düzenlemeleri, onunla oturup kalkmaları,
gündemlerinde onu tutmaları, bütün işlerinde onu ölçü ve hakem yapmaları,
önünde çekilen perdeleri ve dikilen setleri bertaraf etmelerinin ne kadar
gerekli olduğunu açıkça göstermektedir.
Bütün
bunlar Kur'ân-ı Kerîm'in en güzel tefsiri ve canlı bir örneği olan sünnetin,
saydığımız bütün alanlarda aynı şekilde izlenmesi ve öğrenilmesinin zaruretini
ortaya koymaktadır. Bütün kesimleriyle müslümanların eksiklikleri ve yanlışları
ancak bununla düzelebilir ve yeniden İslâm'ın safiyetine dönülebilir. Bu durum gerçekleşmeden toplumda düzelme
beklemek ve insanların Allah'ın dinine sarılmalarını ummak hayalden öteye
geçmez. Çünkü bu ümmetin başlangıcı ne ile düzelmişse, sonu ve her zamanki
durumu da ancak onunla düzelir. "Şüphesiz bir toplum kendisinde bulunan
şeyleri değiştirmedikçe, Allah onların bu şeylerini (durumlarını)
değiştirmez." (Ra'd, 11)
Tarikat
olayı da aynı şekildedir. Hz. Peygamber ve ashabı zamanında tarikat, şeyh,
mürid, âdâb, hücrelerde çile doldurma ve nefsi öldürme gibi şeylere
raslamadığımız gibi tasavvuf kültürü ve felsefesinin oluşturduğu terminolojiye
de raslamıyoruz. Vahdet-i vücud, vahdet-i şuhud, fakr, sekr, sahv, mahv, aşk,
fena, tevessül, istiğase, rabıta, hakikat-ı muhammediyye, hatemü'l-evliya,
aktab, evtad, ğavs, keşf, feyiz, ehadiyyet, vahidiyyet, tekke, derviş, şeyh,
mürid, kuddise sırruhu, kuddise nuruhu, kuddise ruhuhu gibi izahı ciltlere
varan tasavvuf kavram ve uygulamalarının hiçbirine rastlamıyoruz.
İslâm'ın
bütününden koparılan ve tasavvufa monte edilen ahlak, tevazu, edeb, itaat,
teslimiyet, istiğfar, tesbih ve zikir, haramlardan sakınma ve şeytana uymama
gibi birtakım terimlerin ancak İslâm'ın bütünlüğü içinde gerçek anlamlarını
taşıyabileceği ve bu anlamların tasavvuf dininde giydirilen anlamlarla
ilgisinin bulunmadığı bir gerçektir. Bunlara İslâmî terimler veya anlamlar
yerine tasavvufi terimler veya anlamlar olarak bakmak da hem İslâm'a haksızlık,
hem de büyük bir yanlışlık olur.
Böyle
olunca ne oldu? Fetihlerle beraber ve daha sonra İslâm'a giren birtakım
milletler beraberlerinde eski dinsel ve kültürel hayatlarının bazı unsurlarını
getirdiler ve yaşattılar. Türkler'in Şamanizm, İranlılar'ın Mani ve Zerdüşt
inançları, Hintliler'in Budizm ve Brahmanizm dinleri, Ortadoğu'daki Hrıstiyan
ve Yahudi unsurların dinleri, Kuzey Afrika'nın yöresel dini anlayış ve
yaşayışları, Eski Yunan inanç ve felsefeleri İslâm'a giren insanlarla beraber
değişik şekil ve oranlarda İslâmî hayata sızarak sindi.
Cahiliyye
devrinde Arap müşriklerinin sahip olduğu ve uçan kuştan deve yavrusuna kadar
çok sayıda cahilî inanç unsurlarının zamanla toplumda hortlaması da buna
dâhildir. Mesela birtakım gün ve gecelerin uğursuzluğu, ocak anlayışı,
nazarboncuğu, kapıya, tarla ve bahçeye birtakım fetişlerin asılması ve
dikilmesi, şu gün ve saatte birtakım işlerin yapılmasının uğur veya uğursuzluğu
gibi inançların eski dini inançların devamı olduğu bilinmektedir.
Hatta
şeyhliğini veya seyyidliğini ilan eden birtakım ailelerin kendilerine
"Ocak" adını vermeleri de bu inanca dayanmaktadır. Kabirlerle
tevessül, kabirler üzerine bina yapma, kabirleri ziyaret edinme, onlar için
mevlidler düzenleme, ruhlarının hayatta tasarruf ettiğine inanma gibi
inançların da İslâm öncesi dinlerden ve ehli kitap inançlarından geldiği bir
vakıadır.
Türbelere
mum yakma, ağaçlara bez parçası bağlama inançları da bu eski inançların
kalıntılarındandır. Batın fıkhı ve zahir fıkhı yahut dinin batını ve zahiri
olduğu inancı da bu anlayışın bir devamıdır. Aynı şekilde tasavvuftaki fena,
makam, vahdet-i vücut, vahdet-i Şuhut, tecelli, ehadiyyet-vahidiyyet, ğavs,
kutup, ruhların tasarrufu ve ruhlardan istimdat, felekler ve benzeri inançlar
da eski Yunan kültür ve felsefesinden gelmektedir.
Nitekim
vahdet-i vücudun panteizm olup olmadığı tartışmalarının bugüne kadar devam
etmesi de bunun bir ifadesidir. Bütün bunlar ve burada sayamayacağımız daha pek
çok şeyin İslâm toplumunda temelsiz kalması düşünülemezdi. En başta tarikat
sisteminin İslâmî bir temele oturtulması gerekiyordu. Onun için hadis
rivayetindeki senet sistemine benzer bir tarikat senedi sistemi düzenlendi.
Kimi
tarikatlar, falan filandan aldı sistemiyle Hz. Ebu Bekir'e ve oradan
Rasûlullah'a dayandırılırken, kimileri de Hz. Ali ve oradan Rasûlullah'a
dayandırıldı. Kimisi bu geçişin Hira Mağarası'nda gizlilik içinde olduğunu
söylerken, kimisi de evde yahut vadide yine gizlilik içinde Hz. Peygamber ile
Hz. Ali arasında olduğunu söyledi.
Böylece
bütün insanlığa gelen dinin özü, ruhu, zübdesi, ihsanı, ihlâsı ve takvası,
kısaca tasavvufun deyimiyle, işe yarayanı Hz. Peygamber'in hayatında bütün
ashap arasından sadece bir kişiye tebliğ edilip diğer bütün ashap neslinin
bundan mahrum bırakıldığı da iftira edilmiş oldu. Hem de Yüce Allah'ın "Ey
Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun
elçiliğini yapmamış olursun..." (Maide, 67) buyurmasına rağmen!
Veda
haccında yüz bini aşan ashabın huzurunda Allah'ın dinini bütünüyle tebliğ
ettiğini Rasûlullah'ın ilan etmesi ve orada bulunanları buna şahit göstermesi,
dini tebliğ ettiğine Allah'ı da şahit tutmasına rağmen! Hâlbuki tarikat
sistemini İslâmî temele oturtacağız diye Hz. Peygamber'e ve onun pak ashabına
bu kadar korkunç iftira edileceği yerde İslâmî çerçeve içinde kalan ve çağın
gereklerine en iyi cevap veren bir eğitim sistemi yahut yolu ile din insanlara
anlatılsaydı ve İslâm'ın öngördüğü şekilde nefis tezkiyesi cihetine gidilseydi
çok daha iyi olurdu.
Dine ve
onu tebliğ eden Hz. Peygamber'e iftira etmeden insanların ilim öğrenmesi, bunun
için bir âlime gidip kendisinden okuması, öğretim görmesi, âlimlerin
sohbetlerinde bulunması, vaaz ve nasihatlerini dinlemesi, örnek yaşayışlarını
ve ahlakını alması, Rasûlullah'ın ve ashabın sünnetine uyarak bütün
şekilleriyle nafile ibadetlerde bulunması, dini insanlara tebliğ ve hayra
teşvik etmesi gibi bir yol benimsenseydi İslâm ümmeti için çok daha hayırlı
olurdu. İnsanlara batıl, hak olarak gösterilmeyip, ashabın, tabiin ve
etbauttabiin yolu izlenseydi elbette çok daha yerinde olurdu.
Böylece
dinde bidat çıkarılmamış ve insanlar Allah'ın dininden başka yönlere çekilmemiş
olurdu.
Mamafih geçmişte işlenen bir yanlışı devam ettirmenin ve üzerinde ısrar
etmenin hiçbir yararı yoktur.
Kişinin hatasını bilip ondan dönmesi ve hakkı
benimsemesi kadar büyük fazilet olmaz. Bugün tarikat çevrelerinin bizce yapması
gereken şey, bunu insanlara duyurmak ve hatadan dönerek durumu tashih etmektir.
Hak ile batılın karıştığı tasavvuf felsefesini ve bid'atlarını bırakıp Kur'ân-ı
Kerim’e ve Rasûlullah'ın sünnetine yönelmektir. İslâm'ın tabiatına uymayan
kurumsallaşmayı bırakıp insanları Allah'ın dinine yöneltmektir. Bu da, İslâm'a
girerken insanların sahip oldukları birçok şeyleri bırakmaları onlara nasıl zor
gelmiyorsa tarikat çevrelerine de zor gelmemelidir. Amaç Allah'ın rızasını
kazanmak ve Resulü’nün yolunu izlemek ise, hatadan dönmek ve bid'atları terk
etmek insanlara zor gelmemelidir.
Puran Tilmiz, 08.11.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü