9 Kasım 2014 Pazar

SA981/KY1-CÇ83: Bilmiyorlar

“İşte böyledir büyükler” diyorum içimden. Kendilerini bende görmenin mutluluğunu çok görmemem gerektiğini biliyorum. Ve çok görmüyorum.


Ne desem ki! Onlar benim annem ve babam. Biliyorum; benim iyiliğim için çırpınıyorlar. Benim iyiliğim.. babamın bütün derdi okuduğu kitapları bana da okutmak. Hele bir de heveslendirme oyunları yok mu? Ah canım babam! Kendisinin hoşuna gittiği için benim de hoşuma gideceğini sanıyor. Sanıyor ki bir iki sayfa okusam bir daha elimden düşürmem.. onu mutlu etmek için okuyor gibi yapıyorum..dün de “Sinekli Bakkal” adlı kitabı getirdi. Güldüm. Gülüşümü sevindiğime yordu.

Görmüştüm o kitabı.. okuldan bir arkadaşım hararetli, hararetli okuyordu. Yalandan ne çıkar, ilgimi çekti. Bıraktığında aldım.. şöyle bir göz gezdirdim.. sevmedim. Belki öğretmenim de kızacak bu sözüme.. iyi de sevmek zorunda mıyım? Sevgi zorla olan mıdır? Evet.. okur görünürüm.. sahte bir sevinç yerleştiririm yüzüme ve:

“Aa! Ne güzel bir kitap! Ne hüzünlü..ne heyecanlı.. o kadar etkilenmişim ki bir an kendimi kitabın kahramanı Rabia sandım!”

Hayır. Hiç, hem de hiç hoşuma gitmedi. Biriktirdiğim harçlığımla aldığım “ Küçük Prens” adlı kitabı okuyunca her şeyi daha bir net gördüm. Ve anladım ki; babam, annem kendilerini bende sürdürmek istiyorlar. Benim için düşündükleri iyilikler kendilerini noksansız bir biçimde kendimde gösterebileceklerini umdukları şeyler. Onların iyi belledikleri şeyler kendilerinde olmasını istedikleri şeyler.

Öğretmenim de öyle. Ve sanırım bunun farkında bile değiller. Farkında olsalar.. ah bir farkında olsalar bende yaşamaya çalışacakları yerde kendilerini yaşamaya gayret gösterirler. Sinekli Bakkal’ın yazarı benim gördüğüm hiçbir şeyi görmüş değil. Bu bir eksiklik değil. Ama karıştırdığı şey kendi gördüklerinin sürekli oluşunu sanması. Eh! Nihayetinde o da bir büyük! Kendisinin sevmediği ne kadar şey varsa kötü kahramanında. Kendisinin ne kadar sevdiği şey varsa iyi kahramanda.

Aman her neyse.. sevemedim. Bak Köroğlu hoşuma gitti. Köroğlu bu günde yaşayabilir. Hatta vardır bile kim bilir. Bizim sınıftan Erhan’ın kimi tavırları Köroğlu’nu andırıyor. Çelimsiz falan ama.. haksızlığa karşı asla susmuyor. Biraz da -kendisince- çaresiz gördüklerini kanatları altına almaya çalışıyor.. belki okumuştur Köroğlu’nu.

Okumamış da olabilir. Okul başlayınca öğrenirim nasılsa.. kararımı verdim; sezdirmeden oyununu devam ettirmesine yardım edeceğim. Ama biraz, biraz kızdırmıyor değil beni.. pek bir havalara bürünüyor bazen nedense. Hiç durup dururken. İşte o zaman şeytan diyor ki; o kıvırcık saçlarını şöyle bir yol! Burnu havalarda oluyor.

Her neyse.. babam yine pek bir güleç yüzle geldi yanıma.. mutlaka ya okuduğu ya da okumayı isteyip de okuyamadığı bir kitap alıp geldi. Her Cuma bu böyle.. haftada bir kitap.. niye? Bilgisayar var.. arkadaşlarım var.. hem bazen okumak sıkıcı geliyor.. insan bazen nefes almaktan bile sıkılıyor.. bunu bilmezden nasıl geliyorlar.. doğrusu anlamış değilim..

Sanki kendileri hiç çocuk olmadılar.. işte bu yaşlarında bile.. yüzlerinden belli oluyor sıkıldıkları, ama itiraf edemiyorlar. Ben, “Canım sıkılıyor!” dediğimde güya şaşırmışlar da, “Bu yaşta ne can sıkıntısı!” karşılığını veriyorlar.

Tuhaf. Canımız bile büyüyünce sıkılacak! Ben de büyüdüğümde böyle mi olacağım? Ah, bu mümkün elbet! Aklımda tutmalıyım.. aklımda tutmak için de işte bu günlüğü icat ettim kendime. Her bir şeyi, büyüdüğümde de lazım olacak olan her bir şeyi elbet, yazmalıyım. Bütün her şeyi yazarsam abur-cubur bir şey olur.

Bu sıralar babamın canı çerez çekiyor olmalı. Akşam bir hayli heyecanla çerezlerden söz etti. Kitaplar için yaptığı bir örnekleme. Beynimizin gıdası kitaplarmış. Olabilir. Belki de öyledir. Bu gıdalar da; bir) Öğün yemekler, iki) Çerezler, üç) Abur-cuburlar imiş. Nasıl ki öğün yemekler asla aksatmamamız gereken yemeklermiş. Ve bunlarda da proteinler, vitaminler yönünden zengin yiyeceklermiş.. onları mutlaka tüketmeliymişiz. Hani çerez olmasa da olurmuş. Ama yine de tadı-tuzu olduklarından aranırlarmış.

Çok ciddi bir biçimde anlatıyordu. Fevkalade ciddiydi. Kitaplar da işte böyleymiş.. öğün yemeklerden olanlar mutlaka okunmalıymış.. bunlar da klasiklermiş. Yerli yabancı klasik eserler mutlaka.. bir bir sayınca baktım hep kendi okudukları. Kendi okumadığı ne kadar kitap varsa çerezdi.. bir de abur cubur. Sözünü bitirince kalktım beni büyüleyen “Küçük Prens”i getirdim, okuyup-okumadığını sordum. Sanki bilmiyormuşum gibi.. çünkü okumuş olsaydı, görmüş olsaydı şimdiye çoktan getirmiş ve önemine ilişkin bir sürü şey söylemişti. Şöyle bir baktı,

“İyi bir öğünden sonra yenilebilecek çerezlere örnek..” dedi bilmiş, bilmiş. Sonra da gizli, gizli okuduğunu gördüm. Hiç belli etmedim. Artık elinde görmeyince bir bahaneyle yeniden sordum.. onun için çerez olmaktan çıkmış bilge bir kitap olmuştu. Unutmuştu çerez dediğini. Ben de hatırlatmadım. Benim için çırpındığını biliyorum.

Ve annem.. hemen her şeyi yaşıma uygunluğuyla test eden annem.. giyeceklerin, yaşa uygunluğunu anlıyorum. Yiyeceklerde de öyle.. örneğin hiç yüzlerini buruşturmadan yedikleri acı biberleri on üç yaşımda olmama karşın yiyemiyorum. Filmlerde de o ölçüyü kabul ediyorum. Tabi süslenmede yaşa pek aklıma yatmıyor ama.. sineye çekiyorum.

Belki de doğrudur cildimin sivilcelere boğulacağı.. yaşlanınca ciltte kusurlar ortaya çıkıyormuş ve o kusurları örtmek için bir şeyler gerekiyor. Ama babam yüzüne bir şeyler sürmüyor. Erkeklerin makyaj yapması da doğru değilmiş. Sebebi yok. Kadın olmadıkları için. Tek sebep bu. Bu da pek akıllıca bir sebep değil. Aynanın karşısında babamı makyaj yaparken düşünüyorum da.. doğrusu çok komik geliyor. Bazen üçümüz bir aradayken gözlerimin önüne getiriyorum.. gülünce ikisi birden bana bakıyor.. ben de kendimi toparlıyorum ve,

“Ne var? diyorum. "Melekler güldürüyor! Suzan teyzenin kundaktaki kızını güldürüyorlar ya!”

Pek bir şenleniyor ikisinin de yüzü. Paylaşamıyorlar sarılıp kucaklamada.

Kitapta yaş ölçütünü aklım hiç almıyor. Bilmediğim sözcüklerin çok oluşu mu? Sözlük var. Bir de eğretileme, mecaz dedikleri şey.. yine sözlük var.. hem öyle fazla da mecaz  çıkmıyor karşıma..  

İşte Dostoyevski’nin “Zavallılar”ını gizliden gizliye okudum. Ve pek de hoşuma gitti. Ama yazara kızdım. Sanki “Nelli”yi öldürmeseydi ne olurdu? Hem de kitabın sonuna doğru. O kadar anlatmışsın. Ölmese ne olurdu yani? İşte kendisi de ölmüş. Kim düzeltecek.. bence o son öyle olmamalıydı. 
Acaba yazarı kimse uyarmamış mıdır? Büyük bir ihtimalle uyarılmamıştır. Çünkü hep büyükler okumuştur. Benim yaşımda birileri okumuş olsa mutlaka uyarırdı ve belki de yazar düzeltirdi mesela derdi ki:

“Doktorlar öldü sanmış. Ama Vanya kıyamamış gömülmesine. Biraz beklemiş. Sonra bir de bakmış ki Nelli gözlerini açmış kendisine gülüyor.”

Bu kadar basit. Ama nerden bilecek yazar.. o da bir büyük işte. Yine de gerçekten çok güzeldi. 

Annem elimde görür diye ödüm koptu. Gerçi fazla kızmaz. Fakat başlardı niye okumamam gerektiğini bu yaşta bunları.. onlar, “Okuma! Yaşına hiç uygun değil!” dedikçe daha bir hırslanıyorum.

Şimdi de “Yoksulluk İçimizde” diye bir öykü kitabını okuyorum gizliden gizliye. Yaşımın tutmadığı kitaplardan bu da. Ben de “İşte böyledir büyükler” diyorum içimden. Kendilerini bende görmenin mutluluğunu çok görmemem gerektiğini biliyorum. Ve çok görmüyorum.

Doğrusu bu “Yoksulluk İçimizde” biraz dağınık. Gel-gitler var. Toparlayamıyorum. Yaşa uygunlukla ilgisi bu olmalı. Biraz çetrefilli.. bulmacamsı bir şey. Anneme götürüp sorsam,

“Anne bu nasıl?”

 Mutlaka “ Güzel!” diyecek. Güzel. Ben üsteleyeceğim,

“Nasıl yani?” elimden alıp bakacak. Sonra mutfağa yönelecek ve biraz da öfkeli bir sesle:

“Kızım ne bileyim işte.. çok uzun zaman önce okumuşumdur..bak işten döndüm..yorgunum ve akşama yemek yapacağım..git bilgisayarla oyna.. ille de kitap okuyacaksan Kaşağı’yı oku..üç gün oldu alınalı.. yüzünü bile açmadın sen.”

Evet, böyle diyecek. Yorgun. Doğru işten geldi. Yemek yapılacak. Ben ya bilgisayara ya diğer oyuncaklara döneceğim. Doğru yorgun. Ama ben olsam.. ben büyüdüğümde kızıma böyle yapmayacağım.. ne kadar yorgunda olsam eve döndüğümde kızıma alışkanlıkla sarılıp hemen mutfağa geçmeyeceğim. Yok böyle bir şey! Sarılıp öpüp-okşadıktan sonra biraz, azıcık soluk alıp kızımla yan yana oturacağım. Eğer dizlerim ağrımıyorsa kucağıma oturtacağım. Ve,

“Ee, Bebeğim günün nasıl geçti?” diye soracağım. “Neler yaptın bu gün? Yeni birini, yeni bir şeyi tanıdın mı? Nasıl biriydi? Neydi? Demek falan kitaba başladın! Neden söz ediyor? Kitapta çocuk var mı? Çocuğun adı ne? Annesi babası nasıl biri? İşte böyle konuşacağım. Varsın bir-iki saat geç olsun yemek. Hatta geçiştirelim.. bir şeyler atıştırıp geçiştirelim.” Olmaz! Ben eve, işten eve gelsem kızıma sarılır bütün yorgunluğumu unuturum. Zaman zaman annem yapıyor bunu.

“Sana sarılınca geçti yorgunluğum!”

Bu söz her şeye bedel anne.. bak bu söz, bu tavır benim tek kılavuzum olacak çocuklarıma karşı.

“Yoksulluk İçimizde”yi babama soramam. O yazarın hayat hikayesinden başlar. Hatta keyfi yerindeyse kitabın tarihçesinden. El yazmalarından baskıya geçiş.. matbaanın bulunuşu.. kitabın yaygınlaşışı.. sorduğum kitaba gelinceye kadar bende heves kalır mı?

“Yeter baba sıktın!” da diyemiyorum. Kızacağından değil. Babamın kızdığını hiç hatırlamam. İkimiz arasındaki dilazarlık ikimizin de hoşuna gider. Başkalarının yanında değil de ikimiz baş başayken. 

Annem bizim öyle konuşmalarımıza şahit oldu mu ver yansın ediyor.. hem babama, hem bana..
“O nasıl konuşma öyle! İnsan babasına sıktın der mi? Bu kızı sen şımartıyorsun.. sonra önünü alamazsın!” 

Babam kızmaz. Ama öğretme hevesiyle yanıma yaklaştığında cinnet geçirecek gibi olurum. Yine de üzülmesin diye fazla müdahale etmem.

“Özetleyerek anlatamaz mısın baba?” derim. O da kaşlarını çatarak, “Aceleniz mi var küçük hanım?” diye sorar.

Tabi ne acelem var ki.. bu acele niye? Belki o anlatılanların cahili kalmak istiyorum. Cahili olmak istiyorum. Şimdi dünyanın bir zamanlar düz olduğuna dair inanışlar varmış dünyanın bir kısmında.. hatta ciltler dolusu kitaplar bile yazılmışmış.. bunu bilmemin ne anlamı var! Hiç! Detaylar gözü kör eder.. bunun farkına varması gerek. Ama hangi büyük bunu anlar ki.. hangi büyük? Hangi?

Öyle canım sıkılıyor ki.. Vuslatla görüştüm. Sınıf arkadaşım. Sırdaşız. Bir iki sevmediğim huyu var.. hoş görüyorum. Benim de onun hoşuna gitmeyen taraflarım vardır.. ben söylemediğim için o da bana söyleyemiyordur. Biraz fazla geveze..

Erhan’ların tayini çıkmış. Başka bir şehirde okuyacak artık. Oysa ben ona oynadığı oyunda yardımcı olmayı düşünmüştüm bu sene.

Yaşıma uygun olmadığı söylenen Mesnevi’den biraz önce sanki benim durumumu anlatır bir beyit okudum.. diyor ki “Adamın birinin bir testisi varmış suyu yokmuş.. suyu bulunca testisi kırılmış..”

İşte benim de testim kırıldı. Kimi şeyler var ki insan ne kadar isterse istesin o şey olmuyor. Hadi bakalım nasıl Köroğlu’nu oynamasında yardımcı olabilirim Erhan’ın? Erhan elimde bomboş duruyordu.. bana sataşanları nasıl da püskürtürdü. Bense ona kuru bir teşekkürü bile çok görürdüm.

Bir de ona burnu havada dedim. Asıl burnu havada olan benmişim. Suyu buldum.. ama işte testi kırıldı. Mesnevî niye yaşıma uygun değilmiş? Anladığım yerler var.. anlamadığım yerler.. canım Kaşağı’yı okumak istemiyor. En iyisi gün batımını izleyen Küçük Prens’e misafir gitmek. Küçük prensi alırken bana Şeker Portakalı’nı satmaya çalışan ablaya iyi ki aldanıp ta dediğini almadım. Zaten en çok sinirlendiğim de bu.

“Bu daha güzel!”

Hadi ya! Sen benim güzelimi biliyor musun? Yok! Bak daha kitapları gezerken bana el etmişti Küçük Prens. Şeker Portakalı dilini çıkarmıştı. Ben gördüm. Ama sen görebilir misin?

Vuslat bana telefonda kesin dil çıkardı. Bir de sırdaşım olacak. Bir de sırdaş olacağız.. küstüm. Ama belli etmedim. Niye öyle gülerek bir şeyler anlatmaya bayılır ki? Niye? Testi kırılmadan sormalıyım.. Vuslatı gerçekten severim. Küssem de severim. O da beni sever. Biz sırdaşız. Birlikte kovalamaca oynarız. Birlikte dolaşırız ders aralarında.

Keşke güler gibi yapmasaydı telefonda. Dil çıkarmasaydı keşke. Annemin ayak sesleri geliyor merdivenlerden. Demek akşam olmuş. Ona en sevdiği yemeği yaptım.. bakalım beğenecek mi?

İhtimal kızar. Ama işten gelince pek yorgun oluyor. Ve beni kucağına oturtup dinlemiyor.. oysa bugün kucağına alıp saatlerce öyle tutmalı. Yemek sıkıntısı da yok. Ona dalyan köfte yaptım!


 Cemal Çalık, 09.11.2014,  Konuk Yazarlar,  Sonsuz Ark, Öykü, Kitap



Seçkin Deniz Twitter Akışı