“İşte
böyledir büyükler” diyorum içimden. Kendilerini bende görmenin mutluluğunu çok
görmemem gerektiğini biliyorum. Ve çok görmüyorum.
Ne desem
ki! Onlar benim annem ve babam. Biliyorum; benim iyiliğim için çırpınıyorlar.
Benim iyiliğim.. babamın bütün derdi okuduğu kitapları bana da okutmak. Hele
bir de heveslendirme oyunları yok mu? Ah canım babam! Kendisinin hoşuna gittiği
için benim de hoşuma gideceğini sanıyor. Sanıyor ki bir iki sayfa okusam bir
daha elimden düşürmem.. onu mutlu etmek için okuyor gibi yapıyorum..dün de
“Sinekli Bakkal” adlı kitabı getirdi. Güldüm. Gülüşümü sevindiğime yordu.
Görmüştüm
o kitabı.. okuldan bir arkadaşım hararetli, hararetli okuyordu. Yalandan ne
çıkar, ilgimi çekti. Bıraktığında aldım.. şöyle bir göz gezdirdim.. sevmedim.
Belki öğretmenim de kızacak bu sözüme.. iyi de sevmek zorunda mıyım? Sevgi
zorla olan mıdır? Evet.. okur görünürüm.. sahte bir sevinç yerleştiririm yüzüme
ve:
“Aa! Ne
güzel bir kitap! Ne hüzünlü..ne heyecanlı.. o kadar etkilenmişim ki bir an
kendimi kitabın kahramanı Rabia sandım!”
Hayır.
Hiç, hem de hiç hoşuma gitmedi. Biriktirdiğim harçlığımla aldığım “ Küçük
Prens” adlı kitabı okuyunca her şeyi daha bir net gördüm. Ve anladım ki; babam,
annem kendilerini bende sürdürmek istiyorlar. Benim için düşündükleri iyilikler
kendilerini noksansız bir biçimde kendimde gösterebileceklerini umdukları
şeyler. Onların iyi belledikleri şeyler kendilerinde olmasını istedikleri
şeyler.
Öğretmenim
de öyle. Ve sanırım bunun farkında bile değiller. Farkında olsalar.. ah bir
farkında olsalar bende yaşamaya çalışacakları yerde kendilerini yaşamaya gayret
gösterirler. Sinekli Bakkal’ın yazarı benim gördüğüm hiçbir şeyi görmüş değil.
Bu bir eksiklik değil. Ama karıştırdığı şey kendi gördüklerinin sürekli oluşunu
sanması. Eh! Nihayetinde o da bir büyük! Kendisinin sevmediği ne kadar şey
varsa kötü kahramanında. Kendisinin ne kadar sevdiği şey varsa iyi kahramanda.
Aman her
neyse.. sevemedim. Bak Köroğlu hoşuma gitti. Köroğlu bu günde yaşayabilir.
Hatta vardır bile kim bilir. Bizim sınıftan Erhan’ın kimi tavırları Köroğlu’nu
andırıyor. Çelimsiz falan ama.. haksızlığa karşı asla susmuyor. Biraz da -kendisince-
çaresiz gördüklerini kanatları altına almaya çalışıyor.. belki okumuştur
Köroğlu’nu.
Okumamış
da olabilir. Okul başlayınca öğrenirim nasılsa.. kararımı verdim; sezdirmeden
oyununu devam ettirmesine yardım edeceğim. Ama biraz, biraz kızdırmıyor değil
beni.. pek bir havalara bürünüyor bazen nedense. Hiç durup dururken. İşte o
zaman şeytan diyor ki; o kıvırcık saçlarını şöyle bir yol! Burnu havalarda
oluyor.
Her
neyse.. babam yine pek bir güleç yüzle geldi yanıma.. mutlaka ya okuduğu ya da
okumayı isteyip de okuyamadığı bir kitap alıp geldi. Her Cuma bu böyle..
haftada bir kitap.. niye? Bilgisayar var.. arkadaşlarım var.. hem bazen okumak
sıkıcı geliyor.. insan bazen nefes almaktan bile sıkılıyor.. bunu bilmezden
nasıl geliyorlar.. doğrusu anlamış değilim..
Sanki
kendileri hiç çocuk olmadılar.. işte bu yaşlarında bile.. yüzlerinden belli
oluyor sıkıldıkları, ama itiraf edemiyorlar. Ben, “Canım sıkılıyor!” dediğimde
güya şaşırmışlar da, “Bu yaşta ne can sıkıntısı!” karşılığını veriyorlar.
Tuhaf.
Canımız bile büyüyünce sıkılacak! Ben de büyüdüğümde böyle mi olacağım? Ah, bu
mümkün elbet! Aklımda tutmalıyım.. aklımda tutmak için de işte bu günlüğü icat
ettim kendime. Her bir şeyi, büyüdüğümde de lazım olacak olan her bir şeyi
elbet, yazmalıyım. Bütün her şeyi yazarsam abur-cubur bir şey olur.
Bu
sıralar babamın canı çerez çekiyor olmalı. Akşam bir hayli heyecanla
çerezlerden söz etti. Kitaplar için yaptığı bir örnekleme. Beynimizin gıdası
kitaplarmış. Olabilir. Belki de öyledir. Bu gıdalar da; bir) Öğün yemekler,
iki) Çerezler, üç) Abur-cuburlar imiş. Nasıl ki öğün yemekler asla aksatmamamız
gereken yemeklermiş. Ve bunlarda da proteinler, vitaminler yönünden zengin
yiyeceklermiş.. onları mutlaka tüketmeliymişiz. Hani çerez olmasa da olurmuş.
Ama yine de tadı-tuzu olduklarından aranırlarmış.
Çok
ciddi bir biçimde anlatıyordu. Fevkalade ciddiydi. Kitaplar da işte böyleymiş..
öğün yemeklerden olanlar mutlaka okunmalıymış.. bunlar da klasiklermiş. Yerli
yabancı klasik eserler mutlaka.. bir bir sayınca baktım hep kendi okudukları.
Kendi okumadığı ne kadar kitap varsa çerezdi.. bir de abur cubur. Sözünü bitirince
kalktım beni büyüleyen “Küçük Prens”i getirdim, okuyup-okumadığını sordum.
Sanki bilmiyormuşum gibi.. çünkü okumuş olsaydı, görmüş olsaydı şimdiye çoktan
getirmiş ve önemine ilişkin bir sürü şey söylemişti. Şöyle bir baktı,
“İyi bir
öğünden sonra yenilebilecek çerezlere örnek..” dedi bilmiş, bilmiş. Sonra da
gizli, gizli okuduğunu gördüm. Hiç belli etmedim. Artık elinde görmeyince bir
bahaneyle yeniden sordum.. onun için çerez olmaktan çıkmış bilge bir kitap
olmuştu. Unutmuştu çerez dediğini. Ben de hatırlatmadım. Benim için
çırpındığını biliyorum.
Ve
annem.. hemen her şeyi yaşıma uygunluğuyla test eden annem.. giyeceklerin, yaşa
uygunluğunu anlıyorum. Yiyeceklerde de öyle.. örneğin hiç yüzlerini
buruşturmadan yedikleri acı biberleri on üç yaşımda olmama karşın yiyemiyorum.
Filmlerde de o ölçüyü kabul ediyorum. Tabi süslenmede yaşa pek aklıma yatmıyor
ama.. sineye çekiyorum.
Belki de
doğrudur cildimin sivilcelere boğulacağı.. yaşlanınca ciltte kusurlar ortaya
çıkıyormuş ve o kusurları örtmek için bir şeyler gerekiyor. Ama babam yüzüne
bir şeyler sürmüyor. Erkeklerin makyaj yapması da doğru değilmiş. Sebebi yok.
Kadın olmadıkları için. Tek sebep bu. Bu da pek akıllıca bir sebep değil.
Aynanın karşısında babamı makyaj yaparken düşünüyorum da.. doğrusu çok komik
geliyor. Bazen üçümüz bir aradayken gözlerimin önüne getiriyorum.. gülünce
ikisi birden bana bakıyor.. ben de kendimi toparlıyorum ve,
“Ne
var? diyorum. "Melekler güldürüyor! Suzan teyzenin kundaktaki kızını
güldürüyorlar ya!”
Pek bir
şenleniyor ikisinin de yüzü. Paylaşamıyorlar sarılıp kucaklamada.
Kitapta
yaş ölçütünü aklım hiç almıyor. Bilmediğim sözcüklerin çok oluşu mu? Sözlük
var. Bir de eğretileme, mecaz dedikleri şey.. yine sözlük var.. hem öyle fazla
da mecaz çıkmıyor karşıma..
İşte
Dostoyevski’nin “Zavallılar”ını gizliden gizliye okudum. Ve pek de hoşuma
gitti. Ama yazara kızdım. Sanki “Nelli”yi öldürmeseydi ne olurdu? Hem de
kitabın sonuna doğru. O kadar anlatmışsın. Ölmese ne olurdu yani? İşte kendisi
de ölmüş. Kim düzeltecek.. bence o son öyle olmamalıydı.
Acaba yazarı kimse
uyarmamış mıdır? Büyük bir ihtimalle uyarılmamıştır. Çünkü hep büyükler
okumuştur. Benim yaşımda birileri okumuş olsa mutlaka uyarırdı ve belki de yazar
düzeltirdi mesela derdi ki:
“Doktorlar
öldü sanmış. Ama Vanya kıyamamış gömülmesine. Biraz beklemiş. Sonra bir de
bakmış ki Nelli gözlerini açmış kendisine gülüyor.”
Bu kadar
basit. Ama nerden bilecek yazar.. o da bir büyük işte. Yine de gerçekten çok
güzeldi.
Annem elimde görür diye ödüm koptu. Gerçi fazla kızmaz. Fakat başlardı
niye okumamam gerektiğini bu yaşta bunları.. onlar, “Okuma! Yaşına hiç uygun
değil!” dedikçe daha bir hırslanıyorum.
Şimdi de
“Yoksulluk İçimizde” diye bir öykü kitabını okuyorum gizliden gizliye. Yaşımın
tutmadığı kitaplardan bu da. Ben de “İşte böyledir büyükler” diyorum içimden.
Kendilerini bende görmenin mutluluğunu çok görmemem gerektiğini biliyorum. Ve
çok görmüyorum.
Doğrusu
bu “Yoksulluk İçimizde” biraz dağınık. Gel-gitler var. Toparlayamıyorum. Yaşa
uygunlukla ilgisi bu olmalı. Biraz çetrefilli.. bulmacamsı bir şey. Anneme
götürüp sorsam,
“Anne bu
nasıl?”
Mutlaka “ Güzel!” diyecek. Güzel. Ben
üsteleyeceğim,
“Nasıl
yani?” elimden alıp bakacak. Sonra mutfağa yönelecek ve biraz da öfkeli bir
sesle:
“Kızım
ne bileyim işte.. çok uzun zaman önce okumuşumdur..bak işten döndüm..yorgunum
ve akşama yemek yapacağım..git bilgisayarla oyna.. ille de kitap okuyacaksan
Kaşağı’yı oku..üç gün oldu alınalı.. yüzünü bile açmadın sen.”
Evet,
böyle diyecek. Yorgun. Doğru işten geldi. Yemek yapılacak. Ben ya bilgisayara
ya diğer oyuncaklara döneceğim. Doğru yorgun. Ama ben olsam.. ben büyüdüğümde
kızıma böyle yapmayacağım.. ne kadar yorgunda olsam eve döndüğümde kızıma
alışkanlıkla sarılıp hemen mutfağa geçmeyeceğim. Yok böyle bir şey! Sarılıp
öpüp-okşadıktan sonra biraz, azıcık soluk alıp kızımla yan yana oturacağım.
Eğer dizlerim ağrımıyorsa kucağıma oturtacağım. Ve,
“Ee, Bebeğim
günün nasıl geçti?” diye soracağım. “Neler yaptın bu gün? Yeni birini, yeni bir
şeyi tanıdın mı? Nasıl biriydi? Neydi? Demek falan kitaba başladın! Neden söz
ediyor? Kitapta çocuk var mı? Çocuğun adı ne? Annesi babası nasıl biri? İşte
böyle konuşacağım. Varsın bir-iki saat geç olsun yemek. Hatta geçiştirelim..
bir şeyler atıştırıp geçiştirelim.” Olmaz! Ben eve, işten eve gelsem kızıma
sarılır bütün yorgunluğumu unuturum. Zaman zaman annem yapıyor bunu.
“Sana
sarılınca geçti yorgunluğum!”
Bu söz
her şeye bedel anne.. bak bu söz, bu tavır benim tek kılavuzum olacak
çocuklarıma karşı.
“Yoksulluk
İçimizde”yi babama soramam. O yazarın hayat hikayesinden başlar. Hatta keyfi
yerindeyse kitabın tarihçesinden. El yazmalarından baskıya geçiş.. matbaanın
bulunuşu.. kitabın yaygınlaşışı.. sorduğum kitaba gelinceye kadar bende heves
kalır mı?
“Yeter
baba sıktın!” da diyemiyorum. Kızacağından değil. Babamın kızdığını hiç
hatırlamam. İkimiz arasındaki dilazarlık ikimizin de hoşuna gider. Başkalarının
yanında değil de ikimiz baş başayken.
Annem bizim öyle konuşmalarımıza şahit
oldu mu ver yansın ediyor.. hem babama, hem bana..
“O nasıl
konuşma öyle! İnsan babasına sıktın der mi? Bu kızı sen şımartıyorsun.. sonra
önünü alamazsın!”
Babam
kızmaz. Ama öğretme hevesiyle yanıma yaklaştığında cinnet geçirecek gibi
olurum. Yine de üzülmesin diye fazla müdahale etmem.
“Özetleyerek
anlatamaz mısın baba?” derim. O da kaşlarını çatarak, “Aceleniz mi var küçük
hanım?” diye sorar.
Tabi ne
acelem var ki.. bu acele niye? Belki o anlatılanların cahili kalmak istiyorum.
Cahili olmak istiyorum. Şimdi dünyanın bir zamanlar düz olduğuna dair inanışlar
varmış dünyanın bir kısmında.. hatta ciltler dolusu kitaplar bile yazılmışmış..
bunu bilmemin ne anlamı var! Hiç! Detaylar gözü kör eder.. bunun farkına
varması gerek. Ama hangi büyük bunu anlar ki.. hangi büyük? Hangi?
Öyle
canım sıkılıyor ki.. Vuslatla görüştüm. Sınıf arkadaşım. Sırdaşız. Bir iki
sevmediğim huyu var.. hoş görüyorum. Benim de onun hoşuna gitmeyen taraflarım
vardır.. ben söylemediğim için o da bana söyleyemiyordur. Biraz fazla geveze..
Erhan’ların
tayini çıkmış. Başka bir şehirde okuyacak artık. Oysa ben ona oynadığı oyunda
yardımcı olmayı düşünmüştüm bu sene.
Yaşıma
uygun olmadığı söylenen Mesnevi’den biraz önce sanki benim durumumu anlatır bir
beyit okudum.. diyor ki “Adamın birinin bir testisi varmış suyu yokmuş.. suyu
bulunca testisi kırılmış..”
İşte
benim de testim kırıldı. Kimi şeyler var ki insan ne kadar isterse istesin o
şey olmuyor. Hadi bakalım nasıl Köroğlu’nu oynamasında yardımcı olabilirim
Erhan’ın? Erhan elimde bomboş duruyordu.. bana sataşanları nasıl da
püskürtürdü. Bense ona kuru bir teşekkürü bile çok görürdüm.
Bir de ona burnu havada dedim. Asıl burnu
havada olan benmişim. Suyu buldum.. ama işte testi kırıldı. Mesnevî niye yaşıma
uygun değilmiş? Anladığım yerler var.. anlamadığım yerler.. canım Kaşağı’yı
okumak istemiyor. En iyisi gün batımını izleyen Küçük Prens’e misafir gitmek.
Küçük prensi alırken bana Şeker Portakalı’nı satmaya çalışan ablaya iyi ki
aldanıp ta dediğini almadım. Zaten en çok sinirlendiğim de bu.
“Bu daha
güzel!”
Hadi ya!
Sen benim güzelimi biliyor musun? Yok! Bak daha kitapları gezerken bana el
etmişti Küçük Prens. Şeker Portakalı dilini çıkarmıştı. Ben gördüm. Ama sen
görebilir misin?
Vuslat
bana telefonda kesin dil çıkardı. Bir de sırdaşım olacak. Bir de sırdaş
olacağız.. küstüm. Ama belli etmedim. Niye öyle gülerek bir şeyler anlatmaya
bayılır ki? Niye? Testi kırılmadan sormalıyım.. Vuslatı gerçekten severim.
Küssem de severim. O da beni sever. Biz sırdaşız. Birlikte kovalamaca oynarız.
Birlikte dolaşırız ders aralarında.
Keşke
güler gibi yapmasaydı telefonda. Dil çıkarmasaydı keşke. Annemin ayak sesleri
geliyor merdivenlerden. Demek akşam olmuş. Ona en sevdiği yemeği yaptım..
bakalım beğenecek mi?
İhtimal
kızar. Ama işten gelince pek yorgun oluyor. Ve beni kucağına oturtup
dinlemiyor.. oysa bugün kucağına alıp saatlerce öyle tutmalı. Yemek sıkıntısı
da yok. Ona dalyan köfte yaptım!
Cemal Çalık,
09.11.2014, Konuk Yazarlar, Sonsuz Ark, Öykü, Kitap