“Cinnet geçirmiş, piste fırlamış, kendini yerden yere vurmaya başlamışsın..”
Doktor
birtakım sorular daha sordu. O sordukça ben büzüldüm bir köşede. Ne çok
ihtiyacı varmış konuşmaya.. canım hiç
istemiyor. O ise habire konuşuyor. Her bir sorusu canımı acıtıyor. Canımı
acıttığını söyleyemiyorum. Korkuyorum.
“Çocukluğunla
ilgili anımsadığın, çocukluğunla ilgili aklında kalan, en çok hatırladığın..”
Omuzlarımı silkiyorum.. ne var ki çocukluğumda aklımda
kalan? Göz gezdiriyorum içimde.. su sattım..
“Soğuk
buz gibi su.. cennet çeşmesinden.”
Doğrudur
suları hep cennet çeşmesinden doldururdum. Cirit oyunları su satmak için en
ideal olanıydı.
Simit sattım.
“Sıcak
simit.. sııcaaah simiiit.. taze.. fırından şimdi çıktı.”
Bak bu
yalandır. Simitleri sabahın köründe fırından alırdım. İnsanların çoğunun
uyuduğu bir saatte. Tek tük bir iki ihtiyara rastlarsınız o saat. Sabah namazı
için yola düşmüşlerdir. Onlar camiye giderken siz fırına simit kuyruğuna
girersiniz.. sabah simidi sıcak olmaz. Saat beşte alınıp yedi buçukta servise
çıkan simit nasıl sıcak olsun?
Çocukluğumdan
aklımda kalan bu tür şeyler..
Çiklet
sattım;
“Melteemm
sakızları melteemm!”
“Daha
küçükken.. daha..”
Daha
küçükken.. daha küçükken.. ben küçük olmuş muydum? Tuhaf. Tabi ya..
A,
Medaha yenge!.. Evet. Mahallede bir Medaha yengemiz vardı. Hepimiz öyle derdik..
Medaha Yenge.
“Medaha
Yenge kortma.. kortma benim ben.. ben Sezgin.. kuşlar konmuş onları
kaldırıyorum.”
“Kortma!”
korkma diyemezdim. Gülerdiler.. birileri gülerdi.. ya da herkes.
“Hadi
bir korkma de! Bak agide vereceğim!”
Ben de
agideye tav olur utana sıkıla “Kortma!” derdim. Agideyi alabilirsem -ki
nazlanırlardı çoğu kere-, var gücümle kaçardım. Agidemi elimden alırlar diye
korkardım. Çoğunluk aldatılırdım.
Medaha Yenge
kuşlarının kediler tarafından yakalanma ihtimalinden korkardı. Hoş sade bir
ihtimal değildi. Çok kuş kaptırdı mahallenin mendebur kedilerine. Güvercin
beslerdi bahçelerinin bir köşesindeki tavuk kümesi benzer bir kulübede. Kediler
kaç kez yüreğini yakmışlardı Medaha Yenge’nin. Ne beddualar ederdi ne küfürler
savururdu. Yegâne sevinci olan kuşlarını alıp götürmeleri öylesine
kederlendirirdi ki onu. Hemen yanı başındaydı bizim evimiz Medaha yengelerin.
Kuşlar tehlikeli, kedilerin sinsice gelişlerini duyamayacak yerlere
konduklarında ben koşardım.. bir gözüm hep Medaha yengenin kuşlarındaydı.
“Aslanım
benim.. kedilere göz açtırma.. söz dondurmacı geçsin dondurma alacağım!”
Kasıla
kasıla gezerdim etrafta..kedilere göz açtırmazdım aklım sıra. Daha altı yaşına
basmamış olmalıydım. Medaha Yenge tek arkadaşımdı.. benden yaşça büyük de olsa
tek arkadaşım. Benimle alay etmeyen tek insan. Bir kere olsun bana, “Hadi bir
korkma de de şunu vereyim, bunu vereyim!” demeyen insan. Beni seven tek insan
oydu sanki mahallede. Çocuk gururumu okşayan. Doktora baktım.
Doktor
tuhaf bakışlarla süzüyor beni. Dudak büküyor, “Hımm!” diyor. Anlattıklarımdan
bir şeyler çıkarıyor olmalı. Demek bunlar onun için önemli. Daha bir güvenle
anlatıyorum.. önüm açık. Madem bu kadar açtır dinlemeye.. demek ihtiyacı var.
“Medaha
Yenge kuşlarının kediler tarafından kaçırılmalarına üzüldüğü gibi sigarasına
yapılan zamlara da çok üzülürdü.. kızar, köpürürdü. Başını ilerilere uzatıp
lanetler savururdu.”
Diyorum.
İç geçiriyor doktor. İrkiliyor birden. Masanın üzerindeki pakete bakıyor.
Marlboro..
Medaha Yenge gelincik içerdi.
Yetmiş beş kuruştu en son aldığımda. Yassı sigara. Kare kutusu vardı. İncecik.
Gözlerini kısarak bir iki defa bana da içirmişti de öksürüklere boğulmuştum.
Ben de bahar içtim alışınca sigaraya. Gelincik kadınlar içindi. Kız olsam
gelincik içerdim. Bahar da yassıydı. Sonra kayboldu bütün bildiğim sigaralar.
Yenice, Bafra, Birinci, Kulüp.. Başka markalar işgal etti..
Doktorun
yüzündeki keder dağılıyor. Ben daha bir canla başla anlatıyorum. Anlatıyorum.
Birden aklıma “Taha’nın Kitabı” adlı şiir kitabı geliyor. Taha’nın gözüne bir
kavis ilişiyordu. Bunun üzerine doktora gitmiş olmalıydı. Acaba ben de kavis mi
gördüm? Ama hatırlamıyorum. Kavis görmenin ne anlama geldiğini şairinden sorup
öğrenseydim.. kavis.
Taha
doktora bir soru soruyordu:
“Af edersiniz
doktor, siz Süryani misiniz?”
Süryaniliği
de sormalıydım. Onu da soramadım. Doktora baktım.. bakıştık.
“Siz
Süryani misiniz?” diye soracaktım. Ama ben kavis görmemiştim ki.. masanın
üzerinde Amerikan sigarası vardı ve bir de “Coca Cola” yazılı bardak.
“Af edersiniz
doktor siz Rambo musunuz?” diye sormak geldi içimden yutkundum. Sıktım kendimi. Ve:
“Af edersiniz
ben burada ne arıyorum?” diyebildim utangaç.
Doktor kendini
geri attı sandalyesinde:
“Biraz
bunalmışsınız.. rahatlamak için buradasınız.. hiçbir şey hatırlamıyor musunuz?”
karşılığını verdi.
Hatırlıyordum..
yangın vardı. Avazım çıktığı kadar bağırıyordum;
“ Yangın
var.. yangıııın..”
Bahçedeki
ambar yanıyordu. Alevler yüzümü yaladı yalayacak kadar yakındım. Ama
kaçamıyordum.. bunu henüz kedi kovuculuğuna başlamadan önce yaşamıştım.. yere
düştüm. Ağlıyordum. Küçüktüm. Çok küçüktüm. Belki üç ya da dört yaşlarındaydım.
Alevler üzerime üzerime geliyordu. Ambarda kış için biriktirilen yongalar
vardı. Onlar tutuşmuştu. Ağlıyordum. Ağladım.
Ağladığımı
hatırlıyorum. Bu gün. Evet doktor, ben bu gün de ağladım. Evet, bu gün de
ağladım. Bunu söylemekten utanmıyorum. Hem ağlamanın utanılacak bir şey
olduğunu kim söylemiş? Kim söylüyor. Ağladığım için utanmıyorum. Öylesi bir
ortamda bulunduğum için ağladım. Öylesi bir ortamda bulunduğum için utanıyorum.
Bu utançla ağladım. Haklı gerekçem olduğunu söylemiş miydim? Pek çok kişinin hak vereceği.. hatta orda
olup ta beni göz yaşına boğanların bile haklı gerekçeleri vardır elbet. Onların
gerekçeleri de birçok kişi için haklılık yüzdesi yüksek olandır.
Benim
gerekçem; orda iş için bulunduğumdur. Yani Ekmek Parası. Ciğeri beş para etmez
insanların ağız kokusunu dinlemek zorunda kalmaktan daha evla nasıl bir gerekçe
bulunur.
Kimseyi
hor gördüğüm sanılmasın. Ama hırsızı, arsızı, namussuzu, duyarsızı, ciğersizi
de hoş görmemi beklememeli kimse benden.
Yok, Gözyaşı
dökerek diyetimi ödediğim zehabında değilim Doktor! Böyle bir iddiam yok. Belki
ben de ciğeri beş para etmez biriyimdir. Öyle olmasa “Ekmek Parası!”
gerekçesini en evla bulur muyum? Sarılabilir miyim buna?
Devlet
memurluğunu yürütemedim. Beceremedim. Fazla da sürmedi. İstifa ettim. Memurluk
dediysem.. hizmetli.. bir hastahanede bekçilik türü bir iş yapıyordum.
Hastaların yattığı bölüme gidiş-geliş kontrolüne bakan.. dayanamadım. Ölümlere.
Çaresizliğe, ezilip-büzülmelere, dayanamadım koridorun ortasına yığılan
annelerin, bir köşeye sığınan dört-beş yaşındaki çocukların mahzunluğuna.
Refakatçilerin sabahın erken saatinde, gün doğmadan kopardıkları canhıraş feryatlarına
alışamadım.. en çok da çaresizliğin paraya dönüşmesine alışamadım. Gayet
tabiidir elbet. İtirazım olamazdı. İstifa ettim.
Eş-dost
yardımıyla bir durakta taksi şoförlüğüne başladım. Kazancım fena değil. Açıkçası
huzurum yerinde. Zaman zaman çığlıklar duyuyorum beynimin içinde, koridor
ortasına yığılan kadınların, bir sedye üzerinde yatanın elini tutmaya çalışan
çocukların silueti beliriyor gözlerimin önünde.. kulaklarım uğulduyor, gözlerim
kararıyor.. kendimden geçiyorum. Ya da kendimden tam geçmek üzereyeken;
“Boş
musun? Sıra sende mi?” sorularıyla geliyorum kendime.
Taksiciliğin
de zor yanları vardır.
“1311.
sokak falan yer..” der müşteri. Siz oraya giden tek bir yol bilirsiniz. Ama
müşteri oraya giden daha kısa yollar bilir. Sizi de öyle sanır. Siz bildiğiniz
yoldan gidersiniz. Müşteri güler. Kıpırdayan dudakları, “Dolaştır bakalım.. ben
de yutarım ya!” ifadesinin resmidir. Oysa dedim ya Doktor siz bir tek yol
biliyorsunuzdur oraya giden..
Böyle
durumda biraz mahcup, “Ben yeniyim eğer kısa bir yol varsa.. siz tarif
etseniz.” derim. Yani önlemi baştan alırım. Kimse benim yüzümden günaha
girmesin isterim.
Neyse
işte. Sıcak.. durakta bekliyorum. Bir adam geldi. Elinde fotoğraf makinesi..
pazarlık yaptık. Bir bilemedin iki saatlik kiralamak istiyordu. Resim
çekecekmiş. Taksimetre yolda çalışacak.. bekleyiş süresine de anlaştığımız
parayı verecek.
Efendi
biri.. yorgun. Bitkin. Terden sırılsıklam olmuş. Şirketin arabası bozulmuş.
Resimler de çekilmek zorundaymış. Saat beş buçuk.
“Plajlara!”
deyince.. durmayı düşündüm.. sıramı arkadaşlardan birine vereyim diye geçirdim
içimden. Ama böyle sıra vermeler yüzünden bir iki uyarı almıştım. Nasılsa plaja
girecek değildim. Neyse sürdük arabayı.. yabancı bir firma kiralamış. On beş
kadar plaj. Buralar daha geçen yıl mezbelelikti. Şimdi pek süslü püslü olmuş.
Bir bağırtı geliyor ki anlamadığım dilde canhıraş feryatlar.. restoranlar, cafeler..
bizim müşteri bu cafelerin, restoranların resimlerini çekiyor.
Bir
iki..üç.. dayanamayacağım.. neyse ki sonuna geldik. Benim müşteri,“Gel abi
soğuk bir şey iç..” dedi. “Ben içki içmiyorum!” O üsteledi: “ İçki değil.. su,
meşrubat.. hadi gel..” Ben güya direnmeye çalışıyorum, “İyi de kıyafetim.. hiç
uygun değil..” Fotoğrafçı gülüyor, “Benim de öyle.. hadi.. baksana ağzın
kurumuş.”
Doğru
ağzım kurumuştu. Çaresiz düştüm peşine. Ben kimseye ‘yok’ demesini öğrenemedim.
Bar denilen yerde durduk. Fotoğrafçıdan ötürü bana da pek ihtimam gösterdiler.
Yer verdiler..oralarda nasıl davranılır bilemem. Ezildim, büzüldüm. Maden suyu
istedim.. şaşkın bakışlar arasında..
Barın
ortasında dans pisti. Mayolu kadınlar erkekler.. başlarını sallıyorlar..
ayaklarını kaldırıyorlar.. adına dans dedikleri şeyi yapıyorlar işte. Ben
başımı denize doğru çeviriyorum. Fotoğrafçı plaj görüntüsü almaya gitti.
Öyle
bağırtılı bir çalgı ki.. nasıl dayanır buna insan? Bu kadar yüksek gürültü
kesin kulaklarda tahribat yapar diye düşünüyorum.. kutu kola geliyor oturduğum
masaya. Donup kalıyorum. Ben söylememiştim.
Yabancı
bir ses alabildiğine haykırıyor.. o haykırışlarda kulağıma tanıdık iki sözcük
çarpıyor, “İnadi getto!” söylenişi böyle midir bilemem.. bana yansıyan ses
öyle. Getto! Kutu Cola’ya takılı gözlerim.
İçimde
bir şeyler kabarıyor doktor.. o esnada içimde ılık bir şeyler akmaya başladı.
Sanırım 90’ların başlarındaydı yanı başımızdaki Bağdat, hani türkülerimize konu
olan, bizim de göz ağrımız olmuş Bağdat bombalanıyordu.. işte kocaman bir
manşet atmıştı gazetenin biri:
“RAMBOLAR
YORGUNLUKLARINI COLA’YLA ATIYORLAR”
İki-üç
savaş uçağı ve önünde pilotlar ellerinde kutu colalar, yüzleri güleç.. ve
gazetenin pişkinliği.. insanların evini barkını başına yıkan canileri bana
sevimli göstermeye çalışıyordu. Ah bir de neredeyse acımam isteniyordu..
yorulmuşlar.. kendimi kaybetmiş yere fırlatmıştım. Birden burada, ramboların
dili ve onların dinlenmek için kullandıkları kutu colayı görünce o anı
hatırladım.. Bağdat yine bombalanıyordu. Ve şüphesiz rambolar yorgunluklarını
kutu colalarla atıyor olmalıydılar. Ve ağlamaya başladım. Hepsi bu. Ağlamaktan
sonra ne olduğunu bilemiyorum. Ne oldu doktor?
“Cinnet
geçirmiş, piste fırlamış, kendini yerden yere vurmaya başlamışsın..”
“Niye
böyleyim doktor? Öldürülen her kuşta kendimde vebal buluyorum. Öyle ki..”
“Evet..
anlıyorum. Ancak şunu söyleyebilirim kendini tanrı görmekten vazgeçersen bütün problemlerin biter.”
Bu sözle
donup kaldım.. ve:
“Af edersiniz
doktor siz Süryani misiniz?” dedim.
Cemal Çalık, 14.11.2014,
Konuk Yazarlar, Sonsuz Ark, Öykü