14 Kasım 2014 Cuma

SA986/KY1-CÇ84: Düş

“Cinnet geçirmiş, piste fırlamış, kendini yerden yere vurmaya başlamışsın..”


Doktor birtakım sorular daha sordu. O sordukça ben büzüldüm bir köşede. Ne çok ihtiyacı varmış konuşmaya..  canım hiç istemiyor. O ise habire konuşuyor. Her bir sorusu canımı acıtıyor. Canımı acıttığını söyleyemiyorum. Korkuyorum.

“Çocukluğunla ilgili anımsadığın, çocukluğunla ilgili aklında kalan, en çok hatırladığın..”
Omuzlarımı  silkiyorum.. ne var ki çocukluğumda aklımda kalan? Göz gezdiriyorum içimde.. su sattım..

“Soğuk buz gibi su..  cennet çeşmesinden.”

Doğrudur suları hep cennet çeşmesinden doldururdum. Cirit oyunları su satmak için en ideal olanıydı.

Simit sattım.

“Sıcak simit.. sııcaaah simiiit.. taze.. fırından şimdi çıktı.”

Bak bu yalandır. Simitleri sabahın köründe fırından alırdım. İnsanların çoğunun uyuduğu bir saatte. Tek tük bir iki ihtiyara rastlarsınız o saat. Sabah namazı için yola düşmüşlerdir. Onlar camiye giderken siz fırına simit kuyruğuna girersiniz.. sabah simidi sıcak olmaz. Saat beşte alınıp yedi buçukta servise çıkan simit nasıl sıcak olsun?

Çocukluğumdan aklımda kalan bu tür şeyler..

Çiklet sattım;

“Melteemm sakızları melteemm!”

“Daha küçükken.. daha..”

Daha küçükken.. daha küçükken.. ben küçük olmuş muydum? Tuhaf. Tabi ya..

A, Medaha yenge!.. Evet. Mahallede bir Medaha yengemiz vardı. Hepimiz öyle derdik.. Medaha Yenge.

“Medaha Yenge kortma.. kortma benim ben.. ben Sezgin.. kuşlar konmuş onları kaldırıyorum.”

“Kortma!” korkma diyemezdim. Gülerdiler.. birileri gülerdi.. ya da herkes.

“Hadi bir korkma de! Bak agide vereceğim!”

Ben de agideye tav olur utana sıkıla “Kortma!” derdim. Agideyi alabilirsem -ki nazlanırlardı çoğu kere-, var gücümle kaçardım. Agidemi elimden alırlar diye korkardım. Çoğunluk aldatılırdım.

Medaha Yenge kuşlarının kediler tarafından yakalanma ihtimalinden korkardı. Hoş sade bir ihtimal değildi. Çok kuş kaptırdı mahallenin mendebur kedilerine. Güvercin beslerdi bahçelerinin bir köşesindeki tavuk kümesi benzer bir kulübede. Kediler kaç kez yüreğini yakmışlardı Medaha Yenge’nin. Ne beddualar ederdi ne küfürler savururdu. Yegâne sevinci olan kuşlarını alıp götürmeleri öylesine kederlendirirdi ki onu. Hemen yanı başındaydı bizim evimiz Medaha yengelerin. Kuşlar tehlikeli, kedilerin sinsice gelişlerini duyamayacak yerlere konduklarında ben koşardım.. bir gözüm hep Medaha yengenin kuşlarındaydı.

“Aslanım benim.. kedilere göz açtırma.. söz dondurmacı geçsin dondurma alacağım!”

Kasıla kasıla gezerdim etrafta..kedilere göz açtırmazdım aklım sıra. Daha altı yaşına basmamış olmalıydım. Medaha Yenge tek arkadaşımdı.. benden yaşça büyük de olsa tek arkadaşım. Benimle alay etmeyen tek insan. Bir kere olsun bana, “Hadi bir korkma de de şunu vereyim, bunu vereyim!” demeyen insan. Beni seven tek insan oydu sanki mahallede. Çocuk gururumu okşayan. Doktora baktım.

Doktor tuhaf bakışlarla süzüyor beni. Dudak büküyor, “Hımm!” diyor. Anlattıklarımdan bir şeyler çıkarıyor olmalı. Demek bunlar onun için önemli. Daha bir güvenle anlatıyorum.. önüm açık. Madem bu kadar açtır dinlemeye.. demek ihtiyacı var.

“Medaha Yenge kuşlarının kediler tarafından kaçırılmalarına üzüldüğü gibi sigarasına yapılan zamlara da çok üzülürdü.. kızar, köpürürdü. Başını ilerilere uzatıp lanetler savururdu.”

Diyorum. İç geçiriyor doktor. İrkiliyor birden. Masanın üzerindeki pakete bakıyor. Marlboro..  

Medaha Yenge gelincik içerdi. Yetmiş beş kuruştu en son aldığımda. Yassı sigara. Kare kutusu vardı. İncecik. Gözlerini kısarak bir iki defa bana da içirmişti de öksürüklere boğulmuştum. Ben de bahar içtim alışınca sigaraya. Gelincik kadınlar içindi. Kız olsam gelincik içerdim. Bahar da yassıydı. Sonra kayboldu bütün bildiğim sigaralar. Yenice, Bafra, Birinci, Kulüp.. Başka markalar işgal etti..

Doktorun yüzündeki keder dağılıyor. Ben daha bir canla başla anlatıyorum. Anlatıyorum. Birden aklıma “Taha’nın Kitabı” adlı şiir kitabı geliyor. Taha’nın gözüne bir kavis ilişiyordu. Bunun üzerine doktora gitmiş olmalıydı. Acaba ben de kavis mi gördüm? Ama hatırlamıyorum. Kavis görmenin ne anlama geldiğini şairinden sorup öğrenseydim.. kavis.

Taha doktora bir soru soruyordu:

“Af edersiniz doktor, siz Süryani misiniz?”

Süryaniliği de sormalıydım. Onu da soramadım. Doktora baktım.. bakıştık.

“Siz Süryani misiniz?” diye soracaktım. Ama ben kavis görmemiştim ki.. masanın üzerinde Amerikan sigarası vardı ve bir de “Coca Cola” yazılı bardak.

“Af edersiniz doktor siz Rambo musunuz?” diye sormak geldi içimden yutkundum. Sıktım kendimi. Ve:

“Af edersiniz ben burada ne arıyorum?” diyebildim utangaç.

Doktor kendini geri attı sandalyesinde:

“Biraz bunalmışsınız.. rahatlamak için buradasınız.. hiçbir şey hatırlamıyor musunuz?” karşılığını verdi.

Hatırlıyordum.. yangın vardı. Avazım çıktığı kadar bağırıyordum;

“ Yangın var.. yangıııın..”

Bahçedeki ambar yanıyordu. Alevler yüzümü yaladı yalayacak kadar yakındım. Ama kaçamıyordum.. bunu henüz kedi kovuculuğuna başlamadan önce yaşamıştım.. yere düştüm. Ağlıyordum. Küçüktüm. Çok küçüktüm. Belki üç ya da dört yaşlarındaydım. Alevler üzerime üzerime geliyordu. Ambarda kış için biriktirilen yongalar vardı. Onlar tutuşmuştu. Ağlıyordum. Ağladım.

Ağladığımı hatırlıyorum. Bu gün. Evet doktor, ben bu gün de ağladım. Evet, bu gün de ağladım. Bunu söylemekten utanmıyorum. Hem ağlamanın utanılacak bir şey olduğunu kim söylemiş? Kim söylüyor. Ağladığım için utanmıyorum. Öylesi bir ortamda bulunduğum için ağladım. Öylesi bir ortamda bulunduğum için utanıyorum. Bu utançla ağladım. Haklı gerekçem olduğunu söylemiş miydim?  Pek çok kişinin hak vereceği.. hatta orda olup ta beni göz yaşına boğanların bile haklı gerekçeleri vardır elbet. Onların gerekçeleri de birçok kişi için haklılık yüzdesi yüksek olandır.

Benim gerekçem; orda iş için bulunduğumdur. Yani Ekmek Parası. Ciğeri beş para etmez insanların ağız kokusunu dinlemek zorunda kalmaktan daha evla nasıl bir gerekçe bulunur.

Kimseyi hor gördüğüm sanılmasın. Ama hırsızı, arsızı, namussuzu, duyarsızı, ciğersizi de hoş görmemi beklememeli kimse benden.

Yok, Gözyaşı dökerek diyetimi ödediğim zehabında değilim Doktor! Böyle bir iddiam yok. Belki ben de ciğeri beş para etmez biriyimdir. Öyle olmasa “Ekmek Parası!” gerekçesini en evla bulur muyum? Sarılabilir miyim buna?

Devlet memurluğunu yürütemedim. Beceremedim. Fazla da sürmedi. İstifa ettim. Memurluk dediysem.. hizmetli.. bir hastahanede bekçilik türü bir iş yapıyordum. Hastaların yattığı bölüme gidiş-geliş kontrolüne bakan.. dayanamadım. Ölümlere. Çaresizliğe, ezilip-büzülmelere, dayanamadım koridorun ortasına yığılan annelerin, bir köşeye sığınan dört-beş yaşındaki çocukların mahzunluğuna. Refakatçilerin sabahın erken saatinde, gün doğmadan kopardıkları canhıraş feryatlarına alışamadım.. en çok da çaresizliğin paraya dönüşmesine alışamadım. Gayet tabiidir elbet. İtirazım olamazdı. İstifa ettim.

Eş-dost yardımıyla bir durakta taksi şoförlüğüne başladım. Kazancım fena değil. Açıkçası huzurum yerinde. Zaman zaman çığlıklar duyuyorum beynimin içinde, koridor ortasına yığılan kadınların, bir sedye üzerinde yatanın elini tutmaya çalışan çocukların silueti beliriyor gözlerimin önünde.. kulaklarım uğulduyor, gözlerim kararıyor.. kendimden geçiyorum. Ya da kendimden tam geçmek üzereyeken;

“Boş musun? Sıra sende mi?” sorularıyla geliyorum kendime.

Taksiciliğin de zor yanları vardır.

“1311. sokak falan yer..” der müşteri. Siz oraya giden tek bir yol bilirsiniz. Ama müşteri oraya giden daha kısa yollar bilir. Sizi de öyle sanır. Siz bildiğiniz yoldan gidersiniz. Müşteri güler. Kıpırdayan dudakları, “Dolaştır bakalım.. ben de yutarım ya!” ifadesinin resmidir. Oysa dedim ya Doktor siz bir tek yol biliyorsunuzdur oraya giden..

Böyle durumda biraz mahcup, “Ben yeniyim eğer kısa bir yol varsa.. siz tarif etseniz.” derim. Yani önlemi baştan alırım. Kimse benim yüzümden günaha girmesin isterim.

Neyse işte. Sıcak.. durakta bekliyorum. Bir adam geldi. Elinde fotoğraf makinesi.. pazarlık yaptık. Bir bilemedin iki saatlik kiralamak istiyordu. Resim çekecekmiş. Taksimetre yolda çalışacak.. bekleyiş süresine de anlaştığımız parayı verecek.

Efendi biri.. yorgun. Bitkin. Terden sırılsıklam olmuş. Şirketin arabası bozulmuş. Resimler de çekilmek zorundaymış. Saat beş buçuk.

“Plajlara!” deyince.. durmayı düşündüm.. sıramı arkadaşlardan birine vereyim diye geçirdim içimden. Ama böyle sıra vermeler yüzünden bir iki uyarı almıştım. Nasılsa plaja girecek değildim. Neyse sürdük arabayı.. yabancı bir firma kiralamış. On beş kadar plaj. Buralar daha geçen yıl mezbelelikti. Şimdi pek süslü püslü olmuş. Bir bağırtı geliyor ki anlamadığım dilde canhıraş feryatlar.. restoranlar, cafeler.. bizim müşteri bu cafelerin, restoranların resimlerini çekiyor.

Bir iki..üç.. dayanamayacağım.. neyse ki sonuna geldik. Benim müşteri,“Gel abi soğuk bir şey iç..” dedi. “Ben içki içmiyorum!” O üsteledi: “ İçki değil.. su, meşrubat.. hadi gel..” Ben güya direnmeye çalışıyorum, “İyi de kıyafetim.. hiç uygun değil..” Fotoğrafçı gülüyor, “Benim de öyle.. hadi.. baksana ağzın kurumuş.”

Doğru ağzım kurumuştu. Çaresiz düştüm peşine. Ben kimseye ‘yok’ demesini öğrenemedim. Bar denilen yerde durduk. Fotoğrafçıdan ötürü bana da pek ihtimam gösterdiler. Yer verdiler..oralarda nasıl davranılır bilemem. Ezildim, büzüldüm. Maden suyu istedim.. şaşkın bakışlar arasında..
Barın ortasında dans pisti. Mayolu kadınlar erkekler.. başlarını sallıyorlar.. ayaklarını kaldırıyorlar.. adına dans dedikleri şeyi yapıyorlar işte. Ben başımı denize doğru çeviriyorum. Fotoğrafçı plaj görüntüsü almaya gitti.

Öyle bağırtılı bir çalgı ki.. nasıl dayanır buna insan? Bu kadar yüksek gürültü kesin kulaklarda tahribat yapar diye düşünüyorum.. kutu kola geliyor oturduğum masaya. Donup kalıyorum. Ben söylememiştim.

Yabancı bir ses alabildiğine haykırıyor.. o haykırışlarda kulağıma tanıdık iki sözcük çarpıyor, “İnadi getto!” söylenişi böyle midir bilemem.. bana yansıyan ses öyle. Getto! Kutu Cola’ya takılı gözlerim.

İçimde bir şeyler kabarıyor doktor.. o esnada içimde ılık bir şeyler akmaya başladı. Sanırım 90’ların başlarındaydı yanı başımızdaki Bağdat, hani türkülerimize konu olan, bizim de göz ağrımız olmuş Bağdat bombalanıyordu.. işte kocaman bir manşet atmıştı gazetenin biri:

“RAMBOLAR YORGUNLUKLARINI COLA’YLA ATIYORLAR”

İki-üç savaş uçağı ve önünde pilotlar ellerinde kutu colalar, yüzleri güleç.. ve gazetenin pişkinliği.. insanların evini barkını başına yıkan canileri bana sevimli göstermeye çalışıyordu. Ah bir de neredeyse acımam isteniyordu.. yorulmuşlar.. kendimi kaybetmiş yere fırlatmıştım. Birden burada, ramboların dili ve onların dinlenmek için kullandıkları kutu colayı görünce o anı hatırladım.. Bağdat yine bombalanıyordu. Ve şüphesiz rambolar yorgunluklarını kutu colalarla atıyor olmalıydılar. Ve ağlamaya başladım. Hepsi bu. Ağlamaktan sonra ne olduğunu bilemiyorum. Ne oldu doktor?

“Cinnet geçirmiş, piste fırlamış, kendini yerden yere vurmaya başlamışsın..”

“Niye böyleyim doktor? Öldürülen her kuşta kendimde vebal buluyorum. Öyle ki..”

“Evet.. anlıyorum. Ancak şunu söyleyebilirim kendini tanrı görmekten vazgeçersen bütün problemlerin biter.”

Bu sözle donup kaldım.. ve:

“Af edersiniz doktor siz Süryani misiniz?” dedim.


 Cemal Çalık, 14.11.2014,  Konuk Yazarlar,  Sonsuz Ark, Öykü



Seçkin Deniz Twitter Akışı