“Bizimle gönül birliği bulunan, Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’te Eylül 2000 tarihinden itibaren görev yapmış askerlerin itiraflarını topluyor ve yayınlıyoruz.”
Taciz, Yağma, Aşağılama, Dayak, İşkence, Öldürme, Yaralama, Sûikastler, Özel Mülklere Verilen Zararlar…
“Bu, ayrıca var olan gerçekliği bildiği halde inkar eden inatçı çoğunluğa karşı da bir dik duruş. Bu, İsrail toplumuna ve liderlerine, çalışmalarımızın sonuçlarını değerlendirmek için acil bir çağrı.”
Askerler görev başında başlarından geçenleri anlatıyor:
Her gün
altı askerden oluşan bir birim çatılardan geçerek evlerin içerisine girer. İlk
önce giriş ve çıkışları kontrol eder, tüm aileyi tek bir odanın içine toplar ve
kimliklerini, mesleklerini sorarak sorgulama yapmaya başlarlar. Bu durum aynı
zamanda ordunun amaçlarından birine hizmet eder; kendi varlığını hissettirmek.
Sorgulamaların
çoğunu hatırlıyorum fakat bunlardan bir tanesinin hafızamda yeri özel.
“İsrail’le hiçbir problemimiz yok”, “Ne Fetih’e ne de Hamas’a mensubuz”… “Tüm
istediğimiz barış, böylece biz de çalışabileceğiz”…
Sorgulamalarda
bu tür cevaplar verdiklerinde genellikle doğrudan size bakarlar. Bakışları
silahınızdadır. Son derece korktukları için yenilgiye uğramış bir insan gibi
davranmaları da son derece doğaldır.
Fakat
bahsettiğim sorgulamadaki adam itaatkâr biri değildi ve gerçekleri söylüyordu:
Zaten cehennem hayatı yaşadığını ve bizim hemen orayı terk etmemiz gerektiğini,
tüm bu olanların suçunun bizde olduğunu ve tek isteğinin bizim dışarı çıkmamız
olduğunu söyledi. Sanırım içimizden biri ona bizden niye nefret ettiğini ve
niye muhalif cepheleri ve öldürmeleri desteklediğini sormuştu.
Adamın görüşlerine katılmıyordum, fakat o,
evine bu şekilde girilmesinin kendisine hakaret olduğunu ve şerefini
aşağıladığını söyledi. Adama bakarak kendi kendime şöyle dedim: ‘Bir dakika, bu
adam kendi evinde’ ve bu düşünce beni kendi aile evimi düşünmeye sevk etti, bir
bahçeyle çevrili, yeşillikler arasında, çiçeklerle çevrili korunaklı bir mevki.
Ve
birinin evimize bu şekilde üst kat penceresinden dalarak ailemi ve kardeşimi
bir odanın içerisine zorla topladığını ve bizi sorgulamaya başladığını, giriş
çıkışları kontrol ederek bize aşağılayıcı bir tavırla davrandığını düşündüm… Bu
durumda eğer iyi bir eğitim almamış biri olsaydım şey yapmak bile isterdim…
Yani
diyeceğim, insanların evlerine böyle girerseniz bunu olan bitenlerden bağımsız
olarak nasıl düşünebilirsiniz? Bu insanlar farklı bir türe ait değil. O adam
fiziksel olarak bile benim büyük babama benziyordu…
Yaşı
sizden büyük veya gerçekten yaşlı bir adamın, kontrol noktasında size ne olduğu
hakkında bir fikrinizin olmadığı bir röntgen filmi göstererek, geçmek için
yalvarmak zorunda kaldığını veya başka bir adamın Bab al-Zawia’da bulunan astım
hastası veya başka bir hastalıktan muzdarip kardeşini ziyaret etmek için geçmek
istediğini düşünün. Bu adam, sizin hayatta en fazla saygı duyduğunuz kişi olan
kendi babanız da olabilirdi fakat gerçekten saygının ne demek olduğunu biliyor
muyuz?
O anda ne hissettiğimi anlatmak çok güç. Bir
yandan orada nöbet tutmak için görevlendirilmiştim ve orada bulunmak benim
tercihim değildi. Diğer yandan bir an önce oradan kurtulmak istiyordum. Kendimi
nazik ve ahlaki değerlere sahip biri olarak değerlendirirken, kendi kendime:
“Kahretsin, gerçekten burada inanmadığım şeyler yapıyorum” diyordum.
Burada
olan bitenlerin hiçbirine inanmıyordum ve birileri bu inanmadığım şeyler
yüzünden beni hedef alıyordu. Soru şuydu; neredeyim? Bu noktada başka bir
seçeneğim yok mu? Diğer bir deyişle bunu reddetmeli miyim? Reddetmek çare mi?
Yani orada bir ikilem içinde kalmış, düşünüyordum.
Sekiz saat görevde ve sekiz
saat görev dışında bunları düşünmek için bolca vaktim vardı. Kişisel özgürlük
ve kişisel tercih arasında bir ikilem yaşıyordum. İşte bu noktada demokratik
olmayan ordu ile demokratik olduğu farz edilen devlet arasındaki çelişki ortaya
çıkıyor. Kendi evinizde olması muhtemel olmayan ve olmasına asla izin
verilmemesi gereken şeyleri yaptığınızı gördüğünüzde, belirli bir çizgiyi aşmış
oluyorsunuz. Dolayısıyla burada farklı bir devlet içindesiniz. Kısacası, şu ana
kadar öğrenmiş olduğunuz her şey, kendi hayatınızı ve ailenizin hayatını
düzenleyen tüm kurallar burada geçerliliğini yitiriyor.
***
İster
gece olsun isterse gündüz, ne zaman canımız istese birimimizin bulunduğu
coğrafi pozisyona göre haritada bir ev seçerdik. Evi belirledikten sonra
içeriye girmek için: “Jaysh, jaysh… iftah al bab (ordu, ordu, kapıyı açın)”
diye bağırırdık ve onlar kapıyı açardı. Bütün erkekleri bir odaya, kadınları
ise diğer bir odaya toplar ve başlarına bir muhafız dikerdik.
Birimin
geri kalanı etrafa zarar vermek haricinde canları ne isterse yapardı. İnsanlara
mümkün olduğu kadar az zarar vererek ve fazla zarar ziyan yapmadan herkes kendi
evindeymiş gibi rahatına bakardı.
Eğer
tersi bir durumu düşünecek olursam: Arama emri olan bir polis gücü değil fakat
bir ordu birimi, benim evime dalarak, annemi ve kız kardeşimi dürtükleyerek
benim odama sokacak ve babam ile erkek kardeşimi oturma odasına zorla götürecek
olsa, bu sırada askerler bize gülerek silahlarını doğrultsa ve bu askerlerin ne
dediklerini biz anlamazken onlar bizim çekmecelerimizi boşaltıp, özel
eşyalarımızı karıştırsaydı ne olurdu?
Sizin
için özel anlamı olan, başkalarının görmesini istemediğiniz aile
fotoğraflarınız, her türlü eşya karıştırılsa, kırılsa, kendi evinizde
mahremiyetinize tecavüz edilseydi? Tüm bunlar kesinlikle olmaması gereken meşru
olarak kabul edilemeyecek şeylerdir. Eğer bir teröristin bir eve girdiğine dair
şüphe varsa, o zaman tamam. Fakat “Birini seçtim, bakın ne kadar hoş, üzerinde
okuyamadığım Arapça numaralar var” deyip, dalga geçerek bir eve, herhangi bir
eve girmek?
Evlere
bu şekilde girerek adil olmayan bir şekilde askeri varlığımızın hissedilmesini
sağladığımızı düşünüyorum…
Tamer Güner, 14.11.2014, Sonsuz Ark, Çevirmen Yazar, Çeviri