بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim
“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür.
2-İbn- Arabî'nin Tanrısı
Tasavvufun bu en
meşhuru, tasavvufçular için tuhaf bir tanrı uydurmuştur. Birbiriyle çelişen iki
zıddı zatında ve hakiki iki zıddı sıfatlarında toplayan tuhaf bir tanrı! Gerçek
varlık o, gerçek yokluk da o, yaratan da yaratılan da odur. Her varlığın kendisidir.
Sıfatları da, var ve yok olan her varlığın sıfatlarıdır. Yüce hak ve çirkin
batıl o'dur. Deha düşüncenin kendisi ve aptal hurafenin aynısıdır. Zihinde
parlayan düşünce ve kaybolan kuruntu ile şaşkın hayal odur. Bir defa olsun
meydana gelmesini aklın tasavvur edemeyeceği müstahil o, meydana gelmesi ve
imkân dışılığı söz konusu olmayan mümkün o'dur. Hareketsiz cansız o, keskin
duyarlı can o'dur. Arşın altında secde eden melek o, cehennemde yanan şeytan
o'dur.
Gözyaşları dökerek
tespih eden rahip o, günahlarıyla genelevini ayağa kaldıran zâni o'dur. Allah
sevgisi ve korkusu ile yaşayan fahişe o'dur. Aydınlığıyla âlemi kuşatan ışık o,
inleri korku ve dehşetle dolduran koyu karanlık o'dur.
İbn-i-i Arabî’nin
rabbinin bazı kimlikleri ve tasavvufi tanrısının bazı hususiyetleri bunlardır.
Onun için bu tağut, buzağıya tapan yahudilerin kurtuluşa erdiklerine, hatta
ulûhiyetin hakikatini bildiklerine inanır. Musa ile Harun tecellilerinden ne
bir parıltıya ne de kapalı iken açılan ilahi sırların bir kıvılcımına bile
mazhar olmamıştır. Çünkü buzağıya tapanlar Musa gibi ibadeti soyut bir düşünce
ile sınırlı görmemişler, buzağı suretinde tecelli eden rabbe ibadet
etmişlerdir. Harun'un kavrayamadığı işin gerçeğini onlar kavramışlardır. O da
ilahi zata ancak yaratıkların suretinde tecelli ettiği zaman ibadet edileceği
gerçeğidir.
İbn-i- Arabî puta
tapanların kutsallığına inanmakta, imanlarının doğruluğunu ve tevhitlerinin
samimiyetini yüceltmektedir. Yıldızperest sabiilerin, Allah'ın birliğine inanıp
ona taptıklarını ve dini ona halis kıldıklarını kabul eder. Üç tanrıya ibadet
edenlerin yüceliğine inanır, ama gerçeği tam olarak kavrayamamalarını onlar
için bir kusur olarak sayar. Çünkü her varlıkta Allah'a ibadet etmeleri
gerekirken onlar sadece üç varlıkta ona tapmışlardır.
Hâlbuki Allah görülen ve
hissedilen ile görülmeyen ve hissedilmeyen her şeyin kendisidir. Teslisçiler
ona göre yanılmışlardır, çünkü rabbin sadece bazı tezahürlerine veya bazı
görünümlerine tapmışlardır. Hâlbuki ona her şeyde tapmaları gerekirdi. Çünkü
açık ve gizli kaldığı her şey odur. Her şey
Allah'tır!
Her şeyin Allah
olduğunu açıkça belirttiği şu sözlerine bakınız:
"Onlar kendisi
olduğu halde eşyayı açığa çıkaran münezzeh olsun. Arif, hakkı (Allah'ı) her
şeyde gören, belki her şeyin kendisi olarak görendir."
İbn-i Arabî’nin tağut
dininde "şey" kelimesi, zatı ve hususiyetleriyle bizatihi kaim ve
bağımsız olan maddi bütün varlıklar için kullanıldığı gibi, kuruntu, yok olan
ve zihinsel suretler için de kullanılır. Görüldüğü gibi İbn-iArabî vahdet-i
vücuda en açık davet eden, hatta onun mimarı sayılan kişidir.
Allah Büyük Bir İnsandır
Şimdi de tanrısının
eksiklik, acizlik, ahmaklık ve cehalet gibi yaratıkların nitelendiği bütün
sıfatlarla nitelenmesi ve onların tanımlarının aynı zamanda Allah'ın tanımı
olduğuna dair sözlerine bakalım.
"Her şeyin tarifi
(haddi) aynı zamanda Hakkı (Allah'ın) tarifidir. Yaratıkların ve eserlerin
müsemmalarında sirayet etmiştir. Gören de, görülen de odur. Âlem onun
suretidir. Âlemin ruhu ve yöneticisi de odur. O büyük insandır."
Allah Âlemin Suretleridir
Âlemde görülen
bütün suretlerin Allah olduğunu ifade ederek şöyle diyor:
"Onlar Hakkın
zahiri (görünmesi)dir. Çünkü O zahirdir. Onların batını (gizlisi) de O'dur.
Çünkü batın O'dur. Evvel de O'dur. Çünkü bunlar yok iken O vardı. Ahir de odur.
Çünkü bunlar ortaya çıktıkları zaman Allah onların kendisiydi."
İbn-i Arabî rabbini de
tarif ederek şöyle diyor:
"O ortaya
çıkanların kendisidir. Ortaya çıktığı durumda gizli olanların da kendisidir.
Ortada başkasının gördüğü bir şey yoktur. Kendisinden batın olacak bir şey de
yoktur. O kendine zahir ve kendisinden gizli (bâtın)dır. Ebu Said el-Harraz
diye adlandırılan da odur. Görünen ve isimlendirilen başka varlıklar da
odur."
İbn-i Arabî’ye
göre Allah'ı bilen gerçek arif, Allah'ın tabiattaki varlıkların suretlerinde
sirayet edişini gören ve âlemdeki bütün varlıkların suretlerinde Allah'ın
bizzat suretini müşahede eden kimsedir.
Allah'ın Sıfatları Yaratıkların
Sıfatlarıdır
İbn-i Arabî tanrısını
acizlik ve zilletle, noksanlık ve ahmaklıkla niteliyor. Alçaklık, kötülük ve
zilletle tavsif edilebileceğini ifade ederek şöyle diyor:
"Hakkın
yaratıkların sıfatlarıyla ortaya çıktığını O’nun göründüğünü görmüyor musun?
Bunu kendisi belirtmiştir. Noksanlık ve kötülük sıfatlarıyla ortaya çıktığını
kendisi ifade etmiştir. Yaratıkların da başından sonuna kadar Hakk'ın
sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmüyor musun? Yaratıkların sıfatları O'nun için
hak olduğu gibi O'nun sıfatları da yaratıklar için haktır."
İbn-i Arabi Allah'ın sıfatlarını
mecazi olarak yaratıklara verdiğini yahut yaratıkların sıfatlarının mecazi
manada Allah'ın sıfatları olduğunu söylediğini herhangi bir insanın tevehhüm
etmesinden korkmuş ve birinci şıkta söylenenlerin mecazi manada değil, gerçek
manada olduğunu söylemiştir.
Onun için
"Yaratıkların sıfatları da Hakkın sıfatlarıdır" diyerek mecazi manada
değil, gerçek manada böyle olduğunu belirtmiştir. İnsanlara, tanrısı hakkındaki
hükümlerinde yahut onu acizlik, noksanlık ve kötülük gibi sıfatlarla
nitelemesinde ve diğer yaratıklarla aynı görmesinde bir mecazın bulunmadığını
vurgulamak istemekte ve şöyle demektedir:
"Allah'ın rablık,
ilahlık, yaratma, rızık verme ve diğer bütün sıfatları yaratıklar için
haktır."
Yani bu sıfatlar aynı
zamanda yaratıkların da sıfatlarıdır. Onun için yaratıklar mecaz olarak değil,
gerçek olarak Allah'ın sıfatlarını taşırlar. İşte İbn-i Arabî’nin dini!
Tasavvufçuların Allah'ı Varlık Ve Yokluktur
İbn-i Arabî’nin dininde,
tasavvufun tanrısı her türlü varlık ve yokluğu içine alır. Şöyle diyor:
"Kendi kendine yüce
olan, örf, akıl ve şeriatta ister iyi, ister kötü olsun, hiçbir sıfattan yoksun
kalmayacak şekilde varlık ve yokluğa ait bütün işleri kapsayan kemale sahip
olandır. İşte bu, sadece Allah'ın müsemmasına mahsustur."
Varlığın dirilteceği ve
yokluğun yok edeceği hangi tanrıdır bu? Örf, akıl ve şeriatta kötülenebilecek
hangi ilahtır bu? İbn-i Arabî tanrısını bütün kötülüklerle nitelemiştir. Böyle
olunca onu örf, akıl ve şeriat neden kötülemesin?!
Her Şey Tasavvufçuların Allah'ıdır
Yıldızlara tapanlar
kâfir olmuşlardır. Buzağıya tapan Yahudiler de kâfir olmuşlardır. Hıristiyanlar
da üç ortaklı (teslis) bir tanrıya taptıkları için kâfir olmuşlardır. Cahiliyye
Arapları da ölenlerin putunu dikip hayatta kendilerine umut ve emellerle
yaklaştıkları gibi ölümden sonra da benzer umut ve emellerle yaklaşıp
kendileriyle Allah arasında aracılıklarını sağlamak için taptıklarından dolayı
kâfir olmuşlardır. Bütün bu gruplar ve insanlar Allah'tan başka varlıklara
taptıkları için kâfir oluyorken, acaba her şeye tapmaya çağıran tasavvufçular
için ne diyeceksiniz?
İşte tasavvuf
kâhinlerinden Abdulkerim el-Cîlî'nin sözleri:
"Zatı itibariyle
yüce olan hakkın açığa çıktığı her varlığa tapmak gerekir. O âlemin
zerrelerinde açığa çıkmış (zahir olmuş)tur."
İbn-iArabî bunu daha
açık ifade ederek şöyle demektedir:
"Mükemmel arif,
tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini
görendir. Onun için tapılan bu tanrılara taş, ağaç, hayvan, insan, yıldız,
melek gibi özel ismi yanında hepsi ilah adını vermişlerdir."
Kadın Suretine Girme
İbn-i el-Farid kadın
vücuduna taptığı gibi İbn-i Arabî de kadın vücuduna tapmıştır. Birincisi
iffetini kendisine teslim eden kadına taparken, diğeri isteklerine ram olmaya
bir türlü yanaşmayan kadına tapmıştır.
İbn-i Arabî’nin dişiye
tapma konusunda ne kadar sarih olduğunu gösteren, Fusus'ül-Hikem kitabından bir
nakil yapıyoruz:
"Erkek kadını
sevdiği zaman onunla yatmak istemiştir. Yani sevginin sonunda meydana gelen
şey! Nikâh (kadın-erkek münasebeti)nden daha büyük bir kavuşma yoktur. Onun
için şehvet kişinin bütün vücudunu kaplar. Onun için kişinin yıkanması
emredilmiştir. Oluştuğu zaman şehvet bütün vücudu kapladığı için vücudun tamamı
yıkanmıştır. Şüphesiz Allah kulunun kendisinden başka bir şeyle lezzet
bulduğuna inanmasını çok kıskanır. Onun için kendisinde fena bulduğu (kadın)
suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusül) ile onu
temizlemiştir. Çünkü bundan başkası olmaz. Erkek Allah'ı kadında müşahede
ederse, buna münfailde müşahede denir. Kadının kendisinden zuhuru açısından
kendisinde müşahede ederse, buna da failde müşahede denir. Kendisinden oluştuğu
varlığın suretini göz önünde bulundurmadan kendi nefsinde müşahede ederse, buna
da vasıtasız Allah'tan münfail olanda müşahede denir. Allah'ı kadında müşahede
etmesi tam ve en mükemmeldir. Çünkü Allah'ı fail ve münfail olarak, özellikle
kendisi de münfail olarak müşahede etmektedir. Onun için Rasûlullah kadınları
sevmiştir. Çünkü Allah onlarda çok mükemmel müşahede edilmektedir. Zira Allah
maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahede edilmez. Allah'ın kadınlarda
müşahede edilmesi en büyük ve en mükemmeldir. Kavuşmanın en büyüğü de nikâh
(kadın-erkek münasebeti)dir."
İbn-i Arabî’nin bütün
dinini bu ibarelerden çıkarabilirsiniz. Tasavvuf tanrısının en mükemmel ve tam
şekilde tecellisinin şehvet küpü haline gelen erkeğin musallat olduğu ve etini
budunu okşadığı kadın suretinde tecellisi olduğuna inanmaktadır.
Gecenin karanlıklarında
birbirinin vücutlarından yararlanan âşıkların tasavvufun tanrıları olduğuna
inanmaktadır. Günah sarhoşluğunu kendilerine yorgan edinen âşık ve zânilerin
gece karanlığında her türlü cinayetlerini işlerken bütün günah, lezzet, şehvet
ve karanlıklarıyla aslında birer tasavvuf tanrısı olduklarını
söylemektedir.
Şehvet ve lezzetlerini
bir dişide değil, rezalet fırtınasına tutulmuş günah küpüne dönüşen tasavvufi
tanrıda tatmin etmişlerdir. Ondan sonra İbn-i Arabî, maddenin en derin
çukurlarına çılgın bir hızla yuvarlanarak şunu bize vurgulamaya çalışmaktadır:
Tasavvuf tanrısı maddi
bir şeydir. Ancak ve ancak maddede görülür.
Hıristiyanlıktaki Tecessüd (Bir Varlığın
Vücuduna Bürünme) Ve Tasavvuftaki Tecessüd:
Bu konuda İbn-i Arabî’den daha fazla nakil yaparak okuyucuların yaralarına
tuz ekmek istemiyorum. Ancak şunu belirtmek isterim ki sofuluk, Hıristiyanlığı
baştan çıkarıp hidayet ve doğruluğundan uzaklaştırınca, ruhani kutsallık ve
münzevi rahiplik onun saflığını bulandırınca üç ilaha tapmağa dönüşerek
katıksız tevhidden sapmış, yine de tasavvuftaki kadar her varlığı tanrı sayarak
her şeye tapma derecesine inmeden yüce Allah'ın risaletle şereflendirdiği ve
insanlar arasından seçtiği tertemiz bir zatı seçmiş, yüce Allah'ın en büyük
tecessüdü olduğuna inanarak ona tapmıştır. Hz. İsa'nın Allah'ın tecessüd ettiği
insan olduğuna inanıp taptığı için de Allah'ın ebedi lanetine, gazabına,
cehennem azabına uğramıştır.
İbn-i Arabî Niçin Kadına Tapmıştır?
Tasavvufun şeyh-i ekberi bir defasında Şeyh Mekinuddin'in kızına âşık
olmuştur. Nerede? Mekke'de!
Çılgın âşık, kadının vücuduna ulaşıp pençe ve tırnaklarını ona nasıl
saplayacağının yollarını aramış, onunla baş başa kalması için yalvarmış,
kendisini ona teslim etmesi için yüzsuyu dökmüş, ama iffetli kadın, bir
canavarın iffetiyle oynamasını kabul etmeyip hayâ zırhına bürünerek
defetmiştir.
Kadın kendisini temiz bir kalp için sevmiş, o ise şehvetten gözü dönmüş bir
ceset için istemiştir. Onu iffet ve dindarlık için istemiş, kendisi ahlaksız ve
orta malı olmasını istemiştir. Bunu gören kadıncağız canavar pençelerinden
uzaklaşmış ve isteklerini reddetmiştir.
Bunun üzerine İbn-i Arabî kadının nazenin tenine ve iffetli cesedine ulaşma
hülyasıyla "Tercümanu'l- Eşvak" divanını yazmıştır. Belki kadın insafa
gelir ve kendisiyle beraber uçuruma yuvarlanır, ona vücudundan bir parça,
kanından bir avuç bağışlar diye düşünerek aşkını şiire dökmüştür. Ama iffetli
kadın onu güllerle çevrili hareminden uzaklaştırmış, şeref ve namusuna toz
kondurmamıştır. Duyguları nezih, iffetli, temiz, şerefi parlak ve ahlakı örnek
bir kadın olmanın dışında yaşamayı reddetmiştir.
Ne dersiniz? Elde edememenin ümitsizliği İbn-i Arabî’nin aşkını söndürmüş
müdür? Hayır. Aksine ruhunu, vücudunu sarmış, fitne, istikrarsızlık,
üzüntü, sıkıntı ve ızdırapla doldurmuştur. Ümitsizliği gitmediği gibi alevi de
sönmemiştir. Bu sefer divanını tasavvuf dini ile şerh etmiş, vücudunu ellerine
teslim etmeyen bu iffetli ve namuslu kadının, çok güzel bir kadının vücuduna
bürünen bir rab olduğunu, ancak ilahi hakikatin en güzel tecessüdü ve zuhuru
olduğu için kendisini sevdiğini, onu arzularken aslında rabbinin kadınlığını ve
güzel vücudunu arzuladığını vurgulayarak belirtmiştir.
Ancak kadın günahları avuçlayan tasavvufi bir tanrı değil, sadece ve sadece
iffetli ve namuslu bir kadın olarak kalacağını söylemiştir. İbn-i Arabî mitoloji
yolunda devam ederek onu yüceltmiş ve apaçık bir tasavvufi gerçek halini
kazanıncaya kadar onun reklâmını yapmıştır. Ona apaçık ve sarih bir vücut
vermiş, kendisiyle beraber ve kendisinden sonra onun gibi zındıklar da
desteklemiştir.
Bu şekilde tasavvufçular Leyla, Büseyna ve Suad diyerek gazel okumuştur.
Bunun ne demek olduğunu sorduğunuz zaman tasavvufçular cahilliğinize dudak
bükerler.
"Zavallı! Rabbimizin güzel bir kadın olduğunu hâlâ bilmiyor, oynayıp
şakırdayan, saçılıp dökülen şarkıcının ilahi tecellilerin en yüce ufku ve
haramlar girdabı cesedinin yüce rabbimizin cesedi olduğunu, baştan çıkaran bir
ceset ve kara bir rezalet olarak Allah'ın o kadın olduğunu bu miskin
bilmiyor" diyerek birbirlerine göz işaretleri yaparlar.[1]
Tasavvufun Tanrısı Kullara Muhtaç
Yüce Allah "Ey
insanlar, siz Allah'a muhtaçsınız. Zengin ve övülmeğe layık olan
Allah'tır" (Fatır 15) buyuruyor. Ama tasavvufçular kullara muhtaç
bir tanrıya inanıyorlar. Varlığında, bilgisinde, kalıcılığında, yeme içmesinde,
gizlilikten sonra açığa çıkma, yokluktan sonra meydana gelme ve yok olmasını
önlemede kullara muhtaç bir ilaha inanıyorlar.
İbn-iArabî şöyle diyor:
"Varlığımız onun
varlığıdır. Varlığımız açısından biz ona muhtaç, nefsinde zuhuru için o bize
muhtaçtır."
Yine şöyle devam ediyor:
"Sen ahkâmla onun
gıdası, o da varlıkla senin gıdandır. Senin özelliğin ne ise, onun özelliği de
odur. Emir, ondan sana olduğu gibi senden de onadır. Ne var ki sen mükellef
diye adlandırılıyorsun. Gerçi halinle sen ona "beni mükellef kıl"
dediğin için seni mükellef kılmıştır. Ama o mükellef diye isimlendirilmez. O
bana hamd eder, ben ona hamd ederim, o bana ibadet eder, ben ona ibadet
ederim."
İbn-i Arabî ilmini ve
kitaplarını direkt Rasûlullah'tan aldığını, levh-i mahfuzdan vasıtasız
yazdığını iddia etmiştir. Vahdet-i vücut inancını sistemleştirip tevhit
inancına meydan okurcasına halka sunması, Kur'ân ayetlerini tahrif ederek kâfir
Hûd kavminin sıratı müstakim üzere oldukları, Firavun'ın imanı kâmil bir mümin
olduğu gibi Nuh kavminin de mümin bir kavim olduğu ve bu imanlarından dolayı
Allah onları mükâfatlandırıp vahdet deryasına batırdığı, nimetini tatmaları
için ilahi sevgi ateşine soktuğu, Hz. Harun'un İsrail oğullarını buzağıya
tapmaktan alıkoyarak yanıldığı, çünkü buzağının gerçek mabud veya onun
suretlerinden bir suret olduğu, Nuh kavminin Ved, Yeğus, Yeûk, Suva' ve Nesr
putlarına tapmayı bırakmamakla isabet ettikleri, çünkü bu putların ilahın birer
görünümü oldukları, ateşin azap değil, tatlılık olduğu, rahmete uğramayan ve
rızaya kavuşmayan hiçbir insanın bulunmadığı, bir şey var olmadan önce Allah'ın
onu bilemeyeceği, çünkü bir şeyin varlığı ilmin varlığı demek olduğu, hatta her
şeyin varlığının Allah'ın varlığının tercümesi olduğunu ve benzeri birçok
saçmalıkları söylemesine rağmen, İbn-iArabî bunların hepsini eksiltmeden ve
çoğaltmadan doğrudan Rasûlullah'tan aldığını söylemiş ve Rasûlullah'ın bunları
insanlara tebliğ etmesini emrettiğini iddia etmiştir.
Kur'ân'a ve sahih
sünnete açıkça aykırı ve küfür oldukları apaçık olan bütün bu saçmalıklara
rağmen İbn-i Arabi bunları söylediğinden günümüze kadar adı Müslüman olan
yığınlardan pek çok taraftar ve sempatizan bulmuş, fikirleri İslâm dünyasında
alabildiğine yayılmıştır. Günde defalarca "Lailahe İllallah, Muhammed ün
Rasûlullah" diyen İslâm ümmeti içinde hâlâ evliyanın büyüğü ve asfiyanın
kutbu olarak görülmüş ve adı bin bir takdis ve tazimle anılmıştır.
İşte tuhaf olan budur!
Puran Tilmiz, 03.12.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü
[1] Meşhur tasavvufçuların çoğu Allah'ı
kadın suretinde tasavvur eder ve zevklerini tatmin için seksi bir pozisyonda
canlandırırlar. Bu gerçeği onlarla ilgili menkıbe kitaplarının hemen hepsinde
görmek mümkündür. Hatta bazen işi Lut kavminin o çirkin alışkanlığına kadar
götürdüklerini anlatan olaylar naklederler.
Mesela, bu kitapların en meşhurlarından Menakibu'l-Ârifin'den bazı misaller verelim.
Mesela, bu kitapların en meşhurlarından Menakibu'l-Ârifin'den bazı misaller verelim.
"Şemsi Tebrizi’nin
Kimya adında bir karısı vardı. Bir gün Şems hazretlerine kızıp Meram bağları
tarafına gitti. Mevlana hazretleri medresenin kadınlarına işaretle: "Haydi
gidin, Kimya hatunu buraya getirin. Şemseddin'in gönlü ona çok bağlıdır"
buyurdu. Bunun üzerine kadınlardan bir grup onu aramaya hazırlandıkları sırada,
Mevlana Şems'in yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş, Kimya hatunla
konuşup oynaşıyor ve Kimya hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu.
Mevlana bunu görünce hayrette kaldı. Onu aramaya hazırlanan dostların karıları
da henüz gitmemişlerdi. Mevlana dışarı çıktı. Bu karıkocanın oynaşmalarına mani
olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems "İçeri gel"
diye bağırdı. Mevlana içeri girdiği vakit, Şems'den başkasını görmedi. Bunun
sırrını sordu ve "Kimya nereye gitti?" dedi. Şems "Yüce tanrı
beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya şeklinde
geldi" buyurdu. Sayfa, 2/56–57.
Yine Sultan Veled
hazretlerinden nakledilmiştir:
Bir gün Mevlana Şemseddin iyi ve namuslu kadınları övüyor ve onların iffet ve ismeti hakkında:
Bir gün Mevlana Şemseddin iyi ve namuslu kadınları övüyor ve onların iffet ve ismeti hakkında:
"Bununla beraber
bir kadına arşın üstünde bir yer verseler, onun nazarı birdenbire dünya üzerine
düşse ve yeryüzünde intiaza (intizzaa olsa gerek) gelmiş bir tenasül aleti
görse, deli gibi kendini oradan aşağı atar ve aletin üstüne düşer. Çünkü
kadınların mezhebinde ondan daha yüksek bir mertebe yoktur" buyurdu.
Sonra şu hikâyeyi
anlattı: Şam'da bulunan şeyh Ali Harirî kademli, parlak kalpli, metanet sahibi
bir kişiydi. Sema esnasında kime baksa derhal o, ona mürit olurdu. Giydiği
hırka parça parça idi. (Bu yüzden) sema esnasında vücudun her tarafı görünürdü.
Halifenin oğlu da bunun menkıbelerini işittiği için sema'ını görmek istedi.
Sema edenleri seyretmek
için makam kapısından içeri girdiği vakit şeyhin nazarı ona ilişti. O derhal
mürit oldu ve elbise giydi. Oğlunun şeyhe mürid olduğu haberi Mısır'da
halifenin kulağına ulaştı. Son derece de canı sıkıldı. Şeyhi öldürmek istedi.
Fakat şeyhin yüzünü görür görmez o da tam bir samimiyetle şeyhe teveccüh
gösterdi. Halifenin karısı da onu görmek istedi. Şeyhi eve davet ettiler.
Hatun ilerleyip şeyhin
ayaklarına kapandı ve elini öpmek istedi. Şeyh tenasül aletini kaldırarak
kadının eline verdi ve "Senin istediğin o değil, budur" dedi ve sema
başladı. Bunun üzerine halifenin itikadı bir iken bin oldu." Sayfa,
2/59–60.
"Bir gün Şemseddin
(Tebrizi), seyahati esnasında bir şeyhe rasltadı. Bu şeyh, mahbuperestlik (genç
çocuklar seyretmek) illetine tutulmuştu. Nerede genç bir çocuk görse onun
yüzünü temaşa etmekten kendini alamazdı. Şems ona "Hey, bu ne
haldir?" diye çıkıştı. Şeyh: "Güzellerin yüzü ayna gibidir. Ben
Tanrıyı o aynada müşahade ediyorum" dedi...." Sayfa, 2/49–50.
"Mevlana
hazretleri, Sultan Veled'i Şemsi Tebrizi'ye mürit yaptığı vakit:
"Bahaddinim haşhaş yemez ve asla livata yapmaz. Çünkü bu iki şey, kerim
olan tanrının yanında son derece yerilmiştir" buyurdu. Sayfa, 2/52.
Herhalde rastgele bu iki
çirkin fiile dikkati çekmiyor. Çünkü bunlar tekke çevrelerinde yaygın
fiillerdir.
Yine Sultan Veled'den
nakledilmiştir: Bir gün ileri gelen sofular babam Hüdavendigar'dan "Ebu
Yezid (el-Bistami), "Ben Tanrımı daha sakalı bitmemiş bir genç şeklinde
gördüm" buyuruyor. Bu nasıl olur? diye sordular. Babam; "Bunda iki
hüküm vardır. Ya Bayezid, Tanrıyı sakalı bitmemiş genç şeklinde görmüş, yahut
Bayezid'in meylinden ötürü Tanrı onun gözüne bir genç çocuk suretinde
gözükmüştür" dedi. (Devamında Kimya Hatun olayını anlatır). Sayfa, 2/56.
Bu misalleri daha da
çoğaltmak mümkündür. Ancak bütün bunların arkasında yatan gerçek, tasavvuf
çevrelerinin Allah hakkında taşıdıkları ve iman esaslarıyla bağdaşmayan
bozukluklar ve zındıklıkların çokluğudur. Üstelik bu sapıklık ve zındıklıkların
dindarlık, ermişlik, velilik ve Allah'ın sıfatlarına sahip olmakla kamufle
edilmesine çalışılmasıdır. Küçüğünden büyüğüne kadar hemen hepsinin eserlerinde
ve sözlerinde bunu bulmak mümkündür.
İsterseniz âlimlerin
gavsı, ariflerin kutbu, evliyanın önderi, müceddid-i elf-i sani İmam
Rabbani’nin mektubatından örnek verelim:
Birinci mektupta şöyle
diyor: "Kıymetli emirlerinize uyarak bu mektubu yüzümün karasıyla
yazıyorum. Dağınık, bozuk olan hallerimi titriyerek arz ediyorum. Bu yolda
ilerlerken, Allah'u Teâlâ'nın ismi zahirleri o kadar çok tecelli etti ki, her
şeyde ayrı ayrı göründü. Hatta nisa (kadınlar) şeklinde, onların organları
halinde ayrı ayrı zahir oldu..."
Mektubat Tercemesi, 1/6, Birinci Mektup,
Terceme: Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez, İstanbul 1968.