“Demek
merkezden sizi gönderdiler.” dedi. Doktor hastaya daha bir dikkatle baktı..
"Hiç
durduk yere sağa sola saldırmaya başlamış. Tam sıra ona gelmişken.. veznedar
bayan, “Faturanız?” diye sormuş. Hem de hiç kimseye göstermediği bir nezaket
örneği sergileyerek. Bizimki de önce elinde tuttuğu su faturasına bakmış. Sonra
veznedara, sonra arkasındakilere.. sağında ve solundakilere.. sonra dairenin
bütününe, “İyi ama!" demiş gözlerini iri iri açarak,"İyi ama bu bana
ait bir rol değil. Veznedar şaşırmış ve gözlerini pusarak, “Anlamadım! Fatura
sana ait değilse ne olmuş?” diye cevaplamış panik içinde.. belli etmemiş yine
de. Paniklediğini sonradan muhabirlere anlatmış. Ki muhabirler, “ Veznedar
panik içinde sorular sorarak zaman kazandı..” diye haber geçmişler çalıştıkları
kuruluşlara. Hemen her televizyon kanalı, hemen her basın organı bu ayrıntının
üzerine nedense pek dikkat çekti. Bunda ne gibi bir özellik var doğrusu anlayamadım.
Tabi muhabirler bu işin kurdu. Neyin önemli neyin önemsiz olduğunu pek ala
bilen insanlar. Ne öne çıkarılmalı, ne atlanmalı.. İşte veznedarın panikle
adamı sorguya çektiğini bütün ülke öğrenmiş oldu. Hatta bütün dünya. Eğer dış
dünya basını halklarına bunun duyurulması gerektiğine inanırlarsa.. belki eften-püften
bir şey sayıp görmezlikten gelebilirler. Ama açık ki bu öyle görmezlikten
gelinecek bir şey değil. Ben tanığım. İnanın her şey gözümün önünde oldu. Ben
yan veznedeydim. Ben faturamı tam birinci veznedeki bayana uzatmıştım, veznedar
tam elimden almak üzereydi faturanın bir ucu onun bir ucu benim elimde..
ikimizde bıraktık.. fatura veznedarın önündeki tümseklikte kaldı. İkimizde
afallamıştık. Hani yanışlıklarla ilgili itirazları hemen hepimiz duyarız, hatta
kendimiz de yaparız..ama bu öyle değil.“Bu tavır benim tavrım değil!” aslını
isterseniz.. donup kaldı duyan herkes. Adam gülüyor olsa, deriz ki eğleniyor
kendince.."
“Anlamadığım
şey şu; hem olayın baştan sona tanığıyım dedin, hem de “Durup dururken sağa
sola saldırmaya başlamış” diye başladın söze.. bu nasıl tanıklık?”
“Nasıl
yani?”
“Be
adam, madem sen gördün, madem oradaydın, madem olayı baştan sona yaşadın nasıl
“mışlı” olarak başlıyorsun söze?”
“Alışkanlık
işte doktor bey.. her neyse.. orda bulunuşum da güzel bir tesadüf oldu. Başka
türlü olsa adamı emniyete götürürler.. eh.. ben müdahale ettim. Ambulans
çağırttım.. buraya getirdik.. iyi etmemiş miyim doktor bey?”
“İyi
etmişsin.. saldırgan bir tavrı oldu mu?”
“Yok!..
kuzu kuzu giyindi deli gömleğini.. yol boyunca başı önünde.. gözleri arabanın
döşemesine kilitli.. arada bir başını sallayıp “ Bu yanlışlığı biri düzeltir
elbet..” deyip durdu. Ne bir karşı koyma, ne direnme.. ne bileyim.. şaşırmadı
bile. Ama ben şaşırdım.”
“Sen de
ambulansla mı geldin?”
“Evet..
bu sıcakta dolmuşa binilmez ki.. haksız mıyım?”
“Bilmiyorum..
bilmiyorum.. oturmuş senin anlattıklarını dinlediğime göre.. hadi sen işinin
başına.. yahu Osman efendi benim su faturasının da son günüydü.. unutmuşum..”
“Giderim
doktor bey.. tasalanma.. nasılsa dışarıda görülecek bir sürü iş çıkar..”
“Sahi
sen olmasan Osman efendi buradaki işler nasıl yürür.. inan..”
“Allah
inandırsın doktor bey bir gün izin yapsam her şey karma karışık olur.. bizim
kızın puzzle buradaki karışıklığın yanında sıfır kalır.. aha güya bilgi
işlemcimiz var.. daha bir bilgisayarın donanımından anlamıyor..”
“Neyse..
bu kadar gevezelik yeter.. biraz daha dursan mesleğimi de elimden alacaksın..
şu faturayı yatır bi zahmet..”
“Tamam
doktor bey.. ha sanırım adam aline olmuş.”
“ Ne
olmuş ne olmuş?”
“Aline..”
“ O ne?”
“Yapma
doktor.. niye eğleniyorsun ki..kendine yabancılaşmış.. ha aklıma geldi bu günkü
yarışlarda müthiş bombalar var.. düşünürsen.. iyi bir kupon yapalım..”
“Yahu
git işine.. edip nedip her gün beni de sövüşletiyorsun beygirlere kendini de..”
“Bu kere
inan malı götüreceğiz.. valla bak! Ankara’dan tiyo da aldım..”
“Bu
kaçıncı tiyo.. istemiyorum..hadi Osman efendi..ben de şu hastayı bir göreyim..”
“Tamam..
kolay gelsin.. gidiyorum.”
“Git
dedik.. şey.. on milyonluk bir kupon yapalım.. daha fazlasına yokum..”
“Daha
neler doktor.. iki buçuk sen.. iki buçuk
ben.. beş bile fazla bu yarışa…”
“Tabi
canım.. dünkü yarışı çabuk unuttun.. ben bu gün oynamıyorum..”
“Peki..”
“Demek
hasta aline olmuş öyle mi? Bunu öğrendiğim iyi oldu..”
***
On adım
bir köşeden bir köşeye, on adım da diğer köşeye bir yer.. büro diyorlar. Böyle
bir yerden oluşan topluluğa da ofis diyorlar. Buradakiler “ofis” diyor. Belki
başka yerdekiler bunun tersini söylüyorlardır. Yani buradakilerin “büro”
dediklerine “ofis”, “ofis” dediklerine “büro” diyorlardır. Ya da başka bir ad
veriyorlardır. Belki ikisi de aynı anlamdadır. Bunu ancak diğer gezginlerle bir
araya geldiğimizde öğrenebileceğim.
Zaman
zaman buradakilerin beni tanımış ve fakat tanımamış gibi davrandıkları
duygusuna kapılmıyor değilim. Eğer böyleyse edindiğim her bilgi ters yüz
edilerek okunacak demektir. Ya da benim yerime başkası gönderilmeli. Biz
gezginlerin sık olmasa da başına gelen en berbat olay budur. Kendimizi çok iyi
gizlediğimizi sanırız ve fakat daha başından deşifre edilmişizdir. Ve bu durum
bizden öylesine ustalıkla saklanılmıştır ki.. merkezdekilere ne kadar
anlatırsak anlatalım.. akılları almaz. Bizi suçlarlar. Oysa hata onlara aittir.
Ama kabul etmezler. Toz kondurmazlar kendilerine.. bizim başımız yanar.
Gerçekten biz gezginlerin böylesi durumlarda en ufacık bir kusuru yoktur. Bu
vebal tümüyle planlamacıların, hazırlayıcılarındır. Artık bunu düzeltmenin
zamanı geldi de geçiyor bile. Tüm arkadaşlar bir araya gelip, gerekirse konsey
başkanına çıkmalı bir rapor halinde sunmalıyız. Gerçi arkadaşlar da bu konuda
pek duyarlı değil. Kendisine denk gelene kadar, hepimiz “Çok mu umurumda” deyip
omuz silkiyoruz.. bu öylesine berbat bir talihsizliktir ki..
En ince
ayrıntılarına kadar incelemem gerektiği söylenen bu yerde geçen bir hafta için
söyleyeceğim hemen hemen hiçbir şey yok gibi. Buradakiler pek ketum.
Bir
şeylerin ters gittiği apaçık. Durumu merkeze rapor etmeyi henüz düşünmüyorum
yine de. Henüz erken. Burayı niye seçtiklerini Tanrı bilir. Bana verilen
bilgilerle buradaki atmosfer öylesine farklı ki.. karşımdaki masada oturan kişi
bu olmamalıydı her şeyden önce. Bendeki tanıma uymuyor. Diğer gezgin
arkadaşlarla konuştum.. onların bulundukları yerde her hangi bir terslik yok.
Hani sormam şundandı; eğer birinden birine ters gelen bir şey varsa görev
yerlerimiz karışmış olabilir, hemen daha başlangıçta müdahale ederdik diye..
ama hiç kimse her hangi bir anormallik fark etmemiş.. her şey olağan.
Tuhaflıklar benim görev yerimde. Belki de gönderilmeden önce verilen bilgilerde
bir eksiklik vardı. İstihbarat yanlıştı. Hemen rapor etmeliyim aslında. Bu bir
haftayı niye böyle geçirdiğimi sorduklarında hiç de akli bir gerekçem
olmayacak. Yine de erken gibi. Erkenle geç arası bir anı yakalamalıyım.
Gönderildiğim
yerin dilini bile bilmiyorum. İş dilini. Beni eğittikleri alan “Perakende Gıda
Sektörü”. Kasiyerlikten tutun da, şarküteri, parfümeri, zücaciye, temizlik
ürünleri, sıvı ürünler, yağlar daha nice departmanla ilgili nice bilgi. Bilgi
işlem, satış otomasyonu ve stok programlarını kullanma.. falan filan.. büyükçe
bir alış veriş merkezinde yapacaktım gözlemimi. Buna göre bilgilendirildim. Kodlandım.
Böylesi yerlerde dünyalıları gözlemek hem zahmetsizdi ve hem de maskesiz
yakalamak kolaydı. Hem tükettikleri
ürünler ele verirdi onları hem de alış-verişte takındıkları davranış
biçimleri.. bu bizim merkezdekilerin varsayımıydı. Ki pek yanılmazlar varsayımlarında. Yanılmamışlardır.
Ofis
dedikleri bu yerde işin ne olduğunu bile anlayamadım. On-on beş büro ve bu
bürolarda iki-üç insan. Her biri masa dedikleri şeylerin arkasındaki
sandalyelerde oturuyorlar. Sürekli
bilgisayar dedikleri nesnenin ekran dedikleri parçasına bakıyorlar.
Arada bir yine bilgisayarın fare dedikleri parçasıyla, kendi deyimleriyle
“tık”lıyorlar. Başkaca yaptıkları bir iş yok. Arada bir sandalyeleriyle
birlikte geri kaykılıp “ Of be.. sırtım tutulmuş!” diyorlar. “ Amma da yoruldum.”
tümcesini eklemeyi ihmal etmeden.
Tam bir
fiyasko. Tam bir bozgun. Buraya uygun donatılmadığım ortada. “Acaba, diyorum
kendi kendime, acaba gözlem altında olan ben miyim?” aslında olmayacak şey
değil. Ya da görülmemiş. Merkez bunu sıkça yapar. Yeterliliğimizi sınarlar.
Yine de ben böylesi sınamalardan çokça geçtim. Bir önceki görevimde her hangi
bir falso da olmadı. Hatta başkan tarafından taltif bile edildim. Hemen her
testi başarıyla geçen birini niye teste tabi tutsunlar ki? Ne için yeni bir
test?
Şimdi bu
saatte ben ya bir bilgisayar başında oturup mal girişi yapıyor olmalıydım ya da
geciken, gelmeyen bir kasiyerin kasasına bakıyor olacaktım. Olmalıydım. İşte
iki haftadır gidip-geliyorum hep aynı şeyler. Biri de kalkıp sormuyor “Arkadaş
sen burada oturmaya mı geliyorsun?” Hiç kimse de her hangi bir merak yok.
Buradaki büroların hiç birinde durmayan biri, beni girişte karşılayıp, “Ha o
siz misiniz?” deyip elimdeki dosyayı aldı, sonra bu büroya bırakıp gitti. “
Şurada oturun!” diye bir sandalyeyi gösterdi. Çekip gitti. Odadakilerle şöyle
bir bakıştık.. sahte tebessümlerle. Ne kadar da meraksızlar! Ben sordum bir iki
soru.. geçiştirdiler. Başımı kime çevirsem aynı. Hepsinin gözü ekranda. Arada
bir telefon dedikleri nesneyle görüşmeler de yapıyorlar.
“Falanca
kişi orda mı? Peki ben daha sonra ararım..yine de aradığımı iletirseniz
sevinirim!” ve tekrar bilgisayar ekranına. Beni yanlarına yaklaştırmıyorlar
bile. Bir bilseler onların bir saatte yazdıklarını ben on dakikada yazarım. O
vakit yazma işini bana yıkacaklarından adım gibi eminim. Bakınmaktan bunaldım.
Gözlerim kapandı kapanacak. Öyle görünüyor ki bu günde diğer günler gibi sona
erecek. Merkezdekilerin nasıl bir tepki göstereceği meçhul. Sanırım bildirmem
gerek! Eğer bir yanlışlık olduysa bile bunda benim şuncacık bir suçum, vebalim
yoktur. Belki de burası için istihbarat yapanlar yanlışlık yaptı. Ve ben de
yapılan bu yanlışlığın kurbanı oldum.
Hani
yirmi tane kasa olacaktı? Yok!
Hani
büyükçe bir bilgi işlem bürosu olacaktı ve altı yedi bilgisayar? Onların hem
donanım hem de program sorunlarıyla ilgilenecektim.. hani sabah erkenden iş
yeri açılacak ve insanlar sabahın erken saatlerinden itibaren hücum
edeceklerdi? Yok böyle bir şey. Kasa olmayınca kasiyer gecikmesi de olmuyor
elbet.. ee! peki ben bir ay boyunca burada böyle boş boş mu oturacağım? Yok!
Hemen merkeze rapor etmeliyim.. biri bunun hesabını vermeli.”
***
Doktor
yeni getirilen ve Osman efendinin tanısıyla “aline olmuş” hastanın konulduğu
odaya girdi. Gömlek üzerindeydi. Personel çağırıp gömleği çıkarttırdı. Adam
oldukça munis biriydi. Bir süre bir birlerini süzdüler. Doktor deneyimlerinden
hareketle adamın öyle büyütülecek bir hastalığı olmadığına karar verdi.. bu
kararı rapor etmeden önce gerekli konsültasyonu yapmalıydı.
"Burada
niye bulunduğunuzu biliyor musunuz?” diye sordu. Adam dudaklarını büzdü. Omuz
silkti. Derin bir nefes aldı.
“Demek
merkezden sizi gönderdiler.” dedi. Doktor hastaya daha bir dikkatle baktı..
“Hangi
merkez?” karşılığını verdi. Hastanın sabrı taşmıştı. Kendine hakim olmaya
çalıştığı o kadar belliydi ki..
“Peki..
demek siz doktorculuk oynayacaksınız.. öyle olsun. Ama benim hasta repliğim yok
bilmelisiniz. Yani boşuna çabalayacaksınız. Siz de benim gibi bir gezginsiniz.
Sizi daha önce gördüm. Ve siz de beni görmüş olmalısınız.”
Doktor
ciddiyetle baktı adamın yüzüne.. adam söylediklerine inanıyordu. Kendinden
emindi.
“Beni
daha önce gördünüz mü?”
“Elbette..
belki iki-üç yıl önce.. ama sen şimdi bunu hatırlamazsın.. bir inansan ikimizin
de aynı yerden olduğumuzu.. tabi deşifre edilmekten korkuyorsun. Belki de seni
sınıyorlar. Ben bu testlerden çokça geçtim.”
“Daha
önce de mi geldin buraya?”
“Buraya
gelmekten söz etmiyorum..ne yapalım.. sen doktorculuk oyununa devam et. Ama
inan benim hastalara ilişkin hiçbir repliğim yok.. daha önceki görevlerimde de
hastalık verilmedi ki sana katılabileyim.. ya sen ya ben teste tabiyiz.. ama
hangimiz.. henüz onu anlamış değilim. Sen rolünü sürdürebilirsin de benim
yapacak bir şeyim yok. Benden fazla bir şey bekleme..”
“Daha
önce böyle bir şey gelmiş miydi başına?”
“Evet..
hem de çok.. onların birer sınama olduğunu anlayana kadar akla-karayı seçmiş,
kan ter içinde kalmıştım.. hele bir keresinde muhabir olarak gönderilmiştim.. bir
dağ başında silahlı adamlar çıplak bir gencin kollarına taşlarla vuruyorlardı.
Silahlarının dipçiği ile.. orda da bir tuhaflık vardı. Ben sadece görüntü mü
almakla görevliydim yoksa kol kırmaya engel mi olacaktım.. elim, ayağım,
yüreğim “Engel ol!” derken, aklım “Sana verilen rol belli.. gizlice bu
olan-biteni görüntüleyecek sonrada diğer insanların görmesini sağlayacak ve
görenlerin tepkisini rapor edeceksin.” Böyleydi. Yine de bocalamıştım.. hem de
ne bocalama.. gerçi aklımın dediğini yaptım.. ve öyle garip tepkilerle
karşılaştım ki.. çok bilmiş biri kol kıranların yanında olduğunu ilan ederek “Ne
yapsın adamlar.. taş atanın kolu kırılır..” demişti. Ben iki üç ay kendime
gelememiştim duyduğum bu söz üzerine. Zaman zaman etkisini hala duyurur. Bir
zaman görev vermemelerini istemiştim merkezden.. bir keresinde de bir otomobil
sürücüsünün gözlerinin içi ışıl ışıl ezdiği bir kedinin ezilirken çıkardığı
sesi tasvir edişi.. işte öylesi gariplikler.. bunlara tanık olunca bir hayli
örselenmiştim. Bunları sırf sınamadaki sana yardım olsun diye anlatıyorum..
korkma.. deşifre olmuş değilsin. Kimseye de söylemem. Ama dediğim gibi
gönderildiğim görevle ilgili repliklerim dışında hiçbir sözüm yok. Anılarımda
bile.”
“Neydi
görevin?”
“Her
halde su faturası yatırmak değildi.. sanırım bu kere sizin sınavınızın konu
mankenlerinden biriyim.. merkezdekiler her geçen gün daha bir ustalaşıyor.
Doğrusu takdiri hak ediyorlar.”
Cemal Çalık, 05.12.2014,
Konuk Yazarlar, Sonsuz Ark, Öykü