5 Aralık 2014 Cuma

SA1025/KY1-CÇ87: Sayıklama

“Demek merkezden sizi gönderdiler.” dedi. Doktor hastaya daha bir dikkatle baktı..


"Hiç durduk yere sağa sola saldırmaya başlamış. Tam sıra ona gelmişken.. veznedar bayan, “Faturanız?” diye sormuş. Hem de hiç kimseye göstermediği bir nezaket örneği sergileyerek. Bizimki de önce elinde tuttuğu su faturasına bakmış. Sonra veznedara, sonra arkasındakilere.. sağında ve solundakilere.. sonra dairenin bütününe, “İyi ama!" demiş gözlerini iri iri açarak,"İyi ama bu bana ait bir rol değil. Veznedar şaşırmış ve gözlerini pusarak, “Anlamadım! Fatura sana ait değilse ne olmuş?” diye cevaplamış panik içinde.. belli etmemiş yine de. Paniklediğini sonradan muhabirlere anlatmış. Ki muhabirler, “ Veznedar panik içinde sorular sorarak zaman kazandı..” diye haber geçmişler çalıştıkları kuruluşlara. Hemen her televizyon kanalı, hemen her basın organı bu ayrıntının üzerine nedense pek dikkat çekti. Bunda ne gibi bir özellik var doğrusu anlayamadım. Tabi muhabirler bu işin kurdu. Neyin önemli neyin önemsiz olduğunu pek ala bilen insanlar. Ne öne çıkarılmalı, ne atlanmalı.. İşte veznedarın panikle adamı sorguya çektiğini bütün ülke öğrenmiş oldu. Hatta bütün dünya. Eğer dış dünya basını halklarına bunun duyurulması gerektiğine inanırlarsa.. belki eften-püften bir şey sayıp görmezlikten gelebilirler. Ama açık ki bu öyle görmezlikten gelinecek bir şey değil. Ben tanığım. İnanın her şey gözümün önünde oldu. Ben yan veznedeydim. Ben faturamı tam birinci veznedeki bayana uzatmıştım, veznedar tam elimden almak üzereydi faturanın bir ucu onun bir ucu benim elimde.. ikimizde bıraktık.. fatura veznedarın önündeki tümseklikte kaldı. İkimizde afallamıştık. Hani yanışlıklarla ilgili itirazları hemen hepimiz duyarız, hatta kendimiz de yaparız..ama bu öyle değil.“Bu tavır benim tavrım değil!” aslını isterseniz.. donup kaldı duyan herkes. Adam gülüyor olsa, deriz ki eğleniyor kendince.."

“Anlamadığım şey şu; hem olayın baştan sona tanığıyım dedin, hem de “Durup dururken sağa sola saldırmaya başlamış” diye başladın söze.. bu nasıl tanıklık?”

“Nasıl yani?”

“Be adam, madem sen gördün, madem oradaydın, madem olayı baştan sona yaşadın nasıl “mışlı” olarak başlıyorsun söze?”

“Alışkanlık işte doktor bey.. her neyse.. orda bulunuşum da güzel bir tesadüf oldu. Başka türlü olsa adamı emniyete götürürler.. eh.. ben müdahale ettim. Ambulans çağırttım.. buraya getirdik.. iyi etmemiş miyim doktor bey?”

“İyi etmişsin.. saldırgan bir tavrı oldu mu?”

“Yok!.. kuzu kuzu giyindi deli gömleğini.. yol boyunca başı önünde.. gözleri arabanın döşemesine kilitli.. arada bir başını sallayıp “ Bu yanlışlığı biri düzeltir elbet..” deyip durdu. Ne bir karşı koyma, ne direnme.. ne bileyim.. şaşırmadı bile. Ama ben şaşırdım.”

“Sen de ambulansla mı geldin?”

“Evet.. bu sıcakta dolmuşa binilmez ki.. haksız mıyım?”

“Bilmiyorum.. bilmiyorum.. oturmuş senin anlattıklarını dinlediğime göre.. hadi sen işinin başına.. yahu Osman efendi benim su faturasının da son günüydü.. unutmuşum..”

“Giderim doktor bey.. tasalanma.. nasılsa dışarıda görülecek bir sürü iş çıkar..”

“Sahi sen olmasan Osman efendi buradaki işler nasıl yürür.. inan..”

“Allah inandırsın doktor bey bir gün izin yapsam her şey karma karışık olur.. bizim kızın puzzle buradaki karışıklığın yanında sıfır kalır.. aha güya bilgi işlemcimiz var.. daha bir bilgisayarın donanımından anlamıyor..”

“Neyse.. bu kadar gevezelik yeter.. biraz daha dursan mesleğimi de elimden alacaksın.. şu faturayı yatır bi zahmet..”

“Tamam doktor bey.. ha sanırım adam aline olmuş.”

“ Ne olmuş ne olmuş?”

“Aline..”

“ O ne?”

“Yapma doktor.. niye eğleniyorsun ki..kendine yabancılaşmış.. ha aklıma geldi bu günkü yarışlarda müthiş bombalar var.. düşünürsen.. iyi bir kupon yapalım..”

“Yahu git işine.. edip nedip her gün beni de sövüşletiyorsun beygirlere kendini de..”

“Bu kere inan malı götüreceğiz.. valla bak! Ankara’dan tiyo da aldım..”

“Bu kaçıncı tiyo.. istemiyorum..hadi Osman efendi..ben de şu hastayı bir göreyim..”

“Tamam.. kolay gelsin.. gidiyorum.”

“Git dedik.. şey.. on milyonluk bir kupon yapalım.. daha fazlasına yokum..”

“Daha neler doktor.. iki buçuk sen.. iki buçuk  ben.. beş bile fazla bu yarışa…”

“Tabi canım.. dünkü yarışı çabuk unuttun.. ben bu gün oynamıyorum..”

“Peki..”

“Demek hasta aline olmuş öyle mi? Bunu öğrendiğim iyi oldu..”

***
On adım bir köşeden bir köşeye, on adım da diğer köşeye bir yer.. büro diyorlar. Böyle bir yerden oluşan topluluğa da ofis diyorlar. Buradakiler “ofis” diyor. Belki başka yerdekiler bunun tersini söylüyorlardır. Yani buradakilerin “büro” dediklerine “ofis”, “ofis” dediklerine “büro” diyorlardır. Ya da başka bir ad veriyorlardır. Belki ikisi de aynı anlamdadır. Bunu ancak diğer gezginlerle bir araya geldiğimizde öğrenebileceğim.

Zaman zaman buradakilerin beni tanımış ve fakat tanımamış gibi davrandıkları duygusuna kapılmıyor değilim. Eğer böyleyse edindiğim her bilgi ters yüz edilerek okunacak demektir. Ya da benim yerime başkası gönderilmeli. Biz gezginlerin sık olmasa da başına gelen en berbat olay budur. Kendimizi çok iyi gizlediğimizi sanırız ve fakat daha başından deşifre edilmişizdir. Ve bu durum bizden öylesine ustalıkla saklanılmıştır ki.. merkezdekilere ne kadar anlatırsak anlatalım.. akılları almaz. Bizi suçlarlar. Oysa hata onlara aittir. Ama kabul etmezler. Toz kondurmazlar kendilerine.. bizim başımız yanar. Gerçekten biz gezginlerin böylesi durumlarda en ufacık bir kusuru yoktur. Bu vebal tümüyle planlamacıların, hazırlayıcılarındır. Artık bunu düzeltmenin zamanı geldi de geçiyor bile. Tüm arkadaşlar bir araya gelip, gerekirse konsey başkanına çıkmalı bir rapor halinde sunmalıyız. Gerçi arkadaşlar da bu konuda pek duyarlı değil. Kendisine denk gelene kadar, hepimiz “Çok mu umurumda” deyip omuz silkiyoruz.. bu öylesine berbat bir talihsizliktir ki..

En ince ayrıntılarına kadar incelemem gerektiği söylenen bu yerde geçen bir hafta için söyleyeceğim hemen hemen hiçbir şey yok gibi. Buradakiler pek ketum.

Bir şeylerin ters gittiği apaçık. Durumu merkeze rapor etmeyi henüz düşünmüyorum yine de. Henüz erken. Burayı niye seçtiklerini Tanrı bilir. Bana verilen bilgilerle buradaki atmosfer öylesine farklı ki.. karşımdaki masada oturan kişi bu olmamalıydı her şeyden önce. Bendeki tanıma uymuyor. Diğer gezgin arkadaşlarla konuştum.. onların bulundukları yerde her hangi bir terslik yok. Hani sormam şundandı; eğer birinden birine ters gelen bir şey varsa görev yerlerimiz karışmış olabilir, hemen daha başlangıçta müdahale ederdik diye.. ama hiç kimse her hangi bir anormallik fark etmemiş.. her şey olağan. Tuhaflıklar benim görev yerimde. Belki de gönderilmeden önce verilen bilgilerde bir eksiklik vardı. İstihbarat yanlıştı. Hemen rapor etmeliyim aslında. Bu bir haftayı niye böyle geçirdiğimi sorduklarında hiç de akli bir gerekçem olmayacak. Yine de erken gibi. Erkenle geç arası bir anı yakalamalıyım.

Gönderildiğim yerin dilini bile bilmiyorum. İş dilini. Beni eğittikleri alan “Perakende Gıda Sektörü”. Kasiyerlikten tutun da, şarküteri, parfümeri, zücaciye, temizlik ürünleri, sıvı ürünler, yağlar daha nice departmanla ilgili nice bilgi. Bilgi işlem, satış otomasyonu ve stok programlarını kullanma.. falan filan.. büyükçe bir alış veriş merkezinde yapacaktım gözlemimi. Buna göre bilgilendirildim. Kodlandım. Böylesi yerlerde dünyalıları gözlemek hem zahmetsizdi ve hem de maskesiz yakalamak kolaydı. Hem  tükettikleri ürünler ele verirdi onları hem de alış-verişte takındıkları davranış biçimleri.. bu bizim merkezdekilerin varsayımıydı. Ki pek yanılmazlar varsayımlarında. Yanılmamışlardır.

Ofis dedikleri bu yerde işin ne olduğunu bile anlayamadım. On-on beş büro ve bu bürolarda iki-üç insan. Her biri masa dedikleri şeylerin arkasındaki sandalyelerde oturuyorlar. Sürekli  bilgisayar dedikleri nesnenin ekran dedikleri parçasına bakıyorlar. Arada bir yine bilgisayarın fare dedikleri parçasıyla, kendi deyimleriyle “tık”lıyorlar. Başkaca yaptıkları bir iş yok. Arada bir sandalyeleriyle birlikte geri kaykılıp “ Of be.. sırtım tutulmuş!” diyorlar. “ Amma da yoruldum.” tümcesini eklemeyi ihmal etmeden.

Tam bir fiyasko. Tam bir bozgun. Buraya uygun donatılmadığım ortada. “Acaba, diyorum kendi kendime, acaba gözlem altında olan ben miyim?” aslında olmayacak şey değil. Ya da görülmemiş. Merkez bunu sıkça yapar. Yeterliliğimizi sınarlar. Yine de ben böylesi sınamalardan çokça geçtim. Bir önceki görevimde her hangi bir falso da olmadı. Hatta başkan tarafından taltif bile edildim. Hemen her testi başarıyla geçen birini niye teste tabi tutsunlar ki? Ne için yeni bir test?

Şimdi bu saatte ben ya bir bilgisayar başında oturup mal girişi yapıyor olmalıydım ya da geciken, gelmeyen bir kasiyerin kasasına bakıyor olacaktım. Olmalıydım. İşte iki haftadır gidip-geliyorum hep aynı şeyler. Biri de kalkıp sormuyor “Arkadaş sen burada oturmaya mı geliyorsun?” Hiç kimse de her hangi bir merak yok. Buradaki büroların hiç birinde durmayan biri, beni girişte karşılayıp, “Ha o siz misiniz?” deyip elimdeki dosyayı aldı, sonra bu büroya bırakıp gitti. “ Şurada oturun!” diye bir sandalyeyi gösterdi. Çekip gitti. Odadakilerle şöyle bir bakıştık.. sahte tebessümlerle. Ne kadar da meraksızlar! Ben sordum bir iki soru.. geçiştirdiler. Başımı kime çevirsem aynı. Hepsinin gözü ekranda. Arada bir telefon dedikleri nesneyle görüşmeler de yapıyorlar.

“Falanca kişi orda mı? Peki ben daha sonra ararım..yine de aradığımı iletirseniz sevinirim!” ve tekrar bilgisayar ekranına. Beni yanlarına yaklaştırmıyorlar bile. Bir bilseler onların bir saatte yazdıklarını ben on dakikada yazarım. O vakit yazma işini bana yıkacaklarından adım gibi eminim. Bakınmaktan bunaldım. Gözlerim kapandı kapanacak. Öyle görünüyor ki bu günde diğer günler gibi sona erecek. Merkezdekilerin nasıl bir tepki göstereceği meçhul. Sanırım bildirmem gerek! Eğer bir yanlışlık olduysa bile bunda benim şuncacık bir suçum, vebalim yoktur. Belki de burası için istihbarat yapanlar yanlışlık yaptı. Ve ben de yapılan bu yanlışlığın kurbanı oldum.

Hani yirmi tane kasa olacaktı? Yok!

Hani büyükçe bir bilgi işlem bürosu olacaktı ve altı yedi bilgisayar? Onların hem donanım hem de program sorunlarıyla ilgilenecektim.. hani sabah erkenden iş yeri açılacak ve insanlar sabahın erken saatlerinden itibaren hücum edeceklerdi? Yok böyle bir şey. Kasa olmayınca kasiyer gecikmesi de olmuyor elbet.. ee! peki ben bir ay boyunca burada böyle boş boş mu oturacağım? Yok! Hemen merkeze rapor etmeliyim.. biri bunun hesabını vermeli.”

***
Doktor yeni getirilen ve Osman efendinin tanısıyla “aline olmuş” hastanın konulduğu odaya girdi. Gömlek üzerindeydi. Personel çağırıp gömleği çıkarttırdı. Adam oldukça munis biriydi. Bir süre bir birlerini süzdüler. Doktor deneyimlerinden hareketle adamın öyle büyütülecek bir hastalığı olmadığına karar verdi.. bu kararı rapor etmeden önce gerekli konsültasyonu yapmalıydı.

"Burada niye bulunduğunuzu biliyor musunuz?” diye sordu. Adam dudaklarını büzdü. Omuz silkti. Derin bir nefes aldı.

“Demek merkezden sizi gönderdiler.” dedi. Doktor hastaya daha bir dikkatle baktı..

“Hangi merkez?” karşılığını verdi. Hastanın sabrı taşmıştı. Kendine hakim olmaya çalıştığı o kadar belliydi ki..

“Peki.. demek siz doktorculuk oynayacaksınız.. öyle olsun. Ama benim hasta repliğim yok bilmelisiniz. Yani boşuna çabalayacaksınız. Siz de benim gibi bir gezginsiniz. Sizi daha önce gördüm. Ve siz de beni görmüş olmalısınız.”

Doktor ciddiyetle baktı adamın yüzüne.. adam söylediklerine inanıyordu. Kendinden emindi.

“Beni daha önce gördünüz mü?”

“Elbette.. belki iki-üç yıl önce.. ama sen şimdi bunu hatırlamazsın.. bir inansan ikimizin de aynı yerden olduğumuzu.. tabi deşifre edilmekten korkuyorsun. Belki de seni sınıyorlar. Ben bu testlerden çokça geçtim.”

“Daha önce de mi geldin buraya?”

“Buraya gelmekten söz etmiyorum..ne yapalım.. sen doktorculuk oyununa devam et. Ama inan benim hastalara ilişkin hiçbir repliğim yok.. daha önceki görevlerimde de hastalık verilmedi ki sana katılabileyim.. ya sen ya ben teste tabiyiz.. ama hangimiz.. henüz onu anlamış değilim. Sen rolünü sürdürebilirsin de benim yapacak bir şeyim yok. Benden fazla bir şey bekleme..”

“Daha önce böyle bir şey gelmiş miydi başına?”

“Evet.. hem de çok.. onların birer sınama olduğunu anlayana kadar akla-karayı seçmiş, kan ter içinde kalmıştım.. hele bir keresinde muhabir olarak gönderilmiştim.. bir dağ başında silahlı adamlar çıplak bir gencin kollarına taşlarla vuruyorlardı. Silahlarının dipçiği ile.. orda da bir tuhaflık vardı. Ben sadece görüntü mü almakla görevliydim yoksa kol kırmaya engel mi olacaktım.. elim, ayağım, yüreğim “Engel ol!” derken, aklım “Sana verilen rol belli.. gizlice bu olan-biteni görüntüleyecek sonrada diğer insanların görmesini sağlayacak ve görenlerin tepkisini rapor edeceksin.” Böyleydi. Yine de bocalamıştım.. hem de ne bocalama.. gerçi aklımın dediğini yaptım.. ve öyle garip tepkilerle karşılaştım ki.. çok bilmiş biri kol kıranların yanında olduğunu ilan ederek “Ne yapsın adamlar.. taş atanın kolu kırılır..” demişti. Ben iki üç ay kendime gelememiştim duyduğum bu söz üzerine. Zaman zaman etkisini hala duyurur. Bir zaman görev vermemelerini istemiştim merkezden.. bir keresinde de bir otomobil sürücüsünün gözlerinin içi ışıl ışıl ezdiği bir kedinin ezilirken çıkardığı sesi tasvir edişi.. işte öylesi gariplikler.. bunlara tanık olunca bir hayli örselenmiştim. Bunları sırf sınamadaki sana yardım olsun diye anlatıyorum.. korkma.. deşifre olmuş değilsin. Kimseye de söylemem. Ama dediğim gibi gönderildiğim görevle ilgili repliklerim dışında hiçbir sözüm yok. Anılarımda bile.”

“Neydi görevin?”

“Her halde su faturası yatırmak değildi.. sanırım bu kere sizin sınavınızın konu mankenlerinden biriyim.. merkezdekiler her geçen gün daha bir ustalaşıyor. Doğrusu takdiri hak ediyorlar.”



Cemal Çalık, 05.12.2014,  Konuk Yazarlar,  Sonsuz Ark, Öykü



Seçkin Deniz Twitter Akışı