Dijital
çağın simülasyonu gereği…
Viral
bir virüs gibi girmişti içlerine Dijital Kale...
Eğitmenler
kitabını okumuş, çok beğenmiş serilerini takip etmişlerdi.
Serinin
son kitabı sinema filmi olarak gösterime girdiğinde ilginç olan bütün
özelliğini kaybetmişti çoğu şey.
Patlamış
mısırın yanında Cola içmenin bıraktığı tat kalmıştı damaklarında hepsinin. Olan
biten buydu. O kadar. Arkası gelmemişti zaten çoğu şeyin.
Aradıkları
büyüyü bulamamıştı hiç biri.
Dijital
çağın çocukları geliyordu; aksi gibi bir taraftan. Hem de dörtnala...
Ancak
gençleri takip etmek için ayrı bir zaman, enerji ve bilgi gerekiyordu. Yorgundu
çoğu. Bir de buna ayıracak vakitleri neredeyse yoktu.
Sosyologlar
ve psikologlar ara sıra yazılar karalıyordu. Onları okuyorlardı. Okuduklarından
çıkarımlar yaparak ailelere önerilerde bulunuyordu çoğu.
Zaten
sistem içinde ellerinden gelen fazla da bir şeyde yoktu.
Diğer
taraftan 'Dijital Kale' sakinleri hazırlıklarını yapıyordu. Önlerine her tür
olanağı uzatıyordu dijital gençlerin. Sınırsız imkânlarla...
Hoyratça
akan zamanlarını harcamalarına aldırmadan, kulaklarına fısıldıyorlardı
gençlerin.
“Yağ
satarız bal satarız, ustanız ölmüş biz satarız”
Aileler
dışarıda tehlike altında olmalarındansa , evde, yanlarında olmalarından huzur
duyuyordu, dijital gençliğin. Ailelerden bir kısmı da bu konsepte adapte
olmuştu ister istemez. Ayrı dünyaları yaşasalar da, beraberlerdi aynı çatı
altında. Tehditlere karşı korunduklarını düşündüklerinden, endişesizdi çoğu.
Eğitmenler
neyi kaçırdıklarını anlayamıyorlardı bazen. Veliler şikâyet ediyordu
çoğunlukla, şikâyetlerini bile anlamakta güçlük çekenler çıkıyordu. Bütün gün
adını duymadıkları garip oyunlar oynuyorlardı çocuklar. Kendilerini eğitmeye
çalışıyorlardı bu konularda, ancak yetişemiyorlardı her birine.
Disketle
başlayan, CD ile devam eden, flaş bellek, harici disklerle süre gelen…
Ömür
depolamayı öğreniyorlardı sadece sırası ile.
Bilmediklerini
bilenlere danışıyorlardı.
"Nasıl “Save” edilir bu?
Bazen
yedeklemeyi yaparken, uçup gidiyordu hazırladıkları bilgiler.
Nereye,
ne şekilde olduğunu anlamadan…
Yanlış
tuşa mı basmıştı acaba? Ya da ...? İşte, her neyse…
Bazen
bilemedi, bazen kendisi keşfetti. Bazen de yardım istedi dijital çağı yakalayan
eğitmenlerden.
Dijital
kale sakinlerinin onlar için hazırladığı tuzakları göremedi yetişmiş nesil,
eğitimciler ve ebeveynler.
Dijital
kale sakinleriyse kendilerinden gayet emindi. Bilişim çağında galip gelmeleri
gerekiyordu. Tüm hazırlıklar, hazırlıksız yakalayacakları avları için
mükemmeldi.
Buna
dair gerekçeleri ise…
Hazırladıkları
ayırt edici reaksiyonları, başkaları nasıl olsa fark etmez sentezi üzerine
kurulu idi.
Ancak
her zaman istenildiği gibi netice vermiyordu dijital tuzaklar. Dijital savaşın
henüz başında yenilginin alametleri, farikalara dönüşemeden de bitebiliyordu.
Dijital
çağın gençlerinden, bekledikleri neticenin tersine cevaplar da alabiliyordu,
dijital kalenin sakinleri. Onlarda şaşırabiliyorlardı zaman zaman.
Neticede...
Andersenlerin
zihnindeki tilkinin kuyruğu, kendi ayağına da dolanabiliyordu farkında olmadan.
Dijital Puzzle'ını toplum kendi kendine tamamlıyordu.
Sorunun
cevabı aslında basitti.
Ancak...
Oluşan
cevaplarla, soruları niteleyip...
Tekrardan
cevaplamaya çalışıyorlardı sosyologlar, psikologlar ve eğitim uzmanları.
Dijital obsesiften dijital histeriye geçiş yaşayan gençlik toplumunu tanımlayamıyorlardı.
Çünkü toplum simülasyonunu hazırlayanların ördüğü sosyal ağlara takılmaktan
kendileri de kurtulamıyordu. Bu yüzdende kendi hatalarını göremiyorlardı.
Bütün meselesi şuydu aslında dijital
gençliğin.
“Online
olarak sosyalleşmek ya da sosyalleşememek...”
Sevilen,
popüler, saygı duyulan, başarılı gençler olmak istiyorlardı kendi niteledikleri
dünyalarında. Bolca like alan, retweet edilen ya da favlanan...
Oysaki
bunun tek bir tanımı vardı. Onların dünyasında fark edilmeyen ve çözüm önerisi
getirilmeyen.
Dijital
çağın simülasyonu gereği…
“Dijital
Histeri” geçiriyordu gençlik.
Feyza
Burgucuoğlu, 06.05.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazar
Görseller: