9 Aralık 2014 Salı

SA1032/SD196: 12 Eylül 2010 Referandumu Yargı'ya Karşı İktidar Partisi'nin Onurunu Korudu

"Yargıçlar olarak hukuk devletini ve yargıçların bağımsızlığını Anayasa değişse dahi, yasalar değişse dahi korumak azmindeyiz" 
Abdurrahman Yalçınkaya, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, 13 Eylül 2010

Yargıtay Başkanı’ndan Anıtkabir’de laiklik sözü. 
Yargıtay Birinci Başkanlığı’na seçilen Hasan Gerçeker, Yargıtay üyeleriyle birlikte 07 Şubat 2008'de Anıtkabir’i ziyaret etti. 35 gün sonra İktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi hakkında kapatma davası açıldı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın, AK Parti'nin "laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği" gerekçesiyle, partinin kapatılması ve ilgili Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dahil 71 kişinin 5 yıl süre ile siyasetten uzaklaştırılması istemiyle hazırladığı iddianame Anayasa Mahkemesi'ne 14 Mart 2008'de sunuldu, Anayasa Mahkemesi iddianameyi 31 Mart 2008 günü kabul etti. 

17 Şubat 2010 tarihinde yazılan aşağıdaki yazı (*), 12 Eylül 2010 Referandumuna sunulan Anayasal değişikliklerin %58 Evet oyu ile onaylanması sonrasında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın 13 Eylül 2010'da, "Yargıçlar olarak hukuk devletini ve yargıçların bağımsızlığını Anayasa değişse dahi, yasalar değişse dahi korumak azmindeyiz. Bunu engellemek mümkün değildir. Çünkü yargı organı halkın temsilcisidir. Halkı temsilen bu görevini yapmaktadır. Halkımız müsterih olsun. Biz, hukuk devletini gerçekleştireceğiz. Yargıçların bağımsız ve tarafsız olmasını da sağlayacağız." şeklindeki beyânatının taşıdığı anlam bakımından daha fazla değer kazanmaktadır.


Başsavcı'nın, geçmiş kurumsal/elitist kazanımların korunması adına Anayasa'yı ihlâl etmeyi bir hedef olarak seçtiği bu konuşması, İktidar Partisi'nin yüksek mahkemelerdeki yapısal değişikliği geciktirmesinin halkın iradesi üzerine ipotek koyanları ne kadar cesaretlendirdiğini göstermektedir. Doğal olarak, referandum hazırlık safhaları ve sonuçları itibarı ile İktidar Partisi'nin onurunu korumuştur. Atlatılan tehlikenin büyüklüğünü geçmiş tarihli yazıyı okuyarak yeniden değerlendirmek zamanıdır.

_____*_____

Yargı Hız Sınırlarını Aştı, Yasama ve Yürütme Kemer Bağlıyor

"Sekiz yıllık tek başına iktidar, hangi engellemeler ve olaylarla karşılaşılırsa karşılaşılsın yeterince uzun bir iktidar süresidir. İktidar’a tâlip olan her partinin programında yer alan ve seçim meydanlarında vaat edilen her değişiklik için yeterince uzundur. Adalet ve Kalkınma Partisi, 2002 ve 2007 yıllarında halkın büyük umutlarla iktidara getirdiği bir partidir ve bugün yaptıkları ile birlikte yap(a)madıkları ile de eleştirilmektedir. Hak- Adalet ve Kalkınma adına eleştirilmeye de devam edilecektir.


Eleştirilerin insaf içeren tarafında günden güne artan bir dalgalanma var. Açığa çıkan eleştiri dalgalarının boyu gözle görülebilir düzeyde yükseliyor. Ak Parti İktidarı, meclisi yeterince etkin bir şekilde çalıştırmamak ve kendi varlığı ile birlikte demokrasinin varlığına da yönelen tehditleri yasal ve anayasal değişikliklerle bertaraf etmemekle suçlanıyor. Söz konusu eleştirilerde dikkatle incelenmesi gereken nokta şu: Yapmamak mı yapamamak mı?


Yürütme’nin başı Cumhurbaşkanı’nın Anayasa’yı tümden değiştirme fırsatının kaçırıldığını, ancak mini değişikliklerin yapılmasının mümkün olduğunu söylemesinden hemen sonra (17 Şubat 2010) Yasama’nın başı Meclis Başkanı Şahin'in “Bu Meclis'in Anayasa değişikliği dâhil her türlü hakka sahip olduğunu, ancak şu konjonktürde toptan Anayasa değişikliğinin imkânsız olduğunu kısmî değişikliğin ise mümkün olduğunu” belirtmesi ve bu kısmî değişikliğin içeriğine dair “Bana göre, kısmi değişiklik paketinde, Anayasa'da siyasi partilerin uyacağı kuralları düzenleyen 69. maddesi, Venedik Kriterleri göz önünde bulundurularak değiştirilmeli. Yani şiddet ölçüsünün getirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. AB ülkelerinde gelinen nokta bu. Yargı reformu adı altında birtakım değişiklikler yapılabilir. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) yapısı, Anayasa Mahkemesi'nin üye sayısının artırılması gibi.” şeklindeki açıklaması, yasama ve yürütmenin yaşadığı kafa karışıklığını net bir şekilde ortaya koymaktadır.


Yürütme ve Yasama, Anayasa’nın neden değiştirilemediğini izah edememekle birlikte hedeflenen değişiklikleri yapamadıklarını da itiraf etmektedir. Adalet ve Kalkınma Partisi, iktidar olduğu 8 yıllık süre içerisine Anayasa değişikliğini sığdıramamış olmasının bedelini, gittikçe şiddetlenen Yargı ile Yürütme ve Yasama arasındaki ideolojik kavganın mevcut konumunu korumayı hedefleyen Yargı lehine sona ermesi ile ödeyecektir.


Anayasa Mahkemesi’nin TBMM’nin yasama yetkisine müdahale ederek meclisin yaptığı değişiklikleri iptal etmesi ve bu iptallerle yargı ictihadları oluşturularak, ictihadların ‘yasa’ veya ‘anayasa’ konumuna yükseltilmesi ile başlayan çatışma, siyasî iktidarın, siyasa ağırlıklı değişikliklerini hukukun temel ilkelerini çiğneyerek engelleyen Danıştay’ın yürütme ile olan ilişkilerinde aynen vâki olmuş ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, ‘Kapatma’ imalarıyla da yürütmenin siyasi partisi olan iktidar partisini yargısal erk adına tehdit ederek, iktidarın uygulamalarını izleyip soruşturarak, ‘sürdürülebilir gerginlik’ üretmekle meşgul olduğunu kamuoyuna deklare etmiştir.


İktidar Partisi’nin Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve HSYK ile ilgili tutumu halk tarafından anlaşılamamaktadır. Yasama, yasama yetkisinin gasbedilmesine, bu gasbı önleyici yasal ve anayasal değişiklikler yapmayarak seyirci kalmış ve itibar zaafına uğramıştır. Yasama’nın yargı karşısında yaşadığı bu zayıflığın nedenlerini irdelemek zorundayız. Yasama, yasama yetkisini kullanmamakta mıdır, kullanamamakta mıdır? Ne yazık ki; yasama yasama yetkilerini, Anayasa’nın erkler ayrımı ilkelerinin hilâfına yargısal engeller dolayısıyla kullanamamaktadır. Kullanamamakla kalmadığı gibi bizzat yargı tarafından siyasi baskı altına alınmakla suçlanmaktadır.


Erzincan’da yürütülen soruşturmanın ‘Özel Yetkili’ savcılarının özel yetkilerini iptal ederek (17.02.2010) yargı sürecine doğrudan müdahale eden HSYK, Yargıtay ve Danıştay tarafından desteklenmiş; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, ‘Özel Yetkili‘ savcıların yürüttüğü soruşturmayı incelemeye aldığını duyurarak, HSYK’ya desteğini açıkça göstermekten çekinmemiştir.


Yüksek Yargı organları topyekün bir tepki duvarı örerek, İktidar’a isnad edilmeye çalışılan ‘Sivil Darbe’yi önlemeye yemin etmiş görünerek pervasızca tasarruflar içine girmişlerdir. Dolaylı isbata gerek duymadan iddia edebileceğimiz gibi, Yasama, yasama yetkisini demokratik standartların en alt göstergelerine göre, kullanamamaktadır; iptal edilen yasal ve anayasal düzenlemelerin tamamının siyasî iktidardan beklenen önemli değişiklikler olduğu dikkate alınırsa, yasamanın statükonun duvarlarına gönderdiği her bir normalleştirici hareketin yüksek yargı tarafından sert bir şekilde püskürtüldüğü açıktır.


Gelinen noktada ‘yargıda deprem’ anonslarıyla yansıtılan fotoğraf 2009 yazında Ergenekon soruşturmalarını yürüten savcılarla ilgili yer değişikliği teklifleriyle gündemdeki yerini ve tarafını teşhir eden HSYK, özgeçmişinde Şemdinli Savcısı (Van Savcısı) ve Adana Savcısı’nı görevden alarak meslekten ihraç etmesi ile yargı üzerinde kontrol ve müdahale edici taraflılığını belli etmiş olmasına rağmen yapısını ve yetki alanını muhafaza etmeye devam ederek bugün yargıya doğrudan müdahale edecek kudreti kendinde bulabilmiştir. 


İktidar Partisi meclisteki çoğunluğuna rağmen, konsensüs aramakla zaman kaybetmiş, demokrasiyi geliştirici ve yargının tarafsızlığının sağlanmasına yönelik çalışmaları hızlandırıp yasalaştırmayarak pasif davranmıştır. Yine aynı pasif tutum, İktidar Partisi’ne ikinci kez kapatılma davası açılmasına da imkân verecektir.


Yasama ve Yürütme’nin yargıda reform sayılacak değişikliklerde pasif davranmasının, stratejik hamlelerle ilgili aktif bir tutum olduğu şeklindeki düşünceleri de dikkate almak zorundayız.


Uzun süreden beri yargıda geniş kapsamlı reform hazırlıkları yapan yürütmenin yürüdüğü alanlara sert dikenler eken Yüksek Yargı temsilcileri, bir süre önce, zaten siyasallaşmış bulunan ve ideolojik örüntülerle teşkil edildiği saklanmayan yapılarını göz ardı ederek yargının tarafsızlığı üzerinde spekülasyonlar yapmışlar ve üretilen ‘sivil diktatörlük’ manipülasyonlarına mesned hazırlamışlardı. Siyasî İktidar’ı yargı ile ilgili demokrasiyi ve tarafsızlığı önceleyen değişiklikleri yapmaktan alıkoyan en önemli unsur, altyapısı hazırlanmış ‘sivil diktatörlük’ kumpasına, Sabih Kanadoğlu ve benzerleri tarafından ‘sivil darbe’ etiketinin yapıştırılması(17.02.2010 Star Ana Haber) ve Türkiye’nin bu yolla büyük bir kaosa sürüklenmesinin sağlanması idi.


Her şeye rağmen yargı mensupları büyük bir cesaretle kendi iç mekanizmalarını devreye sokarak istemedikleri değişiklikleri engellemekte ve istemedikleri soruşturmaları sona erdirmekte zerre kadar tereddüt etmemektedirler. Yasama ve Yürütme’nin tereddüt içeren davranışları tarafsızlığı kuşkulu hâle gelmiş yargıyı daha da cesaretlendirmektedir.

...
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin gerilim üretenlerin aracı olmamakla açıkladıkları stratejik pasif tutumlarının bundan sonra kendilerine hayır getirmeyeceği aşikârdır. Yargı’nın herhangi bir adalet kaygısı gütmeden, idarî alanlar dışında, doğrudan müdahil olduğu eğitim vb gibi alanlarla birlikte siyasî iktidarın hareket alanları daraltılmış, iktidar alanı ‘belediyecilik iş ve işlevleriyle’ meşgul olunacak bir alan haline getirilmiştir. 

Gerçekte yargısal darbe ile iktidarını Yüksek Yargı ile paylaşan bir yürütme ve yasama yetkisini, çıkarılan yasaların ve anayasa değişikliklerinin Yüksek yargı tarafından iptal edilmesiyle kaybeden yasama, kendi aczini ‘yapılması gerekenleri tekrarlayarak’ giderebileceği dönemi çoktan aşmıştır. Artık ülkeyi yönetme stratejilerinin de dış politika gibi güncellenmesi gerektiği tartışılmazdır. İktidar, yapmamak ile yapamamak arasında kalmayı bir strateji olarak kullanmaktan vazgeçmelidir.


Adalet ve Kalkınma Partisi, kendi varlık tabanını kaybetmek istemiyorsa, sürekli geleceğe ötelediği yargı reformunu acilen yapmak zorundadır; muhalefet partilerinin sürekli gündeme getirdiği ve iktidarı zaaf içerisinde göstermek adına laçkalaştırdığı ‘mağduriyet edebiyatı’, bir süre sonra halkın fısıltılarında ters etkiyle yer bulmaya başlamadan, bedeli ne olursa olsun stratejileri gereği benimsediği pasif tutumu değiştirmekte gecikmemelidir."



_____*_____

Şubat 2010 önceki her şubat gibi sıcak geçecek, Mart ayında kulisler yeni bir kapatma davasının ayak sesleri ile hareketlenecekti. Adalet ve Kalkınma Partisi için yapacak bir şey kalmamıştı. Geriye doğru atacağı küçük bir adım, geçmişte statükoya karşı elde ettiği kazanımların tamamını kaybetmesine neden olacak, ilk seçimlerde aldığı halk desteğinin büyük bir kısmını kaybederek siyaset sahnesinde ağır yara alarak iktidarını kaybedecekti. Zaten statüko koruyucuları tarafından planlanan da buydu.


Referandumda alınan %58'lik destek iddia edildiği gibi büyük bir destek değildir. Anayasa değişiklikleri kılpayı onaylanmıştır. 2007 yılındaki %69'luk desteğin erimesi statüko tezgahlarının işe yaradığını göstermiştir. Bu sebeple referandum kararı ve başlatılan büyük kampanya Türkiye'yi 'demokratik' anlamda ve İktidar Partisi'ni ise 'Siyasal erk'in korkaklığı ve yetersizliği' zemininde büyük onur zaafından kurtarmıştır.



Seçkin Deniz, 16.09.2010, Sistematik Analizler 119


Seçkin Deniz Yazıları






Seçkin Deniz Twitter Akışı