“Tüm deliller aksini gösterse de bir insan masum olabilir; siz inanmasanız da, bu masumiyet kendisini korumak için birilerine suç işletebilir ve birileri adalet/güvenlik sisteminizden kaçabilir.”
Russel Crowe’un, Gladyatör, A Beautiful Mind, 3:10 to Yuma ve Robin Hood filmlerinde yansıttığı karakterlerin, Türkçe’ye Kaçış Planı olarak çevrilen ‘The Next Three Days’ filmindeki öğretmen karakterinden pek de farklı sinir uçlarına sahip olmadığını gördüğümde, iki şey düşündüm. Birinci şey; oyunculuklarını kanıtlamış oyuncular, karakterlerine uygun rol içeren senaryoları seçiyorlar. İkinci şey; iyi oyuncuların hangi rollerde oynadıklarının önemi yok; onlar her rolü kendi karakterlerine uygun bir forma sokuyorlar.
Düşündüğüm birinci ve ikinci şey, ardışık ve içiçelik ilkelerine göre doğru. Doğru, çünkü; Russel Crowe’den Robert De Niro’ya kadar 20. Yüzyılın son çeyreğinde ödül almış tüm Hollywod aktör ve aktrislerinin sinematografik özgeçmişlerinde bu gerçeği fark etmek mümkün.
Mesela Angeline Jolie’ nin, ‘Changeling/Sahtekâr’ filmindeki performansı, kendi karakterine uygun ayrıntılar içerse de, aksiyon içerikli rollere karşı yaşadığı empatik ilişki bu rolde yoktu; bu rol çok güçlü bir oyunculuk gerektiriyordu. Bruce Willis, Mel Gibson, Tom Cruise, Sylvester Stallone, Brad Pitt, Leonardo Di Caprio oynadıkları rollerde, genellikle rolün karakteristik özelliklerinden daha çok, kendi karakteristik özelliklerini sergiliyor görünüyorlar.
Senaryoların -zaman zaman- seçilen başrol oyuncusuna göre yazılması, oyuncuların sinema sanatına katkılarını azaltıyor ve onları kendi karakterlerine hapsediyor, bence. Dustin Hoffman bu anlamda sıra dışı bir isim; onda, rolünü oynayan bir sanatçı görüyoruz her zaman. Sanıyorum,‘Sinema Sanatçısı’ kavramının tanımını yeniden yapmak, oyuncuları kendilerini merkez alan bir oyun anlayışına hapsolmaktan kurtaracak, onlara zengin bir özgeçmiş kazandıracaktır. Akademi (Oscar) Ödülleri’nin kriterleri arasında gizli bir faktör olarak da bu nüans yer alıyor. Oylamaların gizli dili -eğer özel bir konsensüs yoksa-, ‘sanatçı’ kalitesi yüksek oyuncuları refere ediyor.
‘The Next Three Days/Kaçış Planı’ filminin, başrolde Russel Crowe oynadığı için izlenmiş olması, şartlandırılmış seyirci güdülerin sorgulanmasını sağlamalı. Senaryo, yönetmen, kurgu ve bizzat filmin kendisi, verdiği temel mesajlarla birlikte tüm alt mesajlar şartlanmış seyirci güdülerin kurbanı oluyor. Russel Crowe, yüksek kalitedeki oyunculuğunu bu filmde de sürdürmüş; kabul. Ancak bu kalitenin eksik olduğu gerçeği değişmiyor; Crowe, rolünde, kendi karakteristik parçacıklarının birebir yansıması olarak, yaptığı şeyin sanat değerini azaltmış; iyi oynasa da bu böyle. Filmi keyifle izlesek de bunu söylemekten çekinmeyeceğiz. Aktör’ü izlemek için film izlenmez.
Bir filmi değerli kılan sinematografik unsurların en önemlilerinden biri senaryo, diğeri kurgudur. Yönetmen ve oyuncular, bu iki unsuru fotoğraflamak ve somutlaştırmakla mükelleftirler. Bugüne dek izlediğim yerli yabancı filmlerin hemen hepsinde dikkat ettiğim şeylerin en önemlisi kurgu. Senaryoyu anlamlı kılan da kurgu; filmin tüm mesajlarını organize eden de. Oyuncuları ve yönetmeni motive eden de kurgu; kameramanı ve sanat/görüntü yönetmenlerini direktive eden de. Müziğin filmin ruhuna yaklaştıran da. Kurgusu zekice tasarlanmamış bir senaryonun etkileyici olduğundan bahsedilemez bile.
Tanrı’nın Vadisi’nde/In The Valley of Elah (2007) filminin kurgucusu Jo Francis, kaçış Planı’nda işini ve kendisini daha da geliştirmiş Hollywood emektarı bir kadın -Google taramalarında suç makinesi erkek Jo Francis’le karıştırılması onun için zor olsa gerek-. ‘Tanrı’nın Vadisi’nde’ ağır aksak ilerleyen sıkıcı bir kurgu vardı; bu ağır aksaklık Kaçış Planı’nda da hissedilse de, sıkıcılığı sıkılaştıran bir özelliğe sahip değildi. Senaryo’nun gücü, Kurgu’nun sıkıcılığını azaltmıştı. Yönetmen/Senarist Paul Haggis, Tanrı’nın Vadisi’nde/In The Valley of Elah (2007) olduğu gibi ‘The Next Three Days/Kaçış Planı’nda da kurguyu Jo Francis’e bırakmış; iyi de yapmış.
Jo Francis,‘Sonraki Üç Gün’ün kurgusunu, sonraki üç günün yoğunluğunu planlayarak realize etmiş; ancak sonraki üç günün öncesinde tam üç yıl var. Sonraki üç günün başlangıcında, uyuşturucu tacirlerini soyduktan sonra, öğretmen John’un kaçarken arabasına aldığı yaralının iniltileriyle başlıyordu film. Ve üç yıl öncede yaşanan kısa anları, kesik kesik anlatarak sonraki üç güne hazırlıyordu izleyiciyi. Sonraki üç günde ise nefes kesen bir tempo vardı. Klasik üç sekanslık filmlerin dışına çıkmış bir filmi izlemek heyecan vericiydi. Buna rağmen, ikinci sekans oldukça uzun ve örgülüydü. John’un şaşırtıcı sistematik anlayışı, meslekî bir ayrıştırıcılığa temas ediyordu muhakkak; o, bir öğretmendi. Son sekans, zihinsel mayınlarla dolu olsa da, Lara’nın masumiyetine ekilen kuşku tohumları cezaevi ziyaretlerinde giderilmişti zaten. Bundan sonrası senaryonun alanına giriyordu.
Evet, senaryo. Filmin senaryosu, 11 Eylül Paranoyası ve Amerikan Adalet/Güvenlik Sistemi’ne karşı kendisini sıkıştırılmış, kıstırılmış hisseden Amerikalıların duygularını okşamak ve onlara gizli bir karşı çıkış, bir kaçış planı sunmak üzere tasarlanmış görünüyordu. Senaryoda yönetmen F. Gary Gray’in Gerard Butler ve Jamie Foxx’a oynattığı, senaryosunu Kurt Wimmer’in yazdığı ‘Adalet Peşinde/Law Abiding Citizen-‘ filminde de şahit olduğumuz mesajlara benzer mesajlar vardı. Amerikan Adalet ve Güvenlik Sistemi’ne karşı sert bir eleştiri vardı: “Tüm deliller aksini gösterse de bir insan masum olabilir; siz inanmasanız da, bu masumiyet kendisini korumak için birilerine suç işletebilir ve birileri adalet/güvenlik sisteminizden kaçabilir.”
Adalet Peşinde/Law Abiding Citizen- filminde ana karakter kaçmıyordu; sistemi yıkmayı hedeflemişti. ‘Kaçış Planı’ azimli bir insanın çaresiz kaldığında bu sistemden kaçabileceğini ispatlıyordu. Filmin çözüm/sonuç bölümünde Venezüella kıyıları filmin kahramanları ile birlikte izleyicileri de rahatlatıyordu. Bir “Acaba?” sorusu geliyor, üç yıl önce cinayet soruşturmasını yürüten dedektifi olay mahalline sürüklüyordu.
Senaryo’nun çok iyi icra edilmiş anları vardı. Annesinin bir katil olduğunu söyleyenlerle ve kendisiyle yaşadığı çatışmalarda küçük kahraman Luke, seyircinin gözbebeklerinde biriken damlaların sayısını arttırıyor; eşinin bir delilik yapmasından korkan Lara’nın “Suçlu olduğumu hiç düşünmedin?” diyerek işlemediği suçu üstlenmesinin ardından, John’un, ‘Onun masum olduğuna inanmaktan vazgeçmeyeceğini söylemesi’ ile Lara’nın gözlerinde yeşeren özgüvenin, sevginin, fedakârlığın boyutları sızıyordu yüreklere. Film aslında çoğu gözlere göre sadece bu andan ibaretti. Karısına duyduğu sonsuz güvenle, her şeyi, hatta hayatını bile kaybedeceğini bilen bir adamın, eşi için yapmayacağı şeyi olmadığını görmek için bu filmi her Amerikalı –her batılı ya da batılılaşan her dünyalı- izlemeliydi belki de; en küçük çatışmalarda/anlaşmazlıklarda boşanıp giden eşlere inat.
Böyle anlarda, tüm deliller inanılan şeyin aleyhinde olsa bile, filmde, bir adamın inandığı şeyin doğru olup olmadığına bakmaksızın, inandığı şey uğruna her şeyini feda edebilme azmini görüyordu insanlar. Bu azimle, dikkat, dirayet ve zekâ karışımı bir plan başarılı olabilir; masum bir insan acımasız ellerden kurtarılabilirdi.
Oysa senaryo, Lara’nın masum olduğunu anlatan birkaç olayla örülmüştü. John, doğru olduğuna inandığı şeyin doğru olduğunu görmüştü. Cezaevi’nden asla çıkamayacağını düşünen masum bir insanın intihar girişimi, Hastane’nin acil müdahale odasına girerek gardiyanları etkisiz hâle getiren eşinin, kendisi yüzünden hayatını mahvedeceğini düşünerek kaçmayı reddetmesi ve John’un -planlanan zamandan daha fazlasını gerektirdiği için- oğlu Luke’u almadan gitmeye karar verdiği anda ölümü göze alarak arabadan atlamaya kalkışması Lara’nın masumiyet karinelerinden bir kaçıydı.
Venezüella’daki evlerinde, daha önce cezaevi görüşlerinde kendisini terk ettiği için öpmeyi reddeden annesini öperek uyuyan oğlunu ve oğlunun yanına kıvrılarak uyuyan eşini izleyen John’un gözlerinde belirli-belirsiz bir suçluluk duygusu hissediliyordu. Cezaevi kaçkınının uyardığı gibi, masum bir insanı öldürmemişti belki; ama uyuşturucu taciri bir katili kendisini savunmak amacıyla da olsa öldürmüştü ve uyuşturucudan elde edilen binlerce doları çalarak kaçış planını gerçekleştirmişti. Hiçbir karşı çıkış bedelsiz değildi.
Ve bir baba-oğul çatışması iliştirilivermişti bu filme. John, oğlunun çıkışsız kaldığını hisseden ve onun kaçış planını fark eden babasıyla da, kaçarken barışmıştı. Hollywood Film anlatılarının bana anlattığı şey esas olarak buydu; Amerikan ailesi yok oluyordu. Amerikalıların yerkürenin her yerine yağdırdığı bombalar hasta aileler hasta toplumlar bağışlıyordu Amerika’ya. ‘Emperyal Vahşet’, toplumsal ayrışma ve şiddet olarak dönüyordu. Ve Amerika bu filmleriyle aslında ağlıyordu; engelleyemediği geleceğine karşı bir sosyo-psikal taban oluşturmaya çalışıyordu.
Elizabeth Banks sinema izleyicisinin ‘Spider Man 3/ Örümcek Adam 3’ filminden‘Miss Brant’ rolüyle hatırlayacağı bir oyuncu. Banks, ‘Kaçış Planı’nda Russel Crowe’un oyunculuğuna eşlik edecek kalitede bir oyuncu olduğunu kanıtlamış görünüyor.
Hollywood filmlerinde kamera ve görüntü analizi yapmak artık gereksiz; profesyonel anlamda kendini kanıtlayan bu sektör, basit hatalar dışında eleştirilmeyi gereksiz bırakıyor. Özellikle güçlü prodüksiyonlarda, kamera açılarında veya görüntü kalitesinde çok fazla sorun çıkmıyor. Kaçış Planı da, özellikle Lara’nın arabadan atlamaya kalkıştığı sahnelerde kamera operatörlerinin uzmanlığını ortaya koyuyordu. Öznel açılardan, panoramik açılara kadar her kamera kurguyu olduğu gibi somutlaştırmıştı.
Amerikalıların kendilerini anlattıkları bu filmleri izlemeyi seviyorum; geleceklerini okumak kolaylaşıyor. Filmin konusunu alıntılayarak vererek projektörlerimi kapatıyorum. İyi seyirler.
Filmin Konusu:
John Brennan (Russell Crowe)'ın hayatı mükemmel gitmektedir; ta ki karısı Lara (Elizabeth Banks) işlemediğini iddia ettiği bir cinayetten tutuklanıncaya kadar...
Mahkumiyetinin üç yılı boyunca John ailesini bir arada tutmaya çalışmakta, oğulları Luke (Ty Simpkins)'u yetiştirmeye ve devlet üniversitesinde hocalığa devam ederken eşinin masumiyetini kanıtlamak için de çabalamaktadır. Son başvurularının da reddedilmesiyle, Lara intiharın eşiğine gelirken John da yapılacak tek bir şey kaldığına kanaat getirir; karısını hapisten kaçırmak.
İmkansızlıklarla engellenmiş olduğunu ve bu konudaki deneyimsizliğini redderek, özenli bir kaçış planı akıl eder ve alışık olmadığı, tehlike dolu bir dünyaya atılır; sevdiği kadın uğruna sahip olduğu her şeyi riske atarak.
Faruk Tamer, 20 Mart 2011, Görsel Eleştiri-Visual Critique XXIX
Faruk Tamer Yazıları
Film ile İlgili Teknik Bilgiler:
Yönetmen: Paul Haggis
Senaryo: Paul Haggis, Guillaume Lemans, Fred Cavayé
Editör/Kurgu: Jo Francis
Oyuncular: Russel Crowe, Elizabeth Banks, Biran Dennehy, Lennie James, Olivia Wilde, Ty Simpinks, Helen Carey, Leam Neson, Daniel Stern, Kevin Corrigan, Jason Beghe, Aisha Hinds, Tyrone Giordano, Jonathan Tucker, Allan Steele, RZA, Moran Atias, Michael Buie
Görüntü yönetmeni: Stephane Fontaine
Sanat Yönetmeni: Gregory Hooper
Müzik: Danny Elfman, Alberto Iglesias
Kamera Operatörü: Craig Haagensen
Filmin Türü: Dram, Gerilim, Romantik, Suç
Orijinal Adı: The Next Three Days
Yapımcı: Michael Nozik, Paul Haggis, Olivier Delbosc, Mark Missonier
Yapımcı Şirket: Lionsgate, Fidélité Films
Yapım Yılı: 2010
Yapım Ülkesi: ABD
Orijinal Dili: İngilizce
Dağıtım: Tiglon
Vizyon Tarihi: 25 Şubat 2011 (Türkiye)
Süresi: 122 dakika
Web Sitesi: http://www.thenextthreedaysmovie.com/