بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim
Bismillahirrahmanirrahim
“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür.
***
4- Ya Gazali Ne Âlemdedir?
Tasavvufçuların, Müslümanların kalbinde kalmış
nur parıltılarını da söndürmek için tarihte en büyük lakap olarak
"Hüccetü'l-İslâm" lakabını verdikleri Gazali gibi bir insanın bu
gibilerle bir arada anılması belki tuhafınıza gidecektir. Ama ne yazık ki onlarla
aynı akıntıda kürek çektiği realitesini de göz ardı etmek mümkün değildir.
Belki de Hüccetü'l-İslâm yerine Hüccetü't-Tasavvuf demek daha uygun düşen
Gazali'nin sözlerine bakalım.
Tevhit
ve mertebelerinden söz ederken İhya-i Ulûmiddin'de şöyle diyor:
"Tevhidin
dört mertebesi vardır....... İkincisi, lafzın manasını kalbinin tasdik etmesi,
umum Müslümanların tasdik ettiği gibi. Bu da avamın itikadıdır. Üçüncüsü, bunu
hakkın nuru vasıtasıyla keşf yolu ile müşahede etmesidir. Bu da mukarreb
olanların makamıdır. Bu da birçok şeyler görmesi, ama hepsinin bir ve kahhar
olandan sadır olduğunu görmesidir.
Dördüncüsü, âlemde sadece bir varlığı görmesidir. Bu da sıddıkların
müşahedesidir. Tasavvufçular buna "tevhidde fena" adını verir. Çünkü
bir varlıktan başkasını görmediğinden kendini görmemektedir. Tevhitle
kuşatıldığı için kendini göremediğinden tevhidinde kendi (nefsi)nden de fani
olur. Yani kendini ve halkı (âlemi) görmeme fenalığına ulaşır (artık kendini ve
âlemi görmez)".
Daha
sonra Gazali her mertebede muvahhitlerin makamlarını anlatarak dördüncü mertebe
sahibinin tevhit durumunu şöyle açıklamaktadır:
"Dördüncüsü,
muvahhiddir. Yani şuhudunda birden başkasını bulundurmaz. Çok olması açısından
küllü "bütünü" görmez, sadece bir olması açısından görür. İşte
tevhidde en yüksek nokta budur. Gök, yer, müşahede edilen diğer cisimler gibi
varlıklar çok oldukları halde nasıl oluyor da sadece biri görür? Diyeceksiniz.
Çok varlıklar nasıl bir olur? Bilin ki bu mükaşafe ilimlerinin son noktasıdır
ve bu ilimlerin sırlarının, kitaplarda yazılması caiz değildir. Nitekim arif
olanlar "Rububiyetin sırlarını ifşa etmek küfürdür"
demişlerdir."
Sonra
vahdette kesretin müşahedesine dair misal vererek şöyle demektedir:
"Ruhu,
cesedi, organları kasları, kemikleri ve iç organları itibariyle insan çok
(çokluk) iken, başka açıdan ve başka müşahede ile o tektir. Aynı şekilde hâlik
ve mahlûk olarak âlemde ne varsa, hepsinin çok itibarları ve farklı
müşahedeleri vardır. İtibarlardan birine göre tek (bir)dir, başka itibarlara
göre ise çoktur. İnsan misalinde olduğu gibi. Gerçi ikisi tıpatıp değildir.
Ancak genelde, müşahede itibariyle çokluğun nasıl tek hükmünde olacağını
gösterir. Ulaşamadığın bir makamı inkâr etmeyi bırakıp tam tasdik ile iman
etmen gerektiği bu sözlerimizle anlaşılmıştır. el-Hüseyin İbni Mansur el-Hallâc
buna işaret etmiştir. Havvas'ın Tevrat'ı karıştırdığını görünce, sormuş: Ne
yapıyorsun? Tevrat'ı karıştırıyorum, tevekkülde durumumu düzeltmek istiyorum,
demiş. Hallac ona şöyle demiştir: İçini imar etmek için ömrünü tükettin, hani
tevhidde fena? Sanki Havvas üçüncü makamın tashihinde bulunuyordu da dördüncü
makamda olmasını kendisinden istemiştir."
Gazali ve Oryantalistler
Gazali'nin bu sakat anlayışını ve tasavvuf
mikrobunu canlandırmasını oryantalist Nicholson kavramış ve şöyle demiştir:
"Şüphesiz Gazali, "Hür Din" sözünün tam anlamıyla ifade ettiği
hür dinde kardeş olan İbn Arabî ve benzeri vahdet-i vücutçu tasavvuf
çevrelerinin alanını genişletmiştir."
Goldziher
de şöyle demektedir: "Gazali'den açıkça etkilendiğine daha önce işaret
ettiğimiz İbn Arabî tevil metodu izlediği tefsirinde Gazali'nin bakış açısına
tamamen uymaktadır. Gazali, tasavvufu içinde bulunduğu uzletten kurtarmış,
resmi diyanetten kopukluğuna son vermiş, İslâm'da ve dini hayatta onu ülfet edilen
bir unsur haline getirmiş, donuk dini tezahürlere can katmak için tasavvufla
ilgili görüş ve öğretilerden yararlanmayı teşvik etmiştir. Gazali, tasavvufi
görüşlerin şanını yüceltmiş ve İslâm'ın dini hayatında etkin amillerden
yapmıştır."
Bu
şekilde Gazali denilebilir ki İslâm'dan çok tasavvufa hizmet etmiştir.
Müslümanlar tasavvufun zehirlerine karşı çok dikkatli ve ona tamamen sırt
çevirmiş iken, büyüleyici ifadeleriyle tasavvufun hurafelerine inanmaya ve
sarılmaya onları sürüklemiştir.
Carl
Bockr da şöyle demektedir: "Agnostizm ruhu İslâm'ın ilk dönem fırkalarına
hâkim olmuş, başlangıçta dinden çıkaran bir bidat sayılan tasavvufa da sonra
hâkim olmuştur. Ama tasavvuf Gazali sayesinde zehirden arınmış ve ehlisünnet
tarafından kabul edilmiş bir vaziyet kazandı."
Evet,
Gazali'nin sebep olduğu tehlike işte budur. Müslümanlara tasavvufu zehirden
arınmış cennet şarabı olarak tasvir etmiş, onlar da içmiş ve başlarına ne
geldiyse gelmiştir.
Vahdet-i
Vücud'un Tehlikesini Nicholson Anlatıyor:
"Şüphe
yok ki "Lailahe İllallah" kelimesinin ifade ettiği tevhidin anlamı
"Allah dışında gerçekte hiçbir varlık mevcut değildir" şeklinde
olursa, İslâm tek kelimeyle bütün anlamını yitirir ve müsemması olmayan bir
isimden ibaret kalır. Mücerret (yorumsuz) şekliyle vahdeti vücudu kabullenmek,
indirilen dinin bütün hususiyetlerini ve ayırıcı özelliklerini tümden yok
etmektir."
Bir Hristiyanın itiraf ettiği, ama dinin imam
ve bilginleri olduklarını iddia eden anlı şanlı şeyhlerin bir türlü kabullenmediği
apaçık gerçek! Acaba Gazali'nin sözünü ettiği dördüncü makam "Allah'tan
başka varlık yoktur" diyenlerin makamından başka bir şey midir? Onların
makamı olduğu ve tasavvufçuların sabah akşam dillerine doladıkları apaçıktır.
"Vahdeti
vücudun tevhide aykırı ve şirk bir inanç olduğunu oryantalistler kavradığı gibi
tasavvuf meşhurlarından İmam Rabbani de kavramış ve mektubatında yer yer
eleştirmiştir. Gerçi vahdeti vücut yerine vahdeti şuhud adını verdiği ve
"Salik aradığı hakiki varlığa o kadar çok bağlanmalıdır ki her şey var
olduğu halde, o hiçbirine bakmamalı, belki hiçbir şeyi görmemeli, onun kalb
gözüne hiçbir şey gelmemelidir -Nasıl mümkün oluyorsa-" şeklinde
açıkladığı inancı getirmektedir kendisi.
Bununla
beraber bir tasavvufçu olarak vahdeti vücud inancını eleştirmesi ve İbn Arabî
ile onun gibi düşünenleri tasvip etmemesi, gerçeği ancak bazı ağızlardan
duymaya alışmış ve ancak onlardan gelirse kabul eden birtakım çevrelere gerçeği
göstermesi bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Bu açıdan vahdeti vücut ve
savunucuları hakkında söylediklerinden bir kısmını burada aktarmayı yararlı
görüyoruz.
Başka
yerlerde de birtakım eleştiriler yöneltmektedir. Şöyle diyor:
"Tenzih
ile teşbihi kendinde toplayanlardan birçoğu da diyor ki, bütün müminler tenzih
ile görmeden iman ediyorlar. Bu iman ile birlikte teşbih imanına da kavuşan
arif olur. Bu arif, mahlûkları Allah'u Teâlâ'nın zuhuru olarak görür.
Mahlûkları, vahdetin muhtelif şekiller almış hali olarak bilir. Yaratanı
yarattıklarının içinde görür. Bunlara göre, yalnız tenzih ile olan, yani
yaratanı hiçbir şeye benzemeyen, anlaşılamayan bir varlık olarak inanmak
noksanlıktır. Bir olan varlığı bu çokluktan ayrı olarak düşünmeyi ayıp
bilirler. Hiç bir şeyle bağlı olmayan, hiçbir şeye benzemeyen bir varlığa inananları
aşağı derecede sanırlar. Çokluğu düşünmeden, yalnız bir varlığı düşünmeyi
sınırlı, dar bir çerçeve içinde kalmak sanırlar.
Gazali
Vahdeti Vücudu Terennüm Ediyor
Şöyle diyor: "Hakikat semasına
yükseldikten sonra arifler bir hak (Allah) dışında âlemde bir şey
görmediklerinde ittifak etmişlerdir. Ancak bu durum bazıları için ilmi bir
irfan iken, bazıları için de zevk ve hâl olmuştur. Onlar için kesret tümden yok
olmuş, mahza ferdiyetle kuşatılmış ve onlar için Allah dışında bir şey
kalmamıştır. Öyle bir sarhoş olmuşlar ki akıllarının egemenliği ona teslim
olmuştur. Kimi "enel hak" (ben Allah'ım) , kimi "sübhâni mâ
a'zama şe'nî" (noksan sıfatlardan kendimi tenzih ederim, şanım ne
yücedir!) , kimi de "mâ fi'l-Cubbeti illallah" (cübbenin içinde
Allah'tan başka bir şey yoktur)
demiştir. Âşıkların sekr (sarhoşluk) halinde söylediği sözler gizlenir
ve anlatılmaz. Sarhoşlukları azalıp akılları başlarına geldiğinde bunun
hakikaten ittihad olmayıp ittihada benzediğini anladılar. Aşk derecesi
yükseldiği zaman aşıkın "Sevgilim benim, ben de oyum, biz bir beden içinde
iki ruhuz" sözü gibi bir şey. Bu
hâl, kuşattığı kişi ile beraber, mecaz dilinde "ittihad", hakikat
dilinde "tevhit" diye adlandırılır. Bu gerçeklerin arkasında öyle
sırlar var ki onlara dalmak caiz değildir."
Vahdet
mitolojisine dair Gazali'nin söylediklerine bakalım:
"Her
şey (kul) onun nurundandır, belki başka varlığın hüviyeti (kimliği) onsuz ancak mecaz yolu iledir.
(Yani başka varlıkların varlığı gerçek değil, mecazdır), o halde onun dışında
bir nur yoktur (ne nur varsa odur), diğer bütün nurlar onun yüzünün zatından
değil, onun tarafındaki yüzdendir, her şeyin yüzü ona dönük ve yönü ona
yöneliktir. "Ne tarafa dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır" (âyet). O
halde ondan başka ilah yoktur. Şüphesiz ilah, ibadette yüzlerin kendisine dönük
olduğu şeyin ifadesidir. Belki ondan başka ilah olmadığı gibi (bel kemâ lâilahe
illa hûve) ondan başka O' da yoktur (fe lâ huve illa huve). Şüphesiz O (huve)
işaret edilen şeyden ibarettir. Nasıl olursa olsun, ona olmayan hiçbir işaret
yoktur, belki ne zaman işaret etsen, gerçekte ona işaret etmiş olursun."
Âlemdeki her varlığın (hüviyetin) Allah'ın
hüviyetinin, yani hakikatinin aynısı olduğunu ve hangi varlığa işaret edilirse
Allah'a işaret edilmiş olacağını söylüyor. Mesela bir put veya ölüye işaret
edilirse, Gazali'nin rabbine işaret edilmiş olur.
Neden
olmasın ki? Putun mahiyeti veya hakikati Gazali'nin anlattığı rabbin
mahiyetinin kendisi değil midir? Gazali'nin uydurduğu ve kendisinden sonra
gelen tasavvuf kâhinlerine vasiyet ettiği mitoloji işte budur. Vahdet
saçmalığının yeni bir terennümünü dinlemek ister misiniz? Şöyle diyor:
"Lâ
ilahe illallah, avamın tevhididir. Lâ huve illâ huve havassın tevhididir. Çünkü o daha genel, bu ise daha hususi, daha
şamil, daha dakik, daha haklı olup sahibini mahza ferdaniyet (ferdiyet) ve sırf
vahdaniyete daha fazla dâhil eder. Yaratıkların miracının zirvesi ferdaniyet
memleketidir. Onun ötesinde bir yükseliş yoktur. Çünkü yükseliş çokluk olmadan
tasavvur edilemez. Bu bir nevi izafettir ki yükselişin kendisinden ve kendisine
yapıldığı şeyi gerektirir. Kesret (çokluk) ortadan kalkınca vahdet (birlik)
gerçekleşir, izafet kalmaz ve işaret yok olur. Artık yükseklik, aşağılık,
yükselen, inen diye bir şey de kalmaz. Artık yükselmek ve terakki etmek
müstahil olur. En yükseğin ötesine yükselme ve vahdetle beraber kesret yoktur.
Kesretin yokluğu halinde yükseliş de yoktur. Ortada bir değişme varsa, o da
dünya semasına iniştir. Yani yüksekten aşağıya işrak olur. Çünkü -daha yükseği
olmasa da- en yükseğin aşağısı vardır. Bu da ancak Allah'ı bilen âlimlerin
bilebileceği gizli künhü olan ilimdendir. Bunlar onu ifade ettikleri zaman onu
ancak Allah'ı bilmeyenler inkâr eder."
Gazali,
Allah'la ilgili sözlerine devam ederek şöyle diyor: "Dünya semasına inişi
vardır. O inişi de duyuları işletmek, organları hareket ettirmek içindir. Hz.
Peygamber'in (onun kulağı olurum..." sözünde işaret edilen odur. O halde
işiten, konuşan ve gören odur, başkası değil."
Gazali'nin
Allah ile halk (yaratıklar) birliğine inancını bu son cümle ifade etmeğe
yeterlidir. Gazali bu sözlerinin ne kadar mantıksız ve tevhide ne kadar aykırı
olduğunu fark etmiş ve hak ehlinin şimşeklerine hedef olacağını, anlamış olacak
ki bu saçmalıklarına karşı çıkanları "Allah'ı bilmeyenler" olarak
nitelemiştir. Allah'ı bilmeyenler, dediği kimler ola? Allah'ı bilmeyenler,
dediği Kur'ân-ı Kerim’in ortaya koyduğu gerçek dine iman eden, Gazali ve
benzerlerinin hurafelerine karşı çıkanlardır. Evet, tasavvufun kâhinleri onları
böyle niteliyor. Doğrusu bu sözlerle Gazali, kitabının birini adlandırdığı
gibi, Faysalu't-Tefrika Beyne'l-Zufri ve'z-Zendeka (Küfür ve Zındıklık Arasında
Ayırımın Ölçüsü) değildir. Bu ölçü sadece ve sadece Gazali gibilerini sanık
sandalyesine oturtan, bu hurafelerini ve onlara inananları mahkûm edip yerin
dibine geçiren Allah'ın kitabı Kur'ân'dır.
Gazali ve Tasavvufçuların Keşfi
Gazali evliya diye adlandırdığı tasavvufçulara
birçok ilhamların geldiği ve keşf yolu ile gizli şeylerin onlara açık olduğunu
iddia etmiş ve şöyle demiştir:
"Enbiya
ve evliyaya keşf vaki olur, kalblerine nur dolar. Bu okuma, yazma ve talim ile
değil, belki dünyaya meyletmeme, zühd, kalbi dünya işleriyle meşgul etmeme,
himmet künhüyle Allah'a yönelme yolu ile olur. Kim Allah için olursa, Allah da
onun için olur. Bunun yolunun bütün dünya ilişkilerinden kesilmek, kalbe
dünyayı sokmamak, mal, çoluk çocuk, memleket, dünya, makam ve mevkiden himmeti
kesmekle olduğunu söylediler. Hatta kalbi o dereceye kadar sabreder ki artık
ona bir şeyin varlığı ile yokluğu eşit gelir. Sonra bir köşeye çekilir, farz ve
revatip (sünnet)lerle yetinir, kalbini her şeyden boşaltmış ve himmetini
toplamış olarak oturur, düşüncesini Kur'ân okuyarak veya bir tefsir mütalaa
ederek dağıtmaz, ne hadis ne de başka bir şey yazmaz, sadece aklına Allah'tan
başka bir şey gelmemesi için çabalar. Halvette oturduktan sonra dili ile
sürekli "Allah, Allah" der ve kalbini ona bağlar. Dili hareket
ettirmeyi terk edinceye ve kelimenin kendiliğinden dilinde söylendiğini
hissedinceye kadar bunu söylemeye devam eder. Kelime dilinde kendiliğinden
söyleniyor gibi bir duruma gelince, lafzın sureti, harfleri ve kelimenin şekli
silininceye ve sadece kelimenin manası kalbinde kalıp onunla doluncaya, artık
lazımı gayri müfarık bir hal alıncaya kadar bu durumda devam eder. Bu dereceye
gelebileceği gibi vesveseleri defederek bu durumu daha da devam ettirebilir.
Ama Allah'ın rahmetini çekme konusunda bir seçim yapma yetkisi yoktur. Çünkü bu
yaptıklarıyla artık Allah'ın rahmetinin nefhalarına maruz kalmış olur. Artık
yapacağı şey, bu yolla enbiya ve evliyaya verdiği gibi, Allah'ın vereceği
rahmeti beklemekten ibarettir. İşte o zaman, niyeti sadık, himmeti saf ve
uygulaması güzel olmuşsa, artık şehvetleri onu rahatsız etmemiş ve nefsi
kendisini dünyevi şeylerle meşgul etmemişse, kalbinde hak parıltıları parlar.
Başlangıçta ani şimşek gibi olur ama tekrar gelir, gecikebilir de. Tekrar
gelince devamlı olabilir veya kesik olabilir. Devamlı olursa, bu devamlılık
uzayabilir, uzamayabilir de. Böyle kişiler bunun artması için çalışabilir yahut
bir türle yetinebilirler. Bu konuda Allah'ın velilerinin menzilleri
sayılamayacak kadar çoktur. Tıpkı yaratılışları ve ahlakları sayılamadığı gibi.
Bu yol kendi tarafından mahza temizliğe, tasfiye ve tecellilere, sonra, istidat
ve beklemeye bakar!"
Keşfe
ulaşmak isteyen tasavvufçuya dair Gazali'nin şu sözlerine bakınız:
"Kalbini
her şeyden boşaltmış ve himmetini toplamış olarak oturur, düşüncesini Kur'ân
okuyarak veya bir tefsir mütalaa ederek dağıtmaz, ne hadis, ne de başka bir şey
yazmaz... Sadece sürekli olarak Allah, Allah, der...."
Acaba
Kur'ân ve Sünnette böyle bir şey var mıdır? Yoksa bununla tasavvufçu Allah'ı
veya Allah'ın nurlarını yahut melekleri veya Rasûlü görmek gibi elde etmesi
mümkün olmayan bidat bir iş mi işlemektedir?!
Tasavvufçulara bu gibi saçmalıklarla akıl
hocalığı yapan, onların küfür ve zındıklıklarının yayılmasına hizmet eden
Gazali bütün bunlara rağmen tasavvufçulara meleklerin nazil olduğunu
söylememektedir.
Herhalde,
peygamberden sonra kendisine vahyin indiğini iddia eden kimsenin kâfir
olacağını bildiği için peygamberlere indiği gibi meleklerin tasavvufçulara da
ineceğini söylememiştir. Ama bunu söylememekle Gazali tasavvufçuları kızdırmış
olacak ki meşhur İbn Arabî bundan dolayı kendisini eleştirmiş ve yanıldığını
söyleyerek meleklerin peygamberlere indiği gibi tasavvufçulara da indiğini,
sadece getirdikleri şeylerden birinin vahiy, diğerinin ilham olduğunu
söylemiştir. Şöyle diyor:
"Aralarındaki
fark, meleğin inmesinde değil, indirdiği şeydedir. Çünkü meleğin peygambere
indirdiği tabi olan veliye indirdiğinden başkadır. Melek, tabi olan veliye
ancak peygamberine ittiba etmek ve hadis gibi kesin bilemediği şeyleri
kendisine öğretmek üzere iner. Mesela âlimlerin zayıf olduğunu söylediği bir
hadisin sahih olduğunu ilham meleğinin ona bildirmesi gibi. Allah ehlinin
bildiği şartlarla veli kendisi için artık o hadisle amel edebilir... Gazali ve
başkalarının veliye meleğin inmeyeceğini söyleyerek yanılmalarının sebebi,
zevkin yokluğudur. Sülükleriyle bütün makamlarını bildiklerini sandılar.
Kendileri için bunu kabul edip meleğin kendilerine inmediğini görünce, karşı
çıktılar ve bunun peygamberlere mahsus olduğunu söylediler. Zevkleri sahih, ama
hükümleri batıldır... Gazali ve başkaları Allah ehlinden kâmil biriyle bir
araya gelip meleğin tasavvufçuya indiğini kendilerine söyleseydi, bunu kabul
eder ve karşı çıkmazlardı. Nitekim ilham meleği sayılamayacak kadar çok
ilimlerle bize nazil olmuştur. Bizim gibi inanmayan birçokları da böyle
olduğunu söylemiş ve yolumuza dönmüştür."
Puran Tilmiz, 19.12.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf;
Bir Düşünce Virüsü