"Benim en
çok korktuğum galiba hâlâ kısa bir süre sonra kötü kokulu bir hastane odasında
makinelere bağlı kalmak ve çok fazla acı çekmek..."
Bugünlerde
sıklıkla acaba ben çok salak mıyım diye düşünüyorum? Ellerim kollarım,
ayaklarım o kadar kötü ki, buna rağmen zaman zaman gülebiliyorum. Doktorlar
yanılıyor olabilir mi acaba? Acaba bütün bunlar kanserin yeni alametleri mi
olabilir mi? Bilmiyorum; hiçbir şey bilmiyorum aslında. Birden kalbimi dehşet
bir sıkışma kaplıyor, "sen nelerle uğraşıyorsun, öleceksin" diyor
içimden bir ses... "Belki de yakında öleceksin, ama sanki bir şey yokmuş
gibi hareket edebiliyorsun..." Ne garip şu kanser yahu...
Dışarıdan
bakıldığında avare gibi gözükmeme rağmen, belgesel projesi hazırlıyorum,
gazeteye yazı yazıyorum, tiyatro yazıyorum, blog yazıyorum, çok zor olmasına
rağmen ev işlerimi yapıyorum, yakında web sitelerimiz de yayına girecek onlar
için de inşallah çalışacağım vs...
Hani
şöyle bir soru sorulur ya hatıra defteri tadında şeylerde; "Bugününüzün
son gününüz olduğunu bilseydiniz, yine her zaman yaptığınız şeyleri yapar
mıydınız?" diye. Duruma baktığımda galiba ben yaptığım işleri yapmaya
devam edermişim gibi gözüküyor...Yalnızca helallik almam gereken onca insanı
aramam biraz vakit alır o kadar...
Merkez
Efendi geldi aklıma şimdi...Merkez Efendi bir mübarek zat; yaklaşık 550 yıl
önce yaşamış, asıl adı Musa Efendi. Her gün Sünbül Efendi'nin Dergâhına gelip
hem hizmet eder hem de ders alırmış orada. Bir gün Sünbül Efendi bir garip soru
sormuş Musa'ya, demiş ki: "Âlemi sen yaratsaydın (haşa) nasıl
yaratırdın?" Musa: "Böyle bir şey mümkün değil, ama haşa mümkün
olsaydı, her şeyi merkezinde bırakırdım. Âlem öyle güzel bir nizam içinde ki
buna bir şey ilave etmek de, noksanlaştırmak da düşünülemez bile"
İşte bu
cevaptan sonradır ki Sünbül Efendi: "Aferin Musa Efendi, senin ismin
bundan böyle Merkez Muslihuddun olsun" demiş.. O tarihten sonra da Musa
Efendi, Merkez Efendi olarak ün salmış.
Velhasıl
kelam hiçbirimiz mevcut durumu değiştirme güç ve kudretine sahip değiliz, her
şey olması gerektiği gibi oluyor..olacak...bu böyle!
Yosun
hapları, "doğal beslenme" günde bilmem ne kadar yürüyüş vs. ne
yaparsak yapalım nefes adedimiz belli değil mi zaten? Şu meyve veya bu sebze
ömrü uzatır diyorlar ya çok gülüyorum. Ömrü uzatan şeyleri Resulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem) bize 1400 yıl önceden bildirmiş, akrabayı ziyaret
ve gıyaben yapılan dualar. Yani akrabalarınızı ziyaret ederseniz ve gıyabınızda
sizin için dua edilirse o zaman mevcut kader Allah'ın c.c takdiri ile
değişebiliyor. Ötesi laf-ı güzaf yani...
Neyse
bunları bilmek de bazen korkularımın azalmasına yardım edemeyebiliyor, ne acı
değil mi? Daha önce de yazmıştım; Müslüman olmak biraz da böyle bir şey, ümit
ve korku arasında gidip gelme değil mi zaten... Ben Müslüman olduğum için çok
seviniyorum yahu, bak yine sevindim...
Benim en
çok korktuğum galiba hâlâ kısa bir süre sonra kötü kokulu bir hastane odasında
makinelere bağlı kalmak ve çok fazla acı çekmek...Allah c.c korusun..
Neyse
bugün iki sevgili dostumla çok uzun bir aradan sonra görüşme imkanım oldu;
sevgili Zeynep ve Elif.
Elif'e
yıllar oldu herhalde Aynısafa Merhemi sözü vermiştim, bana takılarak bu sözümü
hatırlattı. O unutmuş olabilir, ama Elif'e bir de cüzdan sözüm var. Ama onun
için her ayın ilk pazar günü kurulan Ayrancı'daki pazara gitmem gerek. Şu âna
kadar da hakikaten bir fırsat bulamadım. Bu pazar yine gidemeyeceğim biliyorum.
İnşallah Haziran'da bu sözümü yerine getirme fırsatım olur. Elif'e
yollayacağımı söylediğim Aynısafa merhemini de radyoterapi esnasında ve
sonrasında kullandım, Atila geçen hafta verdiğim Aynısafa tohumlarını ekti.
İnşallah bir ay içinde onların da çiçeklerini toplayıp Elif'e merhem yaparım.
Dilek'ten
de bahsedecektim, çok uzun zamandır görüşmüyorduk onunla da, evden aradı,
"Sesimi tanımazsan zaten mahçup olduğum için iki kat fazla
üzüleceğim" dedi. Tanımadım ilk anda ve fakat bütün iyi dostluklarda
olduğu gibi kendisini tanıttıktan sonra yıllar önce kaldığımız yerden devam
ettik sohbete.
Telefonu
bu ağrıyan ve şiş ellerle tutmak çok zor olmasına rağmen epey konuştuk galiba.
Fayrap Edebiyat'ta şiiri yayınlanacakmış, çok sevindim. Şiir yazmaya başlamış
yani, kendi söyleyişiyle kelimelere âşık olmuş..ne güzel...
Geçen
kontrolümde kendisi de göğüs kanseri olan arkadaşım Neriman'a rast gelmiştim;
belki de yazmışımdır... Neriman'la otururken o kadar çok telefon geldi ki
hayretler içinde kaldı. İkimizin de doktoru Kadri Bey ve doktorumuz bize cep
telefonu ve kablosuz telefonla konuşmayı yasakladı. Zaten yeterince radyasyon
aldık; hem hayatımızda hem de tedavide. Telefonla bu kadar çok konuşunca epey
hasar vermiş oluyoruz bünyemize.. Evdeki telefon da hâlâ kablosuz ne yazık ki, en kısa sürede inşallah
onu eski tip telefona çevireceğiz...
Zeynep
ve Elif iki samimi arkadaş ve dost, ikisi de İstanbul'da yaşıyor, Dilek de
İstanbul'da..Üçünü de davet ettim, neye güvenerek ettim bilmiyorum, çünkü;
"misafir ağırlamak" benim için zor iş. Onlar misafir olmasalar bile
yine de bir şeyler yapmak isterim ama yapamam gibi geliyor şu an... Fakat
biliyorum ki onlar bizimle muhabbet etmeye geliyorlar, hem Atila ve Fevziye'yi
hem de beni özlemişler.
Zeynep
ve Elif'e blog yazdığımı söylemedim daha. Dilek biliyor ve muhtemelen bu
sayfayı okuyunca kızacak bana. Çünkü biz balkonda sümbüllerin, fesleğenlerin,
sardunyaların arasında oturup sabaa kadar çay içip peynir ekmek yesek hiç de
şikayetçi olmayız.
Hilmi de
aradı bu akşam ve yarın sitelerimiz için toplantı yapmamızı teklif etti, o
kadar korktum ki sanki dışarı çıkarsam ellerim biraz daha ağrıyacak, daha fazla
şişecek vs. Ondan toplantıyı hafta içi başka güne ertelememizi istedim, her
zamanki hilm sahibi haliyle kabul etti kardeşim...
Akrobatik
hareketlerle yazmaktan yoruldum, şimdilik bu kadar. Sabah ola hayr ola...
Neşe Kutlutaş, 24.12.2014, Konuk
Yazar, Sonsuz Ark, (İlkYayın Tarihi, 01.05.2012)