"Sonra,
balkonda çay eşliğinde muhabbet etmek, birlikte ruhumuzu dinlendiren filmler
seyretmek o kadar güzel ki..."
Bugün
Atila ile evlilik yıldönümümüz. Tam 22 yıl geride kaldı; 22 bayram, 22 yılbaşı,
22 harika yıl... dostlarımızla, sevdiklerimizle, iyi günde ve kötü günde... hepsi
o kadar güzel ki...
Atila
ile tanıştıktan bir hafta sonra evlenmeye karar vermiştik, aman, aman herkeste
bir telaş bir itiraz "Çok erken" diyenler "Birbirinizi
boğarsınız, bekleyin biraz" diyenler ve daha neler neler. Hiç kimseyi
dinlemedik, iyi ki de dinlemedik. Atila Allah'ın c.c bana bir armağanı, kendi
ifadesiyle ben de onun günahlarına kefaret olan bir insanım:))) Kendisiyle son
derece barışık, derviş meşrep bir insanın benim gibi hiperaktif, heyecanlı
birine katlanması kolay değil elbette:)))
Her gün
onu gördüğümde çocuk gibi seviniyorum... Akşamları geldiğinde genellikle
Aytmatov'un ya da Marquez'in "Çerçisi" gibi eve giriyor, sevdiğim
dergiler, kitaplar, kartlar...
Sonra,
balkonda çay eşliğinde muhabbet etmek, birlikte ruhumuzu dinlendiren filmler
seyretmek o kadar güzel ki...
Kanser
oluncaya kadar evimiz her zaman dopdoluydu; ta evliliğimizin ilk gününden
itibaren, o zamanlar Hakan gencecik civa gibi bir çocuktu; hâlâ da öyle,
Ebubekir gencecik bir çocuktu ve yetimlerin babasıydı hâlâ da öyle, kardeşim
Mutlu memleketin selameti için kafa yorar, felsefe yapardı, hâlâ da öyle, Naci
mütefekkirdi hâlâ da öyle, Fevziye hiç kimseye belli etmeden elinin yetiştiği
herkese yardım ederdi hâlâ da öyle, Emira hep koşturur, güzel şeylerden
bahsederdi, hâlâ da öyle...
Sonra
başka kardeşlerimiz katıldı ailemize; Murat Zelan, Zeynep, Gökhan, Şerife,
Zekiye, Jale, Zeynep, Elif, Dilek, Muhammed, Semanur, Hilmi, Ayhan, Mehmet,
Galina, Mustafa Yahya, Merve, Teresa, Ayşen Hocam,Bülent abi, Saim abi, Menal,
Emine, Yusuf Ziya, Yıldız...Ve Mehtap ve Saliha ve Hamit...
Adem ve
Hamit'ten hâlâ haber yok. Dün öğrendiğim bir habere göre Adem'in babası oğlunu
Eset'ten istemek üzere Şam'a gidecekmiş. Kalbim parça parça oldu...Demek ki
artık hükümetten bir umudu kalmadı. Dua ediyorum, dua ediyoruz inşallah Adem ve
Hamit'le birlikte sağ selamet geri dönerler... İnşallah...
Hastalığımdan
sonra evimizin eski kalabalık hâlini çok özlüyorum, ara sıra eski günlerdeki
gibi tekrar bir şeyler yapmaya çalışıyorum, ama fiziki durumum biraz
zorluyor...
Atila
ile evlenmeseydim bu dostlarımın hiçbirini tanımayacaktım, Allah'a çok şükür ki
bize böyle güzel dostlar, kardeşler nasip etti.
Geriye
dönüp baktığımda elhamdülillah hep güzellikleri görüyorum..
Evet,
birçok şey yaşadık hep birlikte, başörtüsü nedeniyle işimden ayrılmak
mecburiyetinde kaldım... Atila annesini, kuzenini ve eniştesini birbirine çok
yakın zamanlarda toprağa verdi. Ebubekir ve Hakan'da babalarını, Emira
teyzesini, ben amcamı, dayımı, halamı...
Mavi
Marmara'da esir düştü sonra kardeşlerimiz, sonra şehitlerimize ağladık hep
birlikte... ameliyatlar, ölümler ve kayıplar, hepsini yaşadık ve
yaşıyoruz...Allah c.c Rabb adı ile bizi terbiye etmeye devam ediyor velhasıl ve
bizi hiç birbirimizden ayırmıyor çok şükür...
Geçtiğimiz
cuma günü Afak'la ilgili çok güzel bir şey yaşadık... burada anlatmam çok güç
ama her zaman "cool çocuk" denilen Afak geçen hafta bize gerçek bir
Müslüman kriz durumunda bile nasıl doğru davranır onu gösterdi ve ben çok gurur
duydum.
Yakışıklı
bir oğlum var, başarılı da, şu an üniversite ikinci sınıfta, hep istediği
bölümü ilk tercih olarak yazıp oraya da yerleşti çok şükür... Ama bunların
hiçbirisiyle gurur duymamıştım, yakışıklılık da, başarı da Allah'ın ona nasip
ettiği bir şey. Bu müslümanca tavrı da Allah c.c ona nasip etti elbette ve öyle
davrandı, ama netice itibarı ile bir irade kullandı ve bu irade beyanı Atila'yı
da beni de çok sevindirdi. Allah c.c hem Afak hem de bütün dostlarımızın
çocuklarının imanlı ve merhametli olmalarını nasip etsin... Âmin.
Zekiye
aradı bu arada, "Toprağa geri dönme" projelerine dahil etmiş kuzeni
onu. Her zamanki gibi heyecanla anlattı vaziyeti; ceviz ağacı, fidan, toprak,
köy, şehirdeki manasız hayat vs. Bayılıyorum buna, o kadar frekansımız aynı ki,
o ne anlatıyorsa ben o anda aynı şeyi yaşıyorum sanki... Harika bir duygu...
Yıllardır
bizim de toprağa dönüş hayallerimiz var ama bir türlü nasip olmadı. Mesela
Hakan'ın şöyle bir projesi vardı, hayat şartlarımız değişse de hâlâ da var, bir
toprak satın alıp hep birlikte o bölgeye yerleşeceğiz. Kadınlar tandırda ekmek
yapıp ortak yemek pişirecekler, çocuklarımız aynı okula gidecek ve birlikte
oynayacaklar, sinema salonumuz olacak ve akşamları gidip orada film
seyredeceğiz, namazlar cemaatle kılınacak, elbette bunun için hemen bir mescid inşa edilecek, köy
muhtarlığına beni layık görmüş bu arada:))
Yukarıdaki
fotoğraflar da şöyle: İlk fotoğrafta Zekiye, Gökhan, Şerife, Teresa Zeynep ve
kızı Elif Fernanda ve İspanya'dan gelen ve yeni müslüman olan Abdulhakim
kardeşimiz var.
İkinci
fotoğraf Doruba bin Vahat'la dostlarımız bizim evdeler, (Doruba ABD'de vakt-i
zamanında meşhur Kara Panterler'in lideriymiş. Sonra hapse atılmış ve 19 yıl
evet tam 19 yıl suçsuz yere hapis yatmış. 19 yıl sonra da "pardon"
demiş ABD Hükümeti sizi yanlışlıkla hapsetmişiz... Hapiste iken İslam'la
müşerref olmuş. Şimdi çok iyi bir Müslüman olarak hayatına karısı ve çocukları
ile devam ediyor. Türkiye'ye geldiğinde de hep birlikte bizde ağırlamıştık
onu... Fotoğrafta Fevziye, Zeynep, Murat, Doruba, kayınpederim, Hakan, Emira,
Hakan'ın ağabeyi Okay, çocuklarımız Ömer, Ayşenur, Bilgenur, Ayşe, Fatma, Atila
ve ben varız...
Üçüncü
fotoğraf benim sevgili Jale'min Atila'nın kurumunun bahçesindeki bir fotoğrafı.
Ve
dördüncü de sevgili Zeynep'in Fatma'nın doğum günündeki bir fotoğrafı.
Sonraki
fotoğraf canım kardeşlerim Hilmi ve Eyüp Gökhan'ın fotoğrafı. İspanyol
kardeşimiz Abdülhakim için Gökhan'ın tertip ettiği iftardan bir an.Yanlarında
değerli ağabeyimiz Mahir Damatlar, onun karşısında az gözüken de sevgili
kardeşimiz Teresa Zeynep.
En son
fotoğrafta da hepimizin "Japon" dediği, Türk Mehmet'le Rus Galina'nın
Japonya'da doğan kızları Firuze, Zekiye'ye nasıl poz veriliri öğretiyor:)) Biz
Firuze ile baş edemedik şimdi bir de kardeşi geliyor ve Firuze onun da adının
Firuze olmasını istiyor. Bu kadarı fazla:)) Biz daha birisi ile baş edemiyoruz
ikincinin adını mümkünse Halim gibi Selim gibi bir şey koymalıyız, çünkü
Firuze'nin hızına yetişmek mümkün değil:))
Hayaller
devam ediyor velhasıl... Belli mi olur belki bir gün gerçekleşir, inşallah
gerçekleşir...Belki hep birlikte Zekiye'lerin köyüne gidip arazi alıp
yerleşiriz. Ben bunu Hakan'a bir çıtlatayım bakalım ne diyecek:)))
Yazacak
çok şey var daha ama benim cici komşum Fadime kahve yapmış ve bekliyor şu an,
davete icabet sünnettir, şimdi gidiyorum, gelince aklımdakiler uçmamışsa devam
ederim inşallah.
***
Kahvemi
içtim, namazımı kıldım döndüm, ama yazmayı arzuladığım birçok şey kayboldu, şu
an aklıma gelenler ise dua ve dostlukla ilgili şeyler yalnızca; çok şükür Rabbim'e
ki karşımıza kötü insanlar çıkarmadı, hiç dedikodu üreten, kıskanan, haset
eden, laf getirip götüren, kalbi karartan insanlarla bizi bir arada olmaya
mecbur etmedi. Çok şükür. Hepimizin o temiz annelerimizin yaptıkları duaların
karşılığıdır bu belki de kim bilir...
Benim
rahmetli kayınvalidem de öyle tertemiz, ağzı dualı bir insandı, küçücük bir
eşyasını bile arayıp bulamadığında "Allah'ım şimdi bana buldurur, sen
buldur Allah'ım" diye mırıldanarak dua eder ve sonunda aradığını bulur ve
durmadan şükrederdi. Ne güzel bir insandı Atila'nın annesi bir bilseniz...
Biz birbirimizi çok severdik. Bir gün köyde
küçük mutfağının tahta rafında duran eski porselen tabaklardan ikisini hatıra
olarak almak istemiştim, hemen verdi. Verdi ama şehre indiğimizde hepsi
birbirinden mütevekkil ve mübarek kardeşleri bir bir telefon açmaya başladılar:
Neşe senin tabağın yokmuş galiba, ablam hepimizi tembihledi, ben şehre
inemiyorum siz oradan tabak alın verin, ben size parasını veririm"
diyerek. Onlar da nasıl tabaklardan hoşlandığımı öğrenmek ve benimle birlikte
almak istedikleri için arıyorlarmış. Bu saflık, bu temizlik anlatılır gibi
değil...
Vefatından
önce hastanede yatarken ziyaret etme imkanım oldu; konuşamıyordu artık ama her
şeyi anlıyordu, durmadan sessiz gözyaşları döküyordu. Orada bulunduğum süre
içinde o kadar çok ziyaretçisi oldu ki hayret etmemek elde değil. Çok az
nüfuslu bir köyde, küçücük evinde sessiz sedasız yaşayan bir insan gelen onca
insanın kalbine ne zaman ve ne yaparak
taht kurmuştu acaba?
Her
gelen kayınvalidemin kendisine yaptığı iyiliklerden, onun temiz kalbi ile
ettiği duaların muhakkak kabul edildiğinden bahsediyordu, muhteşem bir
şey...Elinden tesbihini bir an bile düşürmedi, su içerken ya da yatağında
çevirirken almak istediğimizde o kuş gibi narin vücuduna bir kuvvet geliyor ve
tesbihini sıkı sıkı tutuyordu. O tesbih şimdi benim en kıymetli hatıralarımdan
birisi...
Dua ile
ilgili de aklıma "Vadim O Kadar Yeşildi ki" kitabından bir bölüm
gelmişti. Sonra Dua ile ilgili yıllar önce yazdığım bir yazıyı arayıp buldum.
Onu olduğu gibi buraya alıyorum..
***
DUA,
DUA, DUA
“Dua;
zekânın karanlık gecesine, aşkın yaptığı bir hamle, uzattığı bir ışıktır.”
Dua/
Alexis Carrel/ Ali Şeriati
Hayatımızdaki
herhangi bir şeyi, özellikle sevdiklerimizle aynı pencereden görebilmek, aynı
derinlikte hissedebilmek için ancak aynı öznel tecrübeleri yaşamak gerekiyor
galiba.
Aksi
takdirde kırılmalar, küsmeler, incinmeler art arda geliyor. Murathan Mungan’ın kelimeleriyle insanın “en
yakınıyla bile saat farkı” olabiliyor kimi zaman arasında.
Hayattaki
her şeyi farklı görüyor olmamız, dış kabukla ilgili bir şey oysa. Özünde
hepimiz aynı yolun, aynı aciz
yolcularıyız. Fakat kaçımız bunun farkında!
Bir film
kanalı ‘inanmak görmektir’ diye çınlatıyor ortalığı durmadan. Nasıl bir esaret
altına alındığımızı bile bilemeden hep ‘görmek’ istiyoruz. Yalnızca görmek.
Görmesek inanamıyoruz hiçbir şeye neredeyse.
Dehşet
verici bir koşturmaca ve hız içerisinde öylesine kör olmuş ki gözlerimiz,
yalnızca kareler içerisine hapsedilmiş görüntüleri gerçek olarak kabul
ediyoruz. Kalbimizi o karelere hapsediyoruz. Farkına varmıyoruz.
Sağlam
bir kalbin ritmi içinde gidebilecek olan hayattan çok şey bekliyor, feci halde
yanılıyoruz. Ritmi zorladığımız ölçüde sekte geçirmeye mahkum olduğumuzu
unutuyoruz.
Göğüs
kafesimizin içine mucizevi bir şekilde yerleştirilen kalbin hikmetini
unutuyoruz. Suyu, tersine akıtmaya çalışıyoruz hep. Efsunlanmış gibi
dolaşıyoruz nicedir çoğumuz. Birbirimizin yüreklerine dokunmaktan korkuyoruz
belki de.
Altını,
çoğu zaman kurşun kalemle çizdiğim eski kitapları okuyorum bugünlerde yeniden.
Onlar, aynı zamanda benim kendimi test etme araçlarım; ilk okuduğumda taşıdığım hassasiyetleri hâlâ
taşıyıp taşımadığımı gösteren araçlar.
Maurice
Messegue’ın ‘İnsanlar Ve Bitkiler’ adlı kitabı var elimde şimdi.(*) İçim sızlayarak okuyorum kimi satırlarını.
Yazar, ziyaret ettiği bir devlet adamından bahsederken şöyle diyor:
“Hizmetçisi
Marie, bana kapıyı açtığı zaman yanlış kata çıktığımı sandım. Bir devlet
adamının değil de bir din adamının gösterişsiz evine girmiştim sanki.
Odasında
diz çökmekten yıpranmış, el dayamaktan parlamış bir dua kürsüsü vardı. Duvarda,
gösterişsiz süssüz, siyah bir haç vardı. Kutsal su kabında şimşir dalları
görülüyordu. Odada görülen tek kullanışlı eşya, baş koyacak yeri yeşil kadifeli
taşra işi eski bir deri koltuktu. Schuman’ın bu koltuğa oturduğunu hiç
sanmıyorum.
Karşımda,
üzerinde kalın, gri kumaştan bir elbise, ayaklarında küt burunlu, kaba siyah
ayakkabılarla- on dört yıldır ayağında başka ayakkabı görmedim- Robert
Schuman’ın ta kendisi duruyordu.( Robert Schuman/ Avrupa Birliği’nin fikir
babası Fransa eski Dışişleri Bakanı)
‘Vadim O
Kadar Yeşildi Ki’ kitabında da şu satırların
altını çizmişim:
‘Mr.
Gruffydd bana, “Kömür ocaklarında çalışmak için doğan insanların kuvvet ve
cesarete ihtiyaçları vardır.” dedi. “Ama ruh zenginliği onlar için gereksiz bir
şeydir. Bir köstebek ya da kör bir solucan kadar yoksundurlar bundan. Sen
ruhunu korumaya çalış, Huw, çünkü o bizlere, dünyadan gelip geçmiş binlerce
kuşağın büyüklerinden kalmış olan bir mirastır. Baban nasıl parlak bir ışık
vermesi için lambasını temizliyorsa, sen de öyle temiz tut ruhunu.’
-Nasıl
temiz tutacağım Mr. Gruffydd?” diye sordum.
Mr. Gruffydd,
“Dua etmekle oğlum.” Dedi. Bunu da anlaşılmaz birtakım şeyler mırıldanmakla
veya avaz avaz bağırmakla.. yapmamalı. Dua, sadece iyi, temiz ve dolambaçsız
düşünceye verilmiş olan başka bir addır.
Dua
ettiğin zaman söylediklerini iyice düşünerek söyle ve düşüncelerini sağlam
temeller üzerine kur. Böylelikle, ettiğin dua bir güç kazanır ve bu güç senin
bir parçan, aklının, vücudunun, ruhunun bir parçası olur.”(**)
İşte
böyle bir şey dua.
Bir kere
kalpten yapıldığında bile, bize mükafat olarak dönen, o müthiş güç.
O gücü,
ruhumuzda hissetmek için de dua,
Sevdiklerimizle
aramızdaki ‘saat farkını’ aşabilmek için dua,
Hiçbir
ayrım yapmadan, hepimizin yüzüne aynı sıcaklıkla dokunan güneşin aydınlığını
paylaşmak için dua,
Ayın
şavkından, yıldızların yanıp sönen ışıklarından, milyonlarca kilometre yol kat ederek
ruhumuza dokunan esrarı hatırlayabilmemiz için dua,
Eşyanın
hakikatini kavrayabilmemiz için dua,
Musibetlere
tahammül, nimetlere şükretmemiz için dua,
Aramızdaki
kini, garezi, yok etmek için dua,
Hiç
durmadan kan akıtılan toprakların üzerine selamet inmesi için dua,
Kadir-i
Mutlak’ın şefkatine sığınmak için dua,
Ayaklarımızın
Sırat-ı Müstakim üzre kalabilmesi için dua,
Üzerini,
milyonlarca kir, toz, pasla kapladığımız şuurumuzun açılması için dua,
Dünyanın
dört bir köşesinde sahipsiz bıraktığımız yetimler, yoksullar mustazaflar için
dua, Affa
nail olmak için dua,
Kalplerimizin
O’na yaklaşması için dua.
Dua,
dua, dua...
***
İbn-i
Mes’ûd’dan (r.a) rivayet edilmiştir; Peygamber (s.a.v) şu duaya devam ederdi:
“Ya Allah, senden hidayet, takva, iffet ve zenginlik ihsan etmeni dilerim.”
Ebû
Hüreyre (r.a) şöyle rivayet etmiştir; Resulullah (s.a.v) şu duayı okurdu: “Ya
Allah, her işimin koruyucusu bulunan dinimi, içinde yaşadığım dünyamı, huzur-u
ilâhiye dönüşüm içinde olacak âhiretimi iyi kıl. Hayatı, her türlü hayrı
artırmaya, ölümü de her türlü zarardan rahatlamaya vesile kıl.” Amin. (Riyazü’s
Sâlihin)
Bugünlük
bu kadar yeter galiba, epey yazdım, parmaklarım dehşet derecede ağrıyor ve hafiften
de şişmeye başladı. Bakalım nasıl olacak hayırlısı inşallah...Dün Zekiye
aramıştı, bir arkadaşı ile görüşmüş, bu ağrıların lenflerden
kaynaklanabileceğini söylemiş. Ve yoga ile pilates önermiş.
Bunları
yapabileceğim bir yer yok Eryaman'da ama dün akşamdan itabaren parktaki spor
aletleri ile yavaş yavaş bir şeyler yapmaya başladım...neticeyi yazarım Allah
c.c izin verirse...
Neşe Kutlutaş, 29.12.2014, Konuk
Yazar, Sonsuz Ark, (İlk Yayın Tarihi, 04.05.2012)
(*) Maurice Messegue/ İnsanlar Ve Bitkiler/ E yayınları
(**) Richard Llewellyn/ Vadim O Kadar Yeşildi ki/ Altın Kitaplar
(**) Richard Llewellyn/ Vadim O Kadar Yeşildi ki/ Altın Kitaplar