29 Aralık 2014 Pazartesi

SA1068/KY9-NK41: 22 Yıl Geride Kaldı; Dostlarımızla, Sevgiyle...

"Sonra, balkonda çay eşliğinde muhabbet etmek, birlikte ruhumuzu dinlendiren filmler seyretmek o kadar güzel ki..."


Bugün Atila ile evlilik yıldönümümüz. Tam 22 yıl geride kaldı; 22 bayram, 22 yılbaşı, 22 harika yıl... dostlarımızla, sevdiklerimizle, iyi günde ve kötü günde... hepsi o kadar güzel ki...

Atila ile tanıştıktan bir hafta sonra evlenmeye karar vermiştik, aman, aman herkeste bir telaş bir itiraz "Çok erken" diyenler "Birbirinizi boğarsınız, bekleyin biraz" diyenler ve daha neler neler. Hiç kimseyi dinlemedik, iyi ki de dinlemedik. Atila Allah'ın c.c bana bir armağanı, kendi ifadesiyle ben de onun günahlarına kefaret olan bir insanım:))) Kendisiyle son derece barışık, derviş meşrep bir insanın benim gibi hiperaktif, heyecanlı birine katlanması kolay değil elbette:)))

Her gün onu gördüğümde çocuk gibi seviniyorum... Akşamları geldiğinde genellikle Aytmatov'un ya da Marquez'in "Çerçisi" gibi eve giriyor, sevdiğim dergiler, kitaplar, kartlar...

Sonra, balkonda çay eşliğinde muhabbet etmek, birlikte ruhumuzu dinlendiren filmler seyretmek o kadar güzel ki...

Kanser oluncaya kadar evimiz her zaman dopdoluydu; ta evliliğimizin ilk gününden itibaren, o zamanlar Hakan gencecik civa gibi bir çocuktu; hâlâ da öyle, Ebubekir gencecik bir çocuktu ve yetimlerin babasıydı hâlâ da öyle, kardeşim Mutlu memleketin selameti için kafa yorar, felsefe yapardı, hâlâ da öyle, Naci mütefekkirdi hâlâ da öyle, Fevziye hiç kimseye belli etmeden elinin yetiştiği herkese yardım ederdi hâlâ da öyle, Emira hep koşturur, güzel şeylerden bahsederdi, hâlâ da öyle...

Sonra başka kardeşlerimiz katıldı ailemize; Murat Zelan, Zeynep, Gökhan, Şerife, Zekiye, Jale, Zeynep, Elif, Dilek, Muhammed, Semanur, Hilmi, Ayhan, Mehmet, Galina, Mustafa Yahya, Merve, Teresa, Ayşen Hocam,Bülent abi, Saim abi, Menal, Emine, Yusuf Ziya, Yıldız...Ve Mehtap ve Saliha ve Hamit...

Adem ve Hamit'ten hâlâ haber yok. Dün öğrendiğim bir habere göre Adem'in babası oğlunu Eset'ten istemek üzere Şam'a gidecekmiş. Kalbim parça parça oldu...Demek ki artık hükümetten bir umudu kalmadı. Dua ediyorum, dua ediyoruz inşallah Adem ve Hamit'le birlikte sağ selamet geri dönerler... İnşallah...

Hastalığımdan sonra evimizin eski kalabalık hâlini çok özlüyorum, ara sıra eski günlerdeki gibi tekrar bir şeyler yapmaya çalışıyorum, ama fiziki durumum biraz zorluyor...

Atila ile evlenmeseydim bu dostlarımın hiçbirini tanımayacaktım, Allah'a çok şükür ki bize böyle güzel dostlar, kardeşler nasip etti.

Geriye dönüp baktığımda elhamdülillah hep güzellikleri görüyorum..

Evet, birçok şey yaşadık hep birlikte, başörtüsü nedeniyle işimden ayrılmak mecburiyetinde kaldım... Atila annesini, kuzenini ve eniştesini birbirine çok yakın zamanlarda toprağa verdi. Ebubekir ve Hakan'da babalarını, Emira teyzesini, ben amcamı, dayımı, halamı...

Mavi Marmara'da esir düştü sonra kardeşlerimiz, sonra şehitlerimize ağladık hep birlikte... ameliyatlar, ölümler ve kayıplar, hepsini yaşadık ve yaşıyoruz...Allah c.c Rabb adı ile bizi terbiye etmeye devam ediyor velhasıl ve bizi hiç birbirimizden ayırmıyor çok şükür...

Geçtiğimiz cuma günü Afak'la ilgili çok güzel bir şey yaşadık... burada anlatmam çok güç ama her zaman "cool çocuk" denilen Afak geçen hafta bize gerçek bir Müslüman kriz durumunda bile nasıl doğru davranır onu gösterdi ve ben çok gurur duydum.

Yakışıklı bir oğlum var, başarılı da, şu an üniversite ikinci sınıfta, hep istediği bölümü ilk tercih olarak yazıp oraya da yerleşti çok şükür... Ama bunların hiçbirisiyle gurur duymamıştım, yakışıklılık da, başarı da Allah'ın ona nasip ettiği bir şey. Bu müslümanca tavrı da Allah c.c ona nasip etti elbette ve öyle davrandı, ama netice itibarı ile bir irade kullandı ve bu irade beyanı Atila'yı da beni de çok sevindirdi. Allah c.c hem Afak hem de bütün dostlarımızın çocuklarının imanlı ve merhametli olmalarını nasip etsin... Âmin.

Zekiye aradı bu arada, "Toprağa geri dönme" projelerine dahil etmiş kuzeni onu. Her zamanki gibi heyecanla anlattı vaziyeti; ceviz ağacı, fidan, toprak, köy, şehirdeki manasız hayat vs. Bayılıyorum buna, o kadar frekansımız aynı ki, o ne anlatıyorsa ben o anda aynı şeyi yaşıyorum sanki... Harika bir duygu...

Yıllardır bizim de toprağa dönüş hayallerimiz var ama bir türlü nasip olmadı. Mesela Hakan'ın şöyle bir projesi vardı, hayat şartlarımız değişse de hâlâ da var, bir toprak satın alıp hep birlikte o bölgeye yerleşeceğiz. Kadınlar tandırda ekmek yapıp ortak yemek pişirecekler, çocuklarımız aynı okula gidecek ve birlikte oynayacaklar, sinema salonumuz olacak ve akşamları gidip orada film seyredeceğiz, namazlar cemaatle kılınacak, elbette bunun için  hemen bir mescid inşa edilecek, köy muhtarlığına beni layık görmüş bu arada:))


Yukarıdaki fotoğraflar da şöyle: İlk fotoğrafta Zekiye, Gökhan, Şerife, Teresa Zeynep ve kızı Elif Fernanda ve İspanya'dan gelen ve yeni müslüman olan Abdulhakim kardeşimiz var.


İkinci fotoğraf Doruba bin Vahat'la dostlarımız bizim evdeler, (Doruba ABD'de vakt-i zamanında meşhur Kara Panterler'in lideriymiş. Sonra hapse atılmış ve 19 yıl evet tam 19 yıl suçsuz yere hapis yatmış. 19 yıl sonra da "pardon" demiş ABD Hükümeti sizi yanlışlıkla hapsetmişiz... Hapiste iken İslam'la müşerref olmuş. Şimdi çok iyi bir Müslüman olarak hayatına karısı ve çocukları ile devam ediyor. Türkiye'ye geldiğinde de hep birlikte bizde ağırlamıştık onu... Fotoğrafta Fevziye, Zeynep, Murat, Doruba, kayınpederim, Hakan, Emira, Hakan'ın ağabeyi Okay, çocuklarımız Ömer, Ayşenur, Bilgenur, Ayşe, Fatma, Atila ve ben varız...


Üçüncü fotoğraf benim sevgili Jale'min Atila'nın kurumunun bahçesindeki bir fotoğrafı.
Ve dördüncü de sevgili Zeynep'in Fatma'nın doğum günündeki bir fotoğrafı.


Sonraki fotoğraf canım kardeşlerim Hilmi ve Eyüp Gökhan'ın fotoğrafı. İspanyol kardeşimiz Abdülhakim için Gökhan'ın tertip ettiği iftardan bir an.Yanlarında değerli ağabeyimiz Mahir Damatlar, onun karşısında az gözüken de sevgili kardeşimiz Teresa Zeynep.


En son fotoğrafta da hepimizin "Japon" dediği, Türk Mehmet'le Rus Galina'nın Japonya'da doğan kızları Firuze, Zekiye'ye nasıl poz veriliri öğretiyor:)) Biz Firuze ile baş edemedik şimdi bir de kardeşi geliyor ve Firuze onun da adının Firuze olmasını istiyor. Bu kadarı fazla:)) Biz daha birisi ile baş edemiyoruz ikincinin adını mümkünse Halim gibi Selim gibi bir şey koymalıyız, çünkü Firuze'nin hızına yetişmek mümkün değil:))

Hayaller devam ediyor velhasıl... Belli mi olur belki bir gün gerçekleşir, inşallah gerçekleşir...Belki hep birlikte Zekiye'lerin köyüne gidip arazi alıp yerleşiriz. Ben bunu Hakan'a bir çıtlatayım bakalım ne diyecek:)))

Yazacak çok şey var daha ama benim cici komşum Fadime kahve yapmış ve bekliyor şu an, davete icabet sünnettir, şimdi gidiyorum, gelince aklımdakiler uçmamışsa devam ederim inşallah.

***
Kahvemi içtim, namazımı kıldım döndüm, ama yazmayı arzuladığım birçok şey kayboldu, şu an aklıma gelenler ise dua ve dostlukla ilgili şeyler yalnızca; çok şükür Rabbim'e ki karşımıza kötü insanlar çıkarmadı, hiç dedikodu üreten, kıskanan, haset eden, laf getirip götüren, kalbi karartan insanlarla bizi bir arada olmaya mecbur etmedi. Çok şükür. Hepimizin o temiz annelerimizin yaptıkları duaların karşılığıdır bu belki de kim bilir...

Benim rahmetli kayınvalidem de öyle tertemiz, ağzı dualı bir insandı, küçücük bir eşyasını bile arayıp bulamadığında "Allah'ım şimdi bana buldurur, sen buldur Allah'ım" diye mırıldanarak dua eder ve sonunda aradığını bulur ve durmadan şükrederdi. Ne güzel bir insandı Atila'nın annesi bir bilseniz...

Biz birbirimizi çok severdik. Bir gün köyde küçük mutfağının tahta rafında duran eski porselen tabaklardan ikisini hatıra olarak almak istemiştim, hemen verdi. Verdi ama şehre indiğimizde hepsi birbirinden mütevekkil ve mübarek kardeşleri bir bir telefon açmaya başladılar: Neşe senin tabağın yokmuş galiba, ablam hepimizi tembihledi, ben şehre inemiyorum siz oradan tabak alın verin, ben size parasını veririm" diyerek. Onlar da nasıl tabaklardan hoşlandığımı öğrenmek ve benimle birlikte almak istedikleri için arıyorlarmış. Bu saflık, bu temizlik anlatılır gibi değil...

Vefatından önce hastanede yatarken ziyaret etme imkanım oldu; konuşamıyordu artık ama her şeyi anlıyordu, durmadan sessiz gözyaşları döküyordu. Orada bulunduğum süre içinde o kadar çok ziyaretçisi oldu ki hayret etmemek elde değil. Çok az nüfuslu bir köyde, küçücük evinde sessiz sedasız yaşayan bir insan gelen onca insanın kalbine ne zaman ve ne yaparak  taht kurmuştu acaba?

Her gelen kayınvalidemin kendisine yaptığı iyiliklerden, onun temiz kalbi ile ettiği duaların muhakkak kabul edildiğinden bahsediyordu, muhteşem bir şey...Elinden tesbihini bir an bile düşürmedi, su içerken ya da yatağında çevirirken almak istediğimizde o kuş gibi narin vücuduna bir kuvvet geliyor ve tesbihini sıkı sıkı tutuyordu. O tesbih şimdi benim en kıymetli hatıralarımdan birisi...

Dua ile ilgili de aklıma "Vadim O Kadar Yeşildi ki" kitabından bir bölüm gelmişti. Sonra Dua ile ilgili yıllar önce yazdığım bir yazıyı arayıp buldum. Onu olduğu gibi buraya alıyorum..

***
DUA, DUA, DUA

“Dua; zekânın karanlık gecesine, aşkın yaptığı bir hamle, uzattığı bir ışıktır.”
                                                                                    Dua/ Alexis Carrel/ Ali Şeriati

Hayatımızdaki herhangi bir şeyi, özellikle sevdiklerimizle aynı pencereden görebilmek, aynı derinlikte hissedebilmek için ancak aynı öznel tecrübeleri yaşamak gerekiyor galiba.

Aksi takdirde kırılmalar, küsmeler, incinmeler art arda geliyor.  Murathan Mungan’ın kelimeleriyle insanın “en yakınıyla bile saat farkı” olabiliyor kimi zaman arasında.

 Hayattaki her şeyi farklı görüyor olmamız, dış kabukla ilgili bir şey oysa. Özünde hepimiz aynı  yolun, aynı aciz yolcularıyız. Fakat kaçımız bunun farkında!

Bir film kanalı ‘inanmak görmektir’ diye çınlatıyor ortalığı durmadan. Nasıl bir esaret altına alındığımızı bile bilemeden hep ‘görmek’ istiyoruz. Yalnızca görmek. Görmesek inanamıyoruz hiçbir şeye neredeyse.

Dehşet verici bir koşturmaca ve hız içerisinde öylesine kör olmuş ki gözlerimiz, yalnızca kareler içerisine hapsedilmiş görüntüleri gerçek olarak kabul ediyoruz. Kalbimizi o karelere hapsediyoruz. Farkına varmıyoruz.

Sağlam bir kalbin ritmi içinde gidebilecek olan hayattan çok şey bekliyor, feci halde yanılıyoruz. Ritmi zorladığımız ölçüde sekte geçirmeye mahkum olduğumuzu unutuyoruz.

Göğüs kafesimizin içine mucizevi bir şekilde yerleştirilen kalbin hikmetini unutuyoruz. Suyu, tersine akıtmaya çalışıyoruz hep. Efsunlanmış gibi dolaşıyoruz nicedir çoğumuz. Birbirimizin yüreklerine dokunmaktan korkuyoruz belki de.

Altını, çoğu zaman kurşun kalemle çizdiğim eski kitapları okuyorum bugünlerde yeniden. Onlar, aynı zamanda benim kendimi test etme araçlarım;  ilk okuduğumda taşıdığım hassasiyetleri hâlâ taşıyıp taşımadığımı gösteren araçlar.

Maurice Messegue’ın ‘İnsanlar Ve Bitkiler’ adlı kitabı var elimde şimdi.(*)  İçim sızlayarak okuyorum kimi satırlarını. Yazar, ziyaret ettiği bir devlet adamından bahsederken şöyle diyor: 

“Hizmetçisi Marie, bana kapıyı açtığı zaman yanlış kata çıktığımı sandım. Bir devlet adamının değil de bir din adamının gösterişsiz evine girmiştim sanki.

Odasında diz çökmekten yıpranmış, el dayamaktan parlamış bir dua kürsüsü vardı. Duvarda, gösterişsiz süssüz, siyah bir haç vardı. Kutsal su kabında şimşir dalları görülüyordu. Odada görülen tek kullanışlı eşya, baş koyacak yeri yeşil kadifeli taşra işi eski bir deri koltuktu. Schuman’ın bu koltuğa oturduğunu hiç sanmıyorum.

Karşımda, üzerinde kalın, gri kumaştan bir elbise, ayaklarında küt burunlu, kaba siyah ayakkabılarla- on dört yıldır ayağında başka ayakkabı görmedim- Robert Schuman’ın ta kendisi duruyordu.( Robert Schuman/ Avrupa Birliği’nin fikir babası Fransa eski Dışişleri Bakanı)

‘Vadim O Kadar Yeşildi Ki’  kitabında da şu satırların altını çizmişim:

‘Mr. Gruffydd bana, “Kömür ocaklarında çalışmak için doğan insanların kuvvet ve cesarete ihtiyaçları vardır.” dedi. “Ama ruh zenginliği onlar için gereksiz bir şeydir. Bir köstebek ya da kör bir solucan kadar yoksundurlar bundan. Sen ruhunu korumaya çalış, Huw, çünkü o bizlere, dünyadan gelip geçmiş binlerce kuşağın büyüklerinden kalmış olan bir mirastır. Baban nasıl parlak bir ışık vermesi için lambasını temizliyorsa, sen de öyle temiz tut ruhunu.’

-Nasıl temiz tutacağım Mr. Gruffydd?” diye sordum.

Mr. Gruffydd, “Dua etmekle oğlum.” Dedi. Bunu da anlaşılmaz birtakım şeyler mırıldanmakla veya avaz avaz bağırmakla.. yapmamalı. Dua, sadece iyi, temiz ve dolambaçsız düşünceye verilmiş olan başka bir addır.

Dua ettiğin zaman söylediklerini iyice düşünerek söyle ve düşüncelerini sağlam temeller üzerine kur. Böylelikle, ettiğin dua bir güç kazanır ve bu güç senin bir parçan, aklının, vücudunun, ruhunun bir parçası olur.”(**)

İşte böyle bir şey dua.

Bir kere kalpten yapıldığında bile, bize mükafat olarak dönen, o müthiş güç.

O gücü, ruhumuzda hissetmek için de dua,

Sevdiklerimizle aramızdaki ‘saat farkını’ aşabilmek için dua,

Hiçbir ayrım yapmadan, hepimizin yüzüne aynı sıcaklıkla dokunan güneşin aydınlığını paylaşmak için dua,

Ayın şavkından, yıldızların yanıp sönen ışıklarından, milyonlarca kilometre yol kat ederek ruhumuza dokunan esrarı hatırlayabilmemiz için dua,

Eşyanın hakikatini kavrayabilmemiz için dua,

Musibetlere tahammül, nimetlere şükretmemiz için dua,

Aramızdaki kini, garezi, yok etmek için dua,

Hiç durmadan kan akıtılan toprakların üzerine selamet inmesi için dua,

Kadir-i Mutlak’ın şefkatine sığınmak için dua,

Ayaklarımızın Sırat-ı Müstakim üzre kalabilmesi için dua,

Üzerini, milyonlarca kir, toz, pasla kapladığımız şuurumuzun  açılması için dua,

Dünyanın dört bir köşesinde sahipsiz bıraktığımız yetimler, yoksullar mustazaflar için dua,Affa nail olmak için dua,

Kalplerimizin O’na yaklaşması için dua.

Dua, dua, dua...

***
İbn-i Mes’ûd’dan (r.a) rivayet edilmiştir; Peygamber (s.a.v) şu duaya devam ederdi: “Ya Allah, senden hidayet, takva, iffet ve zenginlik ihsan etmeni dilerim.”

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle rivayet etmiştir; Resulullah (s.a.v) şu duayı okurdu: “Ya Allah, her işimin koruyucusu bulunan dinimi, içinde yaşadığım dünyamı, huzur-u ilâhiye dönüşüm içinde olacak âhiretimi iyi kıl. Hayatı, her türlü hayrı artırmaya, ölümü de her türlü zarardan rahatlamaya vesile kıl.” Amin. (Riyazü’s Sâlihin)

Bugünlük bu kadar yeter galiba, epey yazdım, parmaklarım dehşet derecede ağrıyor ve hafiften de şişmeye başladı. Bakalım nasıl olacak hayırlısı inşallah...Dün Zekiye aramıştı, bir arkadaşı ile görüşmüş, bu ağrıların lenflerden kaynaklanabileceğini söylemiş. Ve yoga ile pilates önermiş. 

Bunları yapabileceğim bir yer yok Eryaman'da ama dün akşamdan itabaren parktaki spor aletleri ile yavaş yavaş bir şeyler yapmaya başladım...neticeyi yazarım Allah c.c izin verirse...



Neşe Kutlutaş, 29.12.2014, Konuk Yazar,  Sonsuz Ark,  (İlk Yayın Tarihi, 04.05.2012)



 (*) Maurice Messegue/ İnsanlar Ve Bitkiler/ E yayınları
(**) Richard Llewellyn/ Vadim  O Kadar Yeşildi ki/ Altın Kitaplar


Seçkin Deniz Twitter Akışı