بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim
Bismillahirrahmanirrahim
“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür.
***
İslâm'ın ilk asrında Araplar arasında
tasavvuf diye bir olayın bulunmadığı, böyle bir şeyin ikinci asrın ortalarına
doğru başladığı ve ilk temsilcilerinin acemler olduğu bir gerçektir. Nitekim
İslâm tarihinde tasavvuf akımının bariz temsilcileri olan mesela Kuşeyri,
Kelabazi, Suhreverdi, Gazali, Bistami, et-Tûsi, Tebrizi, Celaleddin-i Rumî ve
Muhasibi gibi kişilerin de acem (İranlı) olduğu bir vakıadır. Bu da ister istemez
tasavvufun şiilikle bağlantısı meselesini gündeme getirmektedir. Bunu aydınlığa
kavuşturmak için tasavvuf ile şiilik arasındaki bağla ilgili bilgileri
Abdurrahman Abdulhalik'in kitabından buraya almayı uygun gördük.
İlk
Tasavvufçular ve Şiilikle İlişkileri
Dr. Kâmil Mustafa eş-Şeybî "es-Sılatu
Beyne't-Tasavvuf ve't-Teşeyyu'" adlı kitabında İslâm'da sofu adını alan
ilk üç kişinin Cabir İbn Hayyan, Ebu Haşim el-Kûfî ve Abduk es-Sûfî olduğunu
belirtmektedir.
Cabir İbn Hayyan, Caferi Sadık'ın öğrencisi
veya kölesiydi. Şia Cabir İbn Hayyan'ın Şia'nın büyüklerinden ve imam adına
konuşan anlamında Bab olduğunu kabul ederler. Şiilikle ilgili kitaplar
yazdığını söylerler. Zühd de özel bir ekolü olmuştur. İhbaru'l-Ulema bi
Ahbari'l-Ulema kitabının yazarı el-Kıftî Cabir İbn Hayyan'ın bir çok felsefi
bilgilere sahip bulunduğunu, Haris el-Muhasibi, Sehl İbn Abdullah et-Tusteri
gibi tasavvufçuların yolu olan batın ilmi yolundan gittiğini söyler. Bu adam
kimya ilminde çok mahirdi.
İkinci adam olan Ebu Haşim el-Kûfi ise
Remle'de tasavvufçular için ilk defa tekke inşa eden kişidir. Rahipler gibi
yünden uzun elbise giyer, hıristiyanlar gibi hulul ve ittihadı savunurdu. Ne
varki Hıristiyanlar hulul ve ittihadı sadece Hz. İsa için kabul ederken Ebu
Haşim el-Kûfi bunu kendisi için iddia etmiştir.
Ebu
Haşim'le ilgili söylenenlerden anlaşılıyor ki hakkında haberler azdır. Bununla
beraber bu haberler, Cabir İbn Hayyan'a dair haberler kadar yekûn
oluşturmaktadır. Ebu Haşim, Cafer es-Sadıkın, yani Cabir İbn Hayyan'ın
çağdaşıydı. Şia onu tasavvufun mucidi (babası) olarak adlandırır. Cafer
es-Sadık'ın onun hakkında şöyle dediğini naklederler: "Akidesi gerçekten
bozuktur. Tasavvuf adında bir mezhep uydurmuş ve çirkin akidesi için yol
yapmıştır." Tabii ki bu söylenenler tasavvufun bir Şii'nin eseri olduğunu
nefyetmek içindir.
Üçüncü adam olan Abduk es-Sûfi ise,
Kûfe'de kurulmuş yarı Şii yarı tasavvufi bir fırkanın kurucusu olduğu
kaydedilmektedir. "Sufiyye" kelimesi Muhasibi ve Hafız'ın eserlerinde
bu fırkanın adı olarak kullanılmıştır. Abduk es-Sufi zahid ve münzevi bir kişi
olup hicri 210 yılında Bağdad'da ölmüştür.
Sofu adı verilen ilk kişi olarak
bilinir. O tarihlerde bu isim Kufe'de bazı Şiiler ve İskenderiye'de bazı
isyancılar için kullanılırdı. Abduk, Bişr İbn el-Haris el-Hâfî ve es-Serî
es-Sakati'den önce büyük şeyhlerdendi. Dünyanın tümüyle haram olduğu ve
adaletli imamların gittikleri yoldan gitmek gerektiği ve azık dışında ondan bir
şey almanın caiz olmadığını iddia eden zındık bir fırkanın lideri olduğu,
adaletli bir imam olmadan dünyanın helal olamayacağı, ehli ile muamelenin haram
ve azık miktarı dışında dünyadan bir şey almanın caiz olmadığı düşüncesini
savunan bir fırkanın reisi bulunduğu belirtilmiştir.
Abduk
isminin, aslında Abdulkerim olduğu ve torunu Muhammed İbn Abduk'un da Şia'nın
önde gelen kişilerinden bulunduğu belirtilmiştir. Böylece Abduk'un Kûfe'de
yayılan ve zühdle karışık Şiilik'ten kaynaklanan değişik yönleri şahsında
toplayan bir kişi olduğu anlaşılmaktadır.
Netice olarak, yeni araştırmacıların sûf
(yün) kelimesinden geldiğine kesin gözüyle baktıkları sûfî kelimesinin, ilk
olarak Kûfe'de kullanıldığı anlaşılmaktadır. Çünkü Kûfe'de bütün zahidler yün
giymişlerdir. Tasavvuf da sûf kelimesinden türemiştir. Yün giymenin de
Şiiliğiyle, Hz. Ali soyundan gelen imamlara haksızlık yapanlara karşı kılıç,
söz ve nefretle, muhalefeti ve savaşlarıyla meşhur Kûfe ortamında ortaya
çıktığı anlaşılmıştır. Bütün bunlar ilk kaynaklarında ve temellerinde
tasavvufun Şiilikle bağlantılı olduğunu göstermektedir.
Şiilikle
Tasavvufun Ortak Yönleri
Tasavvuf akımlarına ve Şia mezhebinin
gerçeklerine vakıf olan bir insan ikisinin yaklaşık olarak aynı kaynaktan
kaynaklandığına, neticede aynı gayeyi güttüklerine ve her iki taraf
mensuplarının taşıdığı inanç ve hükümlerin genelde ortak olduğuna şahit olur.
İşte bunlardan bazıları:
a- Özel
İlimler İddiası:
Şia'nın diğer Müslümanlardan farklı
olduğunu iddia ettiği şeylerin başında kendilerine mahsus ve diğer insanlarda
bulunmayan birtakım ilimlere sahip olduklarını söylemeleri gelmektedir. Bu
ilimleri bazen Hz. Ali'ye nispet ederler. Çünkü onlara göre Hz. Ali dinin
sırlarına sahiptir ve diğer Müslümanlara açmadığı bilgileri Hz. Peygamber ona
açmıştır. Bazen Hz. Fatıma ve Hz. Ali'nin çocukları imamların ilimlerine sahip
olduklarını, bu imamların gaybı bildiklerini, hata ve unutmaktan masum
bulunduklarını, İslâm'ı imamların yolu dışında kimsenin anlayamayacağını,
Kur'ân sırlarının ve din hakikatinin sadece imamlarda bulunduğunu iddia
ederler. Bazan da "Fatıma Kur'ân'ı" adını verdikleri özel bir
Kur'ân'a sahip bulunduklarını ve bunun Müslümanların elindeki Kur'ân'ın üç katı
kadar olduğunu, bugün Müslümanların elinde bulunan Kur'ân'dan onda bir tek
harfin bulunmadığını ileri sürerler. Bazen de bütün ilimlerin içinde
yazıldığını iddia ettikleri bir deri olan Cefr'e sahip olduklarını iddia ederler. Bazen de sadece kendilerinin sahip
olduğu ve başka hiçbir kimsede bulunmayan dini bilgilere sahip olduklarını
iddia ettikleri gibi, Kur'ân ayetlerinin gerçek tefsirine kendilerinin sahip
olduklarını söylerler. Hatta yüce Allah'ın Hz. Muhammed'i tenzil (Kur'ân
harfleri) ile Hz. Ali'yi de te'vil (yani tefsir) ile gönderdiğini ileri
sürerler.
Tasavvufçular da aynı yolu izlemişlerdir.
Başka insanlara karşı övündükleri ve dillerine doladıkları şeylerin başında,
ancak kendilerinin muttali oldukları ve tarikata mensup olmayan başka
insanların elde edemeyeceği ledünni birtakım bilgilere sahip olduklarını iddia
etmeleri gelir. Diğer Müslümanların, hatta ilimleri yanında bizzat
peygamberlerin ilimlerini hor görürler.
Mesela meşhurlarından Ebu Yezid el-Bistami
şöyle diyor: "Peygamberlerin sahilinde bekledikleri bir denize
daldık." Yine şöyle devam ediyor:
"İlminizi
ölülerden aldınız, biz ise ilmimizi ölmeyen diri (Allah)'dan aldık. Biriniz,
falan bize filandan nakletti, der. Hani falan filan derseniz, öldü derler. Biz
ise kalbim bana rabbimden nakletti, deriz." Bu şekilde tasavvufçular kendilerinin keşf ve
ledünni ilim sahibi olduklarını, peşlerinden gidenlerin onlardan alıp
yararlandığını iddia ederler. Hatta şeyhten ledunni ilmi alması için müridin
kalbini şeyhin kalbine bağladıklarını, şeyhin de ledunni ilimleri
Rasûlullah'tan alması için müridin kalbini Rasûlullah'a bağladığını söylerler.
Tasavvufçular, Kur'ân ve hadisin batini
tevillerini özel ilimlerinin kaynağı yapmışlardır. Çünkü bazen bu tevili
Allah'tan aldıklarını, bazen melekten aldıklarını, bazen de ilham olduğunu
iddia ederler. Aynı şekilde batın ilimlerini Kur'ân'daki mukattaa harflerin
sırlarını bilmeye yahut Hızır'dan almaya, hatta bazen doğrudan doğruya levhi
mahfuzdan telakki etmeye nispet ederler.
Şia da imamları için aynı şeyleri iddia
etmiştir. Onların gaybı bildiklerini, bilgileri dışında bir yaprak bile
düşmediğini, ezelden ebede kadar bütün olayların bilgileri dâhilinde meydana
geldiğini iddia ederler. Tasavvufçular da aynı şeyleri kendileri için
söylerler. Aktab ve Ebdal'in görevlerinin başında da bunların geldiği
bilinmektedir.
Bu
şekilde batın İlmi konusunda Şia akidesi ile tasavvuf akidesi ortak olmakta,
hatta Şia'nın O’nun için unutmaz ve hata etmezler. Hak ederek, vehbi, ihtisas
ve ictiba yolu ile elde ederek Allah nezdinde makamlara sahiptirler. Bu imamlar
hakkında aşırılığa giderek bütün anlamlarıyla ilah kelimesinin taşıdığı manada
ilahlar ve rabler sayarlar. Kâinatın bütün zerrelerinde tasarruf ederler,
dilediklerini cennete, dilediklerini de cehenneme sokarlar. İsmailiyye ve
Nusayriyye'de olduğu gibi kimi Rafızîler Allah'ın ruhunun imamlara hulul
ettiğini söylerler. Kimileri de onların mertebesini peygamberler ve bütün
meleklerin mertebesinden üstün tutarlar.
Mesela kitabında Humeyni şöyle der:
"İmamlarımız öyle bir makamdadırlar ki ona ne mukarreb melek ne de
gönderilen peygamber ulaşabilir. İmamlar bu kâinat hakkında kararlar
verirler."
Aynı inançları tasavvufçular almış ve
veli dedikleri kişiler hakkında kullanmışlardır. Rafızîler imamlara ulûhiyet ve
rububiyyet sıfatlarını giydirdiği gibi tasavvufçular da veli olduklarını iddia
ettikleri kişilere ulûhiyet ve rububiyyet sıfatlarını giydirmişlerdir. Tepeden
tırnağa kadar kâinatta tasarruf ettiklerini, gaybı tümüyle bildiklerini, dünya
işlerinden büyük küçük her şeyin bilgi ve iradeleri dâhilinde olduğunu,
makamlarına melekler ve peygamberlerin ulaşamadığını, âleminde Allah'ın
vekilleri ve yaratıklarının işlerinde tasarruf sahibi oldukları, dilediklerini
ateşe ve dilediklerini de cennete soktuklarını kabul ederler.
Rafızîler, imamet makamından sonra gelen
ve onların vekilleri olan nakipler makamını kabul etmişlerse, tasavvufçular
aynı inancı alarak veliyyi a'zam makamını kabul etmiş ve ona ğavs, kutup adını vermişlerdir.
Bunu da üç kutup izler, onları da yedi ebdal, onları da yetmiş nuceba' izler ve
bu silsile böyle devam eder. Bütün bunları şianın imam ve velileri için
yaptıkları tertipten almışlardır. Bu şekilde imamet konusunda Şii itikat ile
velayet konusunda tasavvufu inanç aynı çizgide birleşmektedir.
Mukaddime'sinde İbn Haldun şöyle der:
"Keşf ve duyarlar ötesinden söz eden müteahhir tasavvufçular bu işe çok
dalmışlardır. Birçoğu hulul inancına sapmış ve duyular ötesi işlerde buna
dalmışlardır. Yine birçokları hulul ve vahdet (vahdeti vücut) inancına
gitmiştir. el-Makamat kitabında el-Herevi'nin yaptığı gibi, bu işlerle sayfalar
doldurmuşlardır. İbn Arabî, İbn Seb'in ve onun talebesi İbn Ebi Vasıl, sonra
İbn el-Afif, İbn el-Farid ve en-Necm el-İsrailî kasidelerinde onları
izlemişlerdir. Bunların selefi (eskileri) de hulul ve imamların ilahlığına
inanan müteahhir Rafızîlerden İsmailiyye (batınıyye) mensuplarına
karışmışlardır. Her iki mezhep birbirine karışmış, sözleri ve inançları
birbirine benzemiştir. Tasavvufçuların sözlerinde kutup inancı ortaya çıkmıştır
ki ariflerin başı anlamındadır. Ölünceye kadar marifette kimsenin ona denk
olamayacağını iddia ederler. Ölünce makamına irfan ehlinden biri varis olur. İbn
Sina İşarât kitabının tasavvuf bölümünde buna işaret etmiş ve şöyle demiştir:
"Hak (Allah) öyle yücedir ki şeriatı ancak bir kişiye olur ve ona ancak bu
bir kişiden sonra gelen bir kişi muttali olur." (Yani şeriatta söz sahibi
herkes değil, bir kişi olur ve bu da imamın kendisidir.)
Hâlbuki böyle bir söz
ne akli bir delile, ne de şerî bir hüccete dayanır. Sadece ileri sürülen bir
iddia ve lafızdır. Bu inanç Rafızîlerdin, imamların verasetle olacaklarına dair
inançlarının aynısıdır. Bu zümrenin Rafızîlerin inançlarını nasıl çaldıklarını
ve benimsediklerini görüyorsunuz. Sonra Şia'nın nakipler hakkındaki inancı gibi
kutuptan sonra sıra ile ebdalın olduğunu söylüyorlar. Hatta tarikatlarına ve
inançlarına temel yapmak için tasavvuf hırkasını Hz. Ali'ye giydirmeleri de
bunun içindir. Yoksa ashap arasında Hz. Ali'nin elbisede veya şahıslarda
kendine mahsus ne bir mezhebi, ne de bir tarikatı olmuştur.
Belki
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer insanlar arasında Rasûlullah'tan sonra en zahid ve
abid kişilerdir. Dinde de sadece kendilerine mahsus ve onlardan nakledilen
hiçbir şey yoktur. Aksine bütün ashap dindarlıkta, zühd ve mücehedede örnektir.
İsmailiyye fırkasının imamet konusundaki
inançları ortaya çıkınca, Irak'ta tasavvufçular bunu onlardan iktibas ederek
zahir ile batın arasında denge şeklinde kabul etmiş, imameti de ahlakta ve
şeriata bağlılıkta yarışma saymışlardır. Şeriatta ihtilaf meydana gelmemesi
için bunu ayrı mütalaa etmişlerdir. Allah marifetini öğretmesi için de kutup
inancını kabul etmişlerdir. Çünkü kutup ariflerin başıdır. Zahirde onu imama
benzetmiş ve batında onun ayarında sayarak bu yetkiyi ona tanımışlardır.
Marifetin ekseni saydıkları için ona kutup adını vermişlerdir. Benzerliğin tam
olması için Şia'daki nakiplere paralel; tasavvufçular ebdali kabul etmişlerdir.
el-Fatımî konusunda söyledikleri ve önceki tasavvufçuların hakkında müspet veya
menfi bir sözü bulunmadığı halde, kitaplarını onun hakkında doldurmaları bunun
şahididir. Bütün bunları Şia'dan, Rafiziler'den ve kitaplarındaki bilgilerden
almışlardır." Bu şekilde İbn Haldun gizli ilim, velayet mertebeleri, hulul
ve ittihat konusunda Şia ile tasavvufun benzerliğini kaydetmektedir.
Dr. Mustafa Kamil eş-Şeybi "es-Sılatu
Beyne't-Tasavvuf ve't-Teşeyyu'" kitabında şöyle devam ediyor:
"Tasavvufa
ismaili başka bir inanç daha girmiştir. O da nukaba (nakipler) inancıdır.
Bunlar on iki adamdır. Huccece (hüccetler) diye adlandırılır. İmamın varlığı
veya yokluğunda daveti yayarlar. Bunlar mukaddestir ve sayıları sabittir. Bir
zincirde yedi imamın sayısını desteklediği gibi âlemin doğal yapısı da onları
desteklemektedir. el-Makrizi, iddialarına göre, bunların yeryüzüne dağıldıklarını
ve yeryüzünü bunların idare ettiğini, sayılarının daima on iki olduğunu
belirtir. Bu şekilde ilimde, davette ve ilahi destekte hüccet (ebdal) imama
ortaktır. Ebdal ve kutup inancı buradan tasavvufa girmiştir. İşte İbn Arabî,
Fütuhatı Mekkiye'de İsmailiyye hakkında Makrizi'nin söylediğinin aynısını
tasavvufçu olarak söylüyor. Mesela nakipler hakkında "Her zaman on iki
nakiptirler. On iki burç sayısınca ne azalır, ne artarlar" diyor.
Tasavvufçuların kutsal saydıkları bu makamları İsmailiyye mezhebinden aldığını
göstermeye İbn Arabî’nin tek bu sözü yeterlidir. Daha önce İbn Teymiyye,
tasavvufçuların bu terimleri ve isimleri İsmailiyye mezhebinden aldıklarını
belirterek bu isimlerin Rasûlullah'tan gelen isimler olmadığını söyler. İbn
Haldun da, bilhassa İbn Arabî olmak üzere İbn Kıssî, Abdulhak İbn Sebîn ve onun
öğrencisi İbn Ebi Vasıl gibi tasavvufçuların kutup, ebdal ve nakipler inancını
İsmailiyye fırkasından aldıklarını belirtir.
b- Dinin
Zahiri ve Batını Vardır İnancı:
Dinin bir zahiri bir de batını olduğu
konusunda Şia ile tasavvufçuların inancı aynıdır. Zahir, avam halkın nasların
zahirinden hemen anladığı manadır. Batın ise, naslardan kastedilen ve hakiki
ilim kabul edilendir ki, onu da ancak imamlar ve veliler bilir. Mesela Allah'ın
"Namazı kılınız ve zekâtı veriniz" sözündeki zekâttan maksat, seri
ölçü ve şartları belirtilen zekâtı mallarınızdan verinizdir. Ayetin zahiri
anlamı budur.
Ama Şia ve tasavvufçular Kur'ân ve hadisin
zahirinden avam halkın (Şii ve tasavvufçu olmayan diğer Müslümanların) anladığı
mananın imamları ve velileri ilzam edemeyeceği, çünkü imam ve velilere
kastedilen manaların nazil olduğu inancındadır. Zaten Şia Muhammed'in Kur'ân'ın
lafzını, Ali'nin ise tefsirini getirdiğini söylemektedir. Ondan sonra da
Kur'ân'ın manasını ancak imamların bildiğini iddia ederler. Bunu mantıklı
göstermek için de Kur'ân'ın bir zahiri, bir de batını olduğunu, zahirini
avamın, batın manasını ise ancak imamların ve velilerin bildiğini söylerler.
Mesela yukarıda geçen "Namaz kılınız" sözünden maksadın masum imama
biat etmek, "Zekâtı veriniz" sözünden maksat da imama karşı samimi ve
itaatkâr olmak demektir" derler.
Her iki tarafın iddia ettiği ve inandığı
şeylere uygun düşmesi için de Kur'ân ayetlerini heva ve heveslerine göre
açıklamışlardır. Tasavvufçular nasların bu şekilde batini tarzda açıklanmasına
hakikat, diğer zahiri tarzda açıklanmasına da şeriat adını vermiş, hakikatin
velilere, şeriatın avam halka olduğunu söylemişlerdir. Bu yolla Kur'ân ve hadis
naslarını oyuncağa çevirmiş ve sapık inançlarına uyması için canları istediği
şekilde açıklamışlardır.
İnsafla
söyleyelim, "tin”in Rasûlullah, "zeytun"un Hz. Ali,
"Tûrisinîn"in Hz. Hasan, "Hâze'l-Beledi'l-Emin”in Hz. Hüseyin
olmasıyla ne ilgisi vardır? Yine "Meraca'l-Bahrayni Yeltakiyan"
ayetinden maksadın Hz. Ali ve Hz. Fatıma, "Yahrucu Minhuma el-Lu'luu
ve'l-Mercan" ayetinden maksadın Hz. Hasan ve Hüseyin olması nasıl makul
olabilir?
Dr. Kamil eş-Şeybî her iki tarafın bu nevi
sapık tevillerine kitabında bir bölüm açmış ve birçok misaller getirmiştir.
Onlardan bazılarını buraya örnek olarak alalım. Şöyle der:
"El-Havasârî
bu nevi tevillerden birtakım misaller nakletmiştir. Mesela abdest imama
bağlılıkla, teyemmüm hüccet olan imamın yokluğu halinde onun yerine mezun olan
kişiden almakla, namaz konuşanla -ki bu da resuldür- ihtilam (uyurken cünüp
olmak) kasıtsız sırrı yabancıya açmakla, gusül ahdi tazelemekle, zekât
anlayışlarındaki dini öğrenerek nefsi tezkiye etmekle, Kâbe Peygamberle, Kapı
Ali ile Mikat ve Telbiye çağırana icabet etmekle, Kâbe’yi yedi defa tavaf yedi
imama taraftar ve bağlı olmakla, cennet vücutların tekliflerden rahat
etmesiyle, cehennem mükellefiyetleri yerine getirerek meşakkat görmekle, tefsir
etmenin din ve mantıkla ne ilgisi vardır? Bütün bunlar dinin bir şahsa itaat,
namaz ve zekâtın birtakım şahıslardan kinaye olduğunu söyleyen Gulat
(aşırılar)'ın söylediklerinden ibaret olduğunu söylemeye götürmüyor mu?
Bilindiği gibi İsmailiyye fırkası imam
olmamalarına rağmen nakiplerin Allah'ın desteğini aldıklarını, imamların sayısı
yedi olduğu gibi her zaman bunların sayısının on iki olduğunu, her imam
zamanında bunların yeryüzüne dağıldıklarını ve yeri onların idare ettiklerini
söylemektedir.
İsmailiyye fırkasından Ebu Yakup es-Sicistani, Peygamberin ilim
mirasının vasiye, ondan da imama, ondan da hüccete intikal ettiğini
söylemektedir. Makrizi'nin şu ifadeleriyle mesele daha da açıklık
kazanmaktadır: "İmamın varlığı ruhani âlemdedir. Ona maarifte riyazet ile
ulaşırız." Bu manayı İsmailiyye'den
olan es-Sicistani şu sözleriyle dile getirmektedir: "Bu ilimler Habeşi
veya Hintli olsun, müstahakkına ancak riyazetle ulaşır." Bütün bunlarla tevilin hakikatine akli
riyazet yolu ile müridin ulaşması sağlanır -ki imamın sahip olduğu ilme nazip
veya hüccetin ulaşma yolu da budur- şeklindeki İsmailiyye'nin suluk düşüncesi
açıklık kazanmaktadır.
Tasavvufta kişilerin akli riyazet ve mücadeleye ne kadar
çok yer verdikleri herkesin malumudur. Bu anlayışların tasavvuftaki anlayış ve
ilkelere ne kadar paralel olduğu açıktır. Oryantalist Goldziher bunu fark etmiş
ve her iki tarafın anlayışını dile getiren Mevlana'nın şu ifadelerini misal
olarak nakletmiştir.
"Şunu bil ki Kur'ân'ın ayetleri
kolaydır. Ancak kolaylığına rağmen ardında çok gizli ve saklı bir anlam
bulunmaktadır. Bu gizli manaya üçüncü bir mana bağlıdır ki güçlü anlayış ve
derin kavrayış karşısında aciz kalır. Dördüncü manayı, benzeri olmayan ve
yeterliliği büyük Allah'tan başkası ihata edemez. Bu şekilde ardı sıra
sıralanan yedi manaya ulaşıyoruz. Onun için oğulcuğum, şeytanların Hz. Âdem'den
ancak çamurdan yaratılan bir yaratık oluşunu görmeleri gibi, zahiri manayı
anlama ile kayıtlı kalma. Kur'ân'da zahiri mana Âdem'in vücuduna benziyor.
Ondan gördüğümüz, gizli ve saklı ruhu değil, zahiri şeklidir."
Nasların
zahir ve batın anlamları olduğu inancına dair Dr. Ebu'l-Ala' el-Afifi şöyle
demektedir:
"Kaynağı itibariyle şeriat-hakikat ikilemi, şeriatın zahiri ve
batını ikilemine racidir. İslâm'ın başında Müslümanlar bu ayırımı yapmadıkları
gibi böyle bir şeyi yapanları tekfir etme de söz konusu olmamıştır. Bu ayırım
her şeyin zahir ve batını olduğu gibi Kur'ân'ın, hatta Kur'ân'dan her ayetin ve
her kelimenin bir zahiri bir de batını olduğunu söyleyen Şia ile başlamıştır.
Batın (gizli) Kur'ân'ın sırlarını kendilerine açtığı ve bu lütufla
mükâfatlandırdığı Allah'ın kullarından havassa ancak açık olur. Onun için
Kur'ân'ın tefsir ve tevilinde Şia'nın özel bir yolu olmuştur. Bu yol Kur'ân
ayetlerinin ve din hükümlerinin batini tarzda tevillerinden ve başka yollarla
saliklere görünen gaybi manalarda oluşmaktadır. Şia buna batın ilmi adını
vermiş ve iddialarına göre Rasûlullah onu Hz. Ali'ye, o da kendilerine varisler
adını verdikleri batın ilim ehline miras bırakmıştır. Tasavvufçular da bu tarz
tevil yolunu izlemiş ve Şia'nın terim ve yollarını büyük ölçüde
kullanmışlardır. Bütün bunlardan Şia ile tasavvuf arasındaki sıkı bağlar ve
büyük benzerlik anlaşılmaktadır." Tasavvuftaki Allah'ta fena bulmak ve
onunla ittihat inancı da tümüyle İsmailiyye-Batınıyye inancına dayanmaktadır.
İmamlarının Allah'ın görünen tezahürü ve temsilcisi olduğunu Batıniler
söylediği gibi tasavvufçular da açıkça Allah olduklarını söylemektedir. Bu
inancın Gulatı Şia'dan başladığı, İsmailiyye fırkasının bunu düzenleyip
felsefesini yaptığı ve tasavvufçuların bunu onlardan iktibas ettiği açık bir
gerçektir.
c-
Kabirlerin Kutsallaştırılması ve Ziyaretgâh Edinilmesi:
İslâm
âleminde görülen, kabirleri kutsallaştırma ve ziyaret etme de Şia'yı taklitten
başka bir şey değildir. Şirke araç ve yol olmaması için İslâm, kabirler üzerine
yapılan tapınakları ve binaları yıktığı halde, onlar üzerine bina ve mescit
yapmayı ilk defa Şia başlatmıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah
Yahudi ve Hıristiyanlara lanet etsin, peygamberlerinin ve Salih kişilerinin
kabirlerini mescit yaptılar" (muttefekun aleyh).
Sahih-i
Müslim'de şu olay kaydedilmektedir: "Hz. Ali, Ebu'l-Hiyac el-Esedî'yi
Yemen'e gönderir ve kendisine şöyle der: Rasûlullah'ın beni gönderdiği bir iş
için seni gönderiyorum. Yerden yüksek ne kadar kabir varsa yık ve ne kadar
heykel varsa yerle bir et."
Ancak
Şia Hz. Ali, Hz. Hüseyin ve ehl-i beytten imam diye adlandırdıkları kişilerin
kabirlerini yükseltmiş ve üzerinde binalar yapmışlardır. Onlar üzerine yüksek
kubbeler ve sandukalar yaparak ziyaret ve anıt haline getirmişlerdir. Nitekim
İhvan-ı Safa risalelerinde, Şia'dan kıssacı ve bekçi gibi birtakım kişiler bunu
bir kazanç yolu yaptıkları, türbedarlık ve kabir ziyaretini kendilerine şiar
edindikleri anlatılmaktadır. Kabirler üzerine bina yapmak, kabirleri kutsallaştırmak
ve bunu şiar edinmek hicri üçüncü asrın başlarında olmuştur. Ancak Abbasi
halifelerinden bazıları Şia'nın uydurduğu ve yükselttiği, bu kabirleri yıkmaya
başlamış ve karşı çıkmıştır.
İbn Kesir el-Bidaye ve'n-Nihayede Abbasi halifesi
el-Mutevekkil'in hicri 236 yılında Hz. Hüseyin'e nispet edilen kabri ve
etrafındaki ona bağlı bütün yapıları yıktırdığı ve üç günden sonra orada kimi
bulursa öldürüp kabre koyacağını ilan ettiği, sonunda orada kimsenin kalmadığı
ve tarlaya dönüştürüldüğü kaydedilir. Bu kabir Şia-İsmailiyye fırkasından
Mirza'nın kabri olup onu sık sık ziyaret eder, daha sonra imamlarının
kabirlerini ziyaret için Selemiyye’ye giderlerdi. Ondan sonra tasavvufçular
aynı yolu izleyerek kabir ve yatırları ziyaret etmeyi, etrafını tavaf edip taşı,
toprağıyla teberrük etmeyi, içinde yatan ölülerden yardım istemeyi kendilerine
şiar edindiler. Tasavvufun meşhurlarından Maruf el-Kerhi'nin kabrini
kendilerine ziyaretgâh yaparak, "Maruf'un kabri denenmiş bir
panzehirdir" dediler.
Hatta tasavvufçular bu kabirleri bina etme
ve yükseltmeyi, onları kutsallaştırıp yüceltmeyi, onları ziyaret etmesi için
insanları teşvik etmeyi, etrafında tavaf yapmayı, sandukalarla kaplamayı ve
türlü örtülerle örtmeyi, taşı toprağıyla teberrük etmeyi ve Allah yerine onlara
dua edip medet ve yardımı onlardan istemeyi, dinlerinin bir temeli ve görevi
yapmışlardır. Denilebilir ki taraftarları ve izleyicileri bulunan hiçbir
tasavvuf şeyhi ve meşhuru yoktur ki
kabri üzerine bir kubbe, bir sanduka yaptırmış ve orayı bir makam haline
getirmiş olmasın. Bu şekilde İslâm'ın savaş açtığı ve kökünü kuruttuğu eski
cahiliye şirkini tekrar diriltmişlerdir.
d- İslâm
Devletini Yıkma ve Şii Bir Devlet Kurma:
Bu çabalar için tasavvufun meşhurlarından
Hallacı Mansur'u örnek vereceğiz. Ondan sonra çağımızdan da bir örnek arz
edeceğiz. es-Sılatu Beyne't-Tasavvuf ve't-Teşeyyu' kitabında Dr. Kamil eş-Şeybi
şöyle diyor: "Hallaç ile Şia arasındaki bağ, kendi sözlerinin Şia
imamlarının sözlerine benzer olmakla kalmamış, bu bağ bütün Şia mezheplerinin
boyasını taşımıştır.
Yeni hulul akımında bütün Şia'nın boyasını taşımış ve
hicri dördüncü asrın başlarında yeni bir Gulat (aşırı) akımın öncülüğünü
yapmıştır. Şöyle diyor Hallaç: "Hiçbir zaman imamlardan birinin mezhebini
tam olarak almadım. Ancak her mezhebin en zor ve en çetin yanlarını aldım.
Şimdi de aynı durumdayım." Hallaç, hicri 138 yılında Kûfe'de öldürülen ve
Gulatı Şia'dan olan lider Ebu'l-Hattâb'ın bir kopyasıdır. İsna Aşeriyye ile
ilişkisini de et-Tûsi'nin, eski Kum şehrine Hallaç’ın gittiğini ifade etmesi
göstermektedir. Şii Ebu'l-Hasan en-Nevbahti ile Hallaç arasındaki akrabalık da
oraya gitmesine bir vesile olduğu gibi, Ebu'l-Hasan'ı da kendisi davet ediyor
ve "Ben imamın elçisi ve vekiliyim" diyordu."
Eş-Şeybi şöyle devam ediyor:
"Öldürüldüğü zaman Hallaç’a yöneltilen suçlamalardan biri de Hallaç’ın hac
için fiilen Mekke'ye gitmeyi inkar etmesi ve onun yerine kişinin halis bir
niyetle evinde kalbi ile ona yönelmesi yolundaki çağrısıdır. Yolculuğun
sıkıntılarına katlanmadan kişinin evinde bu işi niyetle yapacağını söylüyordu."
Kadı et-Tenuhi bunun Hallaç ekolünde meşhur bir şey olduğunu söylüyor. Doğrusu,
metot ve yol olarak tevili ve batın ilmini kendine seçen Batınıyye-İsmailiyye
fırkası için bu anlayış ve inanç uzak görülmemektedir. Hallaç ile Şia
arasındaki bu sıkı ilişkiyi şu olay doğrulamaktadır: Karamatiler hicri 318
yılında Mekke'ye saldırmış ve Hallaç’ın öldürülmesinden dokuz sene sonra
Mekke'yi yağmalayarak Hacer-i Esvet’i alıp götürmüşlerdir. Böylece Hallaç’ın
mezhebini uygulamışlardır. Belki de bu onların mezhebiydi ve Hallaç bunu erken
bir zamanda açığa vurmuştu.
Kadı et-Tenuhi, Hallaç’ın adamlarından birine
haber göndererek şöyle dediğini kaydeder:
"Şimdi, yer ve gök ehlinin ihata
ettiği şanlı Fatımî devletine çağırman zamanı geldi. Hakkın maskesini indirmesi
ve adaletin egemen olması için tertemiz kitlenin Horasan'a yürümesi için davet
et."
El-Hatib el-Bağdadi ve İbn Kesir İran halkının Hallaç’la "Ebu
Abdillah ez-Zahid" takma ismiyle yazıştıklarını kaydederler. Bu künye
Mısır devletine dönüşmeden önce Ubeydiler devletinin kurulmasında hizmeti geçen
İsmailiyye fırkasından meşhur Ebu Abdillah eş-Şii'nin künyesidir. Öyle
anlaşılıyor ki İsmaililer aynı künyeyi taşıyan iki propagandiste
dayanıyorlardı. Bunlardan biri olan Hallaç doğuda, diğeri de Mağribî’de
İsmailiyye mezhebine mensup olmadan önce tasavvufçu olduğunu bizzat İsmailiyye
mensuplarının rivayet ettiği Ebu Abdillah eş-Şii'dir. Ammar el-Hanbelî’nin
söyledikleri de bu bilgileri pekiştirmektedir.
Hallaç hicri 309 yılında
öldürülmüş ise de Fatımi çağrı o zamana kadar yayılmış ve tehlikesi etrafı
sarmıştı. Fatımi devletinin propagandisti ve işbirlikçisi İsmailiyye
fırkasından Karamati Ebu Tahir el-Cenabî hicri 311 yılında Basra'ya, iki yıl
sonra da Kûfe'ye girmiştir. Aynı şekilde Hallac'ın öldürülmesinden dokuz yıl
sonra Karmatiler Mekke'yi işgal etmiş, Kâbe’nin etrafında Müslümanları öldürmüş
ve Hacer-i Esvet’i alıp götürmüşlerdir. Başlarında Ebu Said el-Karamati
bulunuyordu.
Bu kişi Hallacı Mansur'un canciğer arkadaşıydı. Onun için İbn
en-Nedim şöyle diyor:
"Hallaç hükümdarlara Şia mezheplerinden, halka
tasavvuf mezhebinden görünüyor ve ulûhiyetin kendisinde hulul ettiğini iddia
ediyordu."
Bütün bunlara rağmen tasavvuf şeyhlerinden hicri 371 yılında
ölen Muhammed İbn Hafif'in "Hüseyin İbn Mansur (Hallaç) rabbani bir
âlimdir" dediğini görüyoruz. Yine
Hallaç’ın söylediği batini zırvaların tasavvufi ilminin zirvesi olduğunu
söyleyen kişiler olduğunu müşahede ediyoruz.
Mesela, "Kur'ân'da her şeyin
bilgisi vardır. Kur'ân'ın bilgisi sure başlarındaki huruf-i mukattadadır. Bu
harflerin bilgisi de elif lam'dadır." gibi. Tasavvufçu Hallaç ve Şii
Ebu'l-Hattab'da hululü incelediğimiz zaman ikisinde de aynı ve ortak olduğunu
görüyoruz.
Hallac dua ederken şöyle diyor:
"Ey ilahların İlahı ve rablerin
Rabbi, ey kendisini uyku ve uyuklama almayan! Kulların benden dolayı yoldan
çıkmaması için nefsimi bana geri ver. Ey kendisi ben ve ben kendisi olan! Benim
kişiliğimle senin hüviyetin arasında hâdis ve kadim olma dışında hiçbir fark
yoktur."
Yine Hallaç’ın yanında
bulunan bir kâğıtta "Rahman ve Rahim olandan falan oğlu filana..."
ibaresi yazılı bulunmuştur.
Bütün bunları Rafızî Ebu'l-Hattab
eş-Şii'nin mezhebiyle karşılaştırırsak aradaki ortaklık ve benzerlik
kendiliğinden açığa çıkar. Bu adam Allah'ın Ali ve evladının ruhunu yarattığı,
âlemin işlerini onlara bıraktığı, onlar da yeri ve gökleri yarattıklarını iddia
eder. Onun için rukuda 'sübhane rabbiyel azim', sucudda da 'süphane rabbiyel
a'la' diyoruz, çünkü Ali ve evladından başka ilah yoktur, en büyük ilah ise,
onlara âlemin idaresini bırakın ilahtır, der.
Şüphe
yok ki bu sözlerle Hallaç’ın sözleri aynı kaynaktan kaynaklanıyor, aynı inancı
dile getiriyor ve aynı hedefi hedefliyor. O da Müslümanları gerçek
inançlarından uzaklaştırmak, şirke boğmak, devletlerini yıkmak, birlik ve
beraberliklerini dağıtmaktır. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki hicri üçüncü
asırda tasavvufçuların mezhebi ile Şia mezhebi inanç ve yol olarak aynıdır.
Hallaç, Cüneyt el-Bağdadi ve eş-Şıblî gibi hicri üçüncü asırda yaşamış tasavvuf
meşhurlarının arkadaşı ve sırdaşı idi. Bizzat Cüneyt el-Bağdadi, idam edilirken
Hallaç’a "Sen rububiyyetin sırlarını ifşa ettiğini (açıkladığın) için
Allah seni demirle cezalandırdı" şeklinde yazmıştır. eş-Şibli de şöyle
anlatıyor: Ben ve Hallaç aynı idik. Ancak o konuştu, ben ise sustum."
Belirttiğimiz gibi tasavvufçular inanç ve hedef olarak Şia ile bir olmuşlardır.
İkisi de hulul inancını taşımıştır. Ama Allah'ın ruhunun kimde hulul ettiği
konusunda ihtilaf etmişlerdir. Ortak hedefleri de Müslümanların inançlarını
bozmak, İslâm devletini yıkmak, Müslümanların birliğini bozmaktır. Geçmişte böyle oldukları gibi tasavvufçular
çağımızda da aynı amaca hizmet etmişlerdir.
Eş-Şa'rani şöyle diyor:
"Bir sultan
veya emir yahut bir büyükle bir araya geldiğimiz zaman, kendisi salih bir kişi
olmasa bile ondan bizim için dua etmelerini istemek üzerimizde bir borçtur.
Çünkü Allah, halkları arasında büyük olan bu insanların dualarını red edip
onları utandırmaktan utanç duyar. İnsanlardan bu sırrın farkına varanlar pek
azdır. Günümüzün Mısır hükümdarı olan Davut Paşa'ya dokuz yüz kırk beş yılında
aylardır halledemediğim birtakım işler için Kale'de başvurduğumda bu işlerimin
halli için bana dua etmesini istedim. Kale'den iner inmez bu işlerimin hepsinin
halledildiğini gördüm. Bunu bil ve onunla amel et."
İslâm yolundan sapmış birtakım
tarikatlar, tarihte putperest zencilerden bile daha çok emperyalizme boyun
eğmiş ve onunla işbirliği yapmıştır.
Fransız sömürgecilerden başkan Philip
Foundacy şöyle der: "Afrika'daki idarecilerimiz ve askerlerimiz dini
tarikatları daha çok yaymağa ve çoğaltmaya mecbur kalmışlardır. Çünkü Bilido,
Hacun adıyla bilinen putperest birçok tarikattan veya zenci meşhur sihirbaz ve
kâhinlerden daha çok Fransız yönetimine karşı itaatkâr ve onunla işbirliği
içindeydiler."
Tarihu'l-Arab el-Hadis ve'l-Muasır
kitabının yazarı "Cezayir'de Fransa ile işbirliği yapanlar" başlığı
altında şunları söylemektedir: "Bu kitle Fransız okullarında okuyan ve
emperyalizmin Araplarla ilgili bütün bağlarını körelttiği gençlerden oluşur.
Birtakım hurafe ve bidatler yayan, mücadele alanında hezimet ve teslimiyet
ruhunu yayan, emperyalizm lehine casus olarak çalışıp onunla işbirliği yapan
tasavvuf tarikatları yanında işlerinde Fransız yönetimiyle işbirliği halinde
bulunan memur, parlamenter ve subaylardan bir kitle de bunlara ilave
edilebilir."
Şüphe yok ki Avrupalılar bunu kavramış ve
tarikatları emperyalizm içinde kullanmışlardır. Mısır millî kahramanlarından
Mustafa Kâmil "el-Meseletu'ş-Şarkiyye" kitabında okuyucunun kulağına
şunları söylemektedir: "Fransızlar'ın Tunus'ta Kayravan şehrini işgal
etmeleri çok enteresandır. Fransız bir adam İslâm'a girmiş ve Seyyid Ahmed
el-Hadi adını almış, İslâm'ı öğrenmeye çalışmış, iyi bir seviyede öğrendikten
sonra Kayravan'da büyük bir caminin imamı olmuştur.
Fransız askerleri
Kayravan'a yaklaşınca halk savunmak için hazırlanmış, mescidde bulunan bir
yatırın kabrine bu konuda danışması için bu imama başvurmuşlardır. Bunun
üzerine imam Seyyid Ahmed yatırın sandukasına girmiş, bir süre sonra çıkarak
böyle bir işe girişmeleri halinde başlarına gelecek büyük felaketten kendilerini
şiddetle sakındırmıştır. Onlara "Şeyh size teslim olmanızı söylüyor, çünkü
memleketin mağlup düşmesi artık kesinleşmiştir," dediğini nakletmiştir.
Cahil halk onun sözüne uymuş ve Kayravan şehrini hiç savunmamışlardır. Böylece
Fransızlar 26 Ekim 1881 yılında elini kolunu sallayarak şehre
girmişlerdir."
Nitekim Ticani tarikatının şeyhleri ve
mensupları Cezayir'de Fransa'nın çıkarları için en fazla çabalayan kişiler
olmuşlardır. 1870 yılında Orly adında
Fransız bir kadın, Ticani tarikatının zaviyesine kadar sızarak zaviye şeyhi
Seyyid Ahmed'le evlenebilmiştir. Seyyid Ahmed ölünce kardeşi Seyyid Ali ile
evlenmiştir. Böylece Fransız kadın Ticaniler nezdinde kutsallaşmış ve kendisine
"Zevcetu's-Seyyideyn (iki seyyidin eşi) künyesini vermişlerdir. Katolik
bir Hıristiyan olarak kalmasına rağmen geçtiği toprağı öpmüş ve onunla teberrük
etmişlerdir.
Fransa bu kadına Şark madalyası vermiştir.
Bunu vermenin sebepleri arasında da şunu belirtmektedir: Bu Fransız kadın
Fransa'nın istediği ve beğendiği tarzda Ticani zaviyesini idare etmiş, o
olmasaydı Ticani Cezayirliler'in elinden çıkması imkânsız gibi görünen büyük
çiftlikleri, meraları ve verimli toprakları Fransa'ya kazandırmıştır. Üstelik
Fransa için birbirine kenetlenmiş bir saf halinde savaşan Ticani birçok mürit
ve mücahidi de Fransa'ya kazandırmıştır."
Ticani tarikatının kurucusu
Ahmed et-Ticani'nin halifesi ve en büyük Ticani postunun sahibi Şeyh Muhammed
el-Kebir bu tarikatın merkezi sayılan Ayn Madi şehrinde Fransız delegasyonu
huzurunda 26 Zilhicce 1320 hicri tarihinde yaptığı konuşmada şunları
söylüyordu:
"Gönüllerimizin sevgilisi Fransa'ya maddi, askeri ve siyasi
olarak yardım etmek bize borçtur. Onun için başa kakma veya iftihar olarak
değil, belki görevi yerine getirme ve karşılığını Allah'tan bekleme kabilinden
söylüyorum ki Fransa memleketimize gelmeden ve şerefli askerleri topraklarımızı
işgal etmeden önce atalarımız Fransa'ya katılmak ve ondan yana olmakla çok iyi
etmişlerdir."
Bu tarikatın kurucusu Ahmed et-Ticani'nin
de İslâm inançlarına karşı amansız bir düşmanlık beslediği sapıklıklarla dolu
kitaplarından anlaşılmaktadır. Cevahiru'l-Maanî isimli kitabında şunları
söylüyor: "Kâfirler, mücrimler, facirler ve zalimler hepsi Allah'ın emrini
yerine getiriyorlar ve onun emri dışına çıkmış değildirler." Yine "Arif bir şeyh kendi cesedinden
ruhunu başka bir adamın cesedine nakledip o adamı dilediği işlerde
kullanabilir."
Aynı
kitapta yine şöyle diyor: "Tarikatımıza giren kişiye arkadaşından yahut
veli olsun başkası olsun, başka kişilerden dünya ve ahirette hiçbir korku
yoktur. Dünya ve ahirette ne şeyhinden, ne başkasından, ne Rasûlullah'tan, ne
de Allah'tan ona kimse zarar veremez."
El-İfadetu'l-Ahmediyye
adlı kitabında da "Dünya yaratıldığı günden, sur'a üfürülünceye kadar
Allah'ın ne kadar velisi varsa şu iki ayağımın altındadır" der.
Cevahiru'l-Maani
kitabında da "Cuma ve pazartesi günleri yüzümüze bakan kimse hesapsız ve
cezasız cennete girer. Kâfir ise, mümin olarak ölür." demektedir. Bu neviden saçmalıkları saymakla
bitmeyecek kadar çoktur.
Uzaklara gitmeye gerek yok. Suriye'deki
tarikat mensuplarının Fransız işgali karşısında kılları bile kıpırdamadığı,
aksine din adına Fransızlar için ayin ve törenler düzenlediği hepimizin
malumudur. Onun için Fransızlar bu tarikatları gittikleri yerde teşvik etmiş,
hatta Ticani tarikatını Suriye'ye kendileri sokmuşlardır. Çünkü halkın
uyuşturulması ve hamiyet damarlarının öldürülmesi için en etkili silah olduğunu
çok iyi biliyorlar.
Tasavvufçuların
emperyalistler ve zalim yerli tağutlarla işbirliği içinde oldukları, onlara
karşı çıkacakları yerde medhü senalarla yaltaklık yaptıklarına dair çağdaş
örneklerden biri de Mısır tasavvufçularının Kral Faruk'a karşı tavırlarıdır.
Şeyhlerine bir hırka bağışladığı için Kral Faruk'a yapmadıkları dua ve
yaltaklanma kalmamıştır. Şeyhlerinin sözlerine kulak verelim:
"Efendimiz!
Bu hırka Allah'ın size verdiklerinin bir sembolü, Faruk'un temiz kalbine
Allah'ın saçtığı büyük lütuflardan bir lütuftur. Allah'ın sizi ne kadar
pakladığını ve ruhunuzun ne kadar aklandığını göstermektedir. Tasavvufçulara bu
ikramınız, temiz kalbinizden, bir nurdan başka bir şey değildir. O nur yolumuzu
aydınlatıyor, bizi doğru yola iletiyor. Nurumuzu senden alıyoruz, hidayetinle
hidayet buluyoruz, hidayet ve ilhamı yüce ruhunuzdan alıyoruz. Bugün,
huzurunuzda bulunmaktan şeref duyduğum şu anda söz veriyorum ki yüce şahsınıza
sonuna kadar ihlâsla bağlı kalacağım. Allah seni katından bir ruh ile
desteklesin, şeref hüllesini sana giydirsin, ordularıyla desteklesin,
yardımlarını senden esirgemesin ve daima koruması altında bulundursun."
Rahatları bozulmadıkça ve sömürü çarkları durdurulmadıkça memlekette hâkim olan
kişinin yolu, inancı, uygulaması ve cinsiyeti onlar için hiç önemli değildir.
Zalimlere, tağutlara ve işgalcilere karşı bir tedbir alma ihtiyacını bile
görmezler.
Nitekim tasavvufun meşhurlarından olan Ataullah el-İskenderi -ki
tasavvufçular hep tazim ve tebcille anarlar- tedbir almanın gereksizliğini
savunarak bu konuda "Kitabu't-Tenvir fi Iskati't-Tedbir" kitabını
yazmış ve teslimiyeti bir inanç olarak sunmuştur. En yüce hikmetlerden
saydıkları bazı sözlerine bakınız:
"Tedbir alayım diye çabalama,
başkasının yaptığı işi kendin yapmaya kalkışma", "Himmetlerin
yarışması kader surlarını geçemez."
Bütün
bunlardan dolayı zalim tağutların ve emperyalistlerin tasavvufçuları mallara
boğdukları ve en yakınlarından yaptıklarını görünce şaşmamak lazımdır.
Bakıyoruz, devlet ricalinden ve işgalcilerden nice meşhurlar memleketin gerçek
savunucusu ve İslâm için çalışan Müslümanları karşılamak yahut onunla
görüşmekten fersah fersah kaçarken, ülkenin ücra bir köşesinde yapılacak
tasavvufi bir tören için yüzlerce kilometre yola katlanarak uzak yerlere
gittikleri ve orada saatlerce siyasi manevralar yaptıklarını görüyoruz.
Aynı
şekilde Allah'ın dini için çalışan ve memleketlerinin yükselmesi yolunda hiçbir
zorluktan yılmayan samimi Müslümanlara zalimler ve tağutlar dünyayı zindan ve
hayatı cehennem yaparken, onları kendine en büyük düşman ilan eden ve nefis
tezkiyesiyle uğraştığını söyleyerek vatandaşların gözlerini boyayan, siyasetle
işimiz yoktur felsefesi sahibi tarikat çevrelerinin İslâm âleminin her
tarafında serbestçe örgütlendiklerini, toplantı ve ayinler yaptıklarını, hatta
devlet adamlarıyla kol kola girdiklerini, kitlelerin yüzlerce kilometre yol
alarak toplantı ve ziyaretlerine gittiklerini, bütün bunlara rağmen yönetici
çevrelerin veya işgalci kesimlerin olanlara göz yumduğunu müşahede ediyoruz.
Tasavvuf ile Şia arasındaki bağları ve
benzerlikleri özet olarak şöyle sıralayabiliriz:
Batıni ilim, masumiyet, keramet, hırka,
takiyye, tarikat, hulul ve ittihat. Bunları misallerle kısaca açıklayalım.
Batıni
ilim: Cuneyd el-Bağdadi bizzat kendisine ledünni ilmin verildiğini söyler. Bu
ilim, tasavvufçuların sahiplendikleri ve kendi tekellerinde kabul ettikleri
ilimdir. Çünkü sadece kendilerinin Allah'ın ehli olduklarını Kur'ân ve hadiste
bulunan batinî ilim sırlarının sadece kendilerine verildiğini iddia ederler.
Bütün tasavvuf kitaplarında ve tasavvuf erbabında bu şaşmaz bir ilkedir ve
yukarıda da açıklandığı gibi onlara Şia'dan geçmiştir.
Masumiyet:
Şia'da masum imam inancı olduğu gibi tasavvufa geçmiştir. Tasavvufçular bu
masumiyeti şeyhlerine, evliya dedikleri kişilere ve büyüklerine tanırlar.
Nitekim İmam Cafer es-Sadık’ın masum olduğunu söyleyen ilk Şii, Kufeli Şia
kelamcısı Hişam İbn el-Hakem'dir.
Tasavvufun
meşhurlarından Kelabazi şöyle diyor: "Nebilerini masum kılması ve
evliyasını fitneden muhafaza etmesinde Allah'ın letaifi sayılamayacak kadar
çoktur." Görüldüğü gibi bu masumiyeti
Kelabazi kurnaz bir şekilde başka bir üslupla dile getirmektedir.
Masumiyet
konusunda şia ile tasavvuf arasındaki bağı İbn Arabî’nin şu sözleri açıkça
göstermektedir: "Batın (gizli) imamın şartlarından biri masum olmasıdır.
İmamdan başka birisinin böyle bir masumiyeti olmaz."
Nitekim İbn Arabî felsefesini oluştururken
Şia'nın kavram ve anlayışlarını olduğu gibi almış bulunmaktadır. Mesela
bunlardan mehdilik konusunu ele almış, fasıl ve bölümler halinde incelemiş ve
buna dair "Anka Mağrib" adında bir de kitap yazmıştır. Aynı şekilde
Fütuhatı Mekkiyye kitabını tasavvufi kılıf giydirdiği Şia'nın görüşleriyle
doldurmuştur. Mesela Hakikati Muhammediyye düşüncesini Şia'dan almış ve
vahdet-i vücut felsefesinde yine Hakikati Muhammediyye düşüncesine dayanmıştır.
Yine Şia'nın nur düşüncesini felsefesinin temeli yapmış ve evliyanın
Muhammed'in nurundan doğan nurani varlıklar olduğunu söylemiştir. "Selman
bizim ehli Beyttendir" hadisini ele alarak Selman-ı Farisi'nin insanlar
için Nuriye nurunun kapsamlığına dair en ideal örnek olduğunu belirtmiştir. İbn
Arabî Şia mezhebini yakından tanımıştır.
Öyle ki Şia'nın cevheri sayılan
görüşlerini eleştirerek zahir imamın değil, gizli imamın masum olması
gerektiğini söylemiş ve Hişam İbn el-Hakem'in nübüvvetten çıkardığı masumiyet
inancını İbn Arabî zahir imamdan gizli imama giydirmiştir. Onun için
denilebilir ki İbn Arabî tasavvufi fikirlerini Şii bir kalıba dökmüştür. İbn
Arabî’nin tasavvufta Şia ile bağlarını şu sözleri daha açık bir şekilde
göstermektedir: "Şüphesiz Ali (gizli) ilim ashabındandır. Başkaların
bilmediklerini Allah'tan bilen kişilerdendir."
Keramet:
Tasavvufçuların karakteristik vasfı keramete sarılmalarıdır. Keramet dedikleri
şeylerle Şia'nın imamları için kabul ettiği mucizeler arasında tıpatıp benzerlikler
bulunmaktadır. Bunun örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Müşahede etmek için
mesela, Menakibu'l-Kulub fi Muamelatı Allâmi'l-Guyûb, Şifau'l-Alil
Tercemetu'l-Kavli'l-Cemil, el-Envaru'l-Kudsiyye fi-Menakibi'n-Nakşibendiyye,
et-Tabakatu'l-Kübra (Levakihu'l-Envar) gibi kitaplara bakmak yeterlidir. Bu
alanda, din, akıl ve mantık ölçüsü tanımamaktadırlar.
Takiyye:
Bilindiği gibi takiyye Şia mezhebinin temel ilkelerindendir. Bir tehlikenin
varlığı halinde korkudan gerçekleri gizlemek ve konuşmamak demektir. Tasavvuf
da ilke olarak bu prensibi almış, ama insanlardan saklı tutmuştur. Hulul ve
ittihat inancına saptığı ve kendisini bekleyen tehlikeyi gördüğü anda bundan
dolayı eziyet görmemek için tasavvufçular -basit insanlara karşı da olsa- bunu
gizlemeye ve karşı tavır takınmaya gitmişlerdir.
Mesela, Cüneyt el-Bağdadi'nin
kendisi takiyye yapar ve onunla gizlenirdi. Öyle ki tevhit ilminden ancak
evinin içinde ve evinin kapısını kilitleyip anahtarını yastığın altında
sakladıktan sonra ancak söz ederdi. Halkın Allah'ın velilerini ve has
kişilerini yalanlayıp onları küfür ve zındıklıkla itham etmesi hoşunuza gider
mi? derdi. eş-Şa'rani, bunun sebebinin halkın Cüneyt' hakkında ileri geri
konuşması olduğunu söylemiş, ölünceye kadar da fıkıh maskesini kullanmıştır.
Takiyye
konusunda durum bu şekilde açık olmasına rağmen bu gerçek hicri dördüncü asrın
başlarına kadar birçoklarına gizli kalmış veya üzerindeki perde yırtılmamıştır.
Ancak Hallac yakalanıp onun ilah olduğuna inanan birtakım kişilerle beraber
yargılandıklarında bu gerçek olduğu gibi açığa çıkmıştır. Bunlar Hallaç’ın
ölüleri dirilttiğine inandıklarını itiraf etmelerine rağmen, Hallaç bunu
takiyye yaparak inkâr etmiştir. Nitekim eş-Şiblî de takiyye yapan bu
kişilerdendi. "Ben ve Hüseyin İbn Mansur el-Hallaç birdik. Ama o açığa
vurdu, ben ise gizledim." demiştir.
Hırka:
Tasavvufçular Hz. Ali'nin hırkayı Hasan el-Basri'ye giydirdiğini ve tarikata
bağlı kalacağına dair ondan söz aldığını, onun da Cüneyt el-Bağdadi'ye
verdiğini iddia ederler.
İbn
Haldun bu konuda şöyle der: Bu da kesin olarak gösteriyor ki tasavvuf Şia ile
bağlantılıdır. Bunu ashaptan sadece Hz. Ali'ye tahsis etmeleri Şiilik kokusu
taşımaktadır.
Tarikat:
Tarikatların Şia ile bağlantılı olduğunu bütün kaynaklar kaydetmektedir. Zaten
tarikat şeyhlerinin çoğu ehli beyte nispetlerini iddia eder ve tasavvufun Hz.
Ali yolu ile geldiğini söylerler. Tıpkı Şia'nın imamet ve masumiyet gibi
özelliklerin Hz. Ali ve soyu yolu ile geldiğini söylediği gibi. Yine Şia'da
imamet konusunda olduğu gibi tarikat reisliği de babadan oğula geçmektedir.
Başta Bektaşi tarikatı olmak üzere tarikatların genelde Şia'nın prensiplerini
benimsediği, Bektaşi tarikatının on iki imam inancını ve diğer inançlarını
taşıdıkları bir gerçektir. Aynı şekilde Rufai tarikatı prensiplerinden olan
gizli halvet de bu tarikatın Şia ile benzerliğini gösterir. Bu tarikat
mensupları her sene yedi gün itikâfa çekilirler ki ilki Muharrem ayının on
biridir. Bugün de Hz. Hüseyin'in şehit edildiği gündür. Bu uygulama Şia'nın
uygulamasının aynısıdır. Tasavvufun Şia ile beraberliğini gösteren yönlerden
biri de kutsal mertebeleridir. Tasavvufçular piramitsel mukaddes bir sıra
oluşturmuşlardır. Bu sıra kutupla başlar ki şianın imamına tekabül eder. Bu
sıra Ebdal, Evtad, Efrad, Rukban, Kelametiyye v.b. sınıflarla devam eder.
Nitekim
Ahmet Emin, tasavvufun bu makamlarının mehdilik düşüncesi ve dallarına bağlı ve
benzer olduğunu, mehdiliğin kutupluğun esası olduğunu belirtmiştir.
Tasavvufçular hortlaklar ülkesi gibi
ruhlardan bir ülke tasarlamışlardır. Bu ülkenin başına da kutbu getirmişlerdir
ki Şia'daki mehdi veya imamın mukabilidir.
Hulul ve
ittihat: Hulul ve ittihat inancının Şia'da erken bir dönemde başladığı ve
Gulatı Şia'nın bariz niteliklerinden olduğu bilinmektedir. Hatta Sebeiyye
fırkasının bu işte öncülük ettiği malumdur. Batınıyye, Nusayriyye, İsmailiyye
gibi Şia'nın sapık diğer kollarında hulul ve ittihat inancı temel
inançlardandır. Bu inanç Şia yolu ile tasavvufa geçmiş, değişik isimler ve
kılıflarla bunu tarikatlar prensip edinmiştir. Hallaç’ın, Bistami'nin, Suhreverdi'nin,
İbn Arabî ve tabilerinin vahdet-i vücut inancı, hulul ve ittihat anlayışından
başka bir şey değildir. Daha önce bunlardan örnekler verildiği için ayrıca
üzerinde durmayacağız. Sadece Ticani tarikatının şeyhinden bir örnek vermekle
yetineceğiz.
Cevahiru'l-Maani kitabında Ahmed İbn Harazim şöyle der:
"Zahirde Allah'tan başkasına ibadet veya secde eden herkes ancak Allah'a
ibadet ve secde etmiş olur. Çünkü o elbiselerde tecelli eden (görünen)
Allah'tır. O mabudların tümü Allah'a ibadet ve secde etmekte, celal salvetinden
korkmaktadır. Celal salveti kulların ibadet etmesi için bu mabudlarda tecelli
etmeden asli yapısıyla kullara açıkça görünseydi, uluhiyyet nisbetini Allah
başkasına vermediği için bir anda bile bu mabudlar (varlıklar) yerle bir olurdu.
Allah Hz. Musa'ya "Şüphesiz ben Allah'ım, benden başka ilah yoktur, bana
ibadet et" demiştir.
Lügatta ilah, gerçek mabud demektir. "Benden
başka ilah yoktur" demesi, benden başka mabud yoktur, demektir. Onun için
putlara tapanlar da ancak bana tapmış, tezellul ve boyun eğmede ancak bana
boyun eğmişlerdir." Yine şöyle diyor: "Ariflere göre kesret vahdetin
aynısı ve vahdet kesretin aynısıdır. Varlıkların çokluğuna ve unsurlarının
dağılışına bakan kimse, çokluğuna rağmen hepsine bir bakış yapmış olur, vahdetin
kendisine bakan da kesretten sonu olmayan kesretle bakmış olur. Bu bakış,
perdeliler için değil, sadece arifler içindir, vahdeti şeklen değil zevk olarak
görenler içindir. Bu ise sözle ifade edilmez."
Netice
olarak biz de İbn Haldun'un dediği gibi tasavvufçuların İslâm'a yabancı bu
sistemi Şia'dan iktibas ettiğini belirtmek istiyoruz. Zaten tasavvuf hırkasını
giymeyi Hz. Ali'ye isnad etmekle onu tarikat ve inançlarının temeli yapmış ve
Hz. Ali'yi tasavvufun imamı saymakla onu ilahlaştıran aşırı Şiiler'le birleşmiş
olmaktadırlar. Kısaca Hz. Ali aşırı Şiiler'in mabudu sayıldığı gibi tasavvufun
da imamı kabul edilmiştir.
Nitekim Cuneyd el-Bağdadi'nin tarikatı, dayısı Seriy
es-Sakati'den, o da Maruf el-Kerhi'den, o da Ali İbn Musa er-Rıza'dan aldığını
söylemektedirler. Zaten Şia, tasavvufçuları daima bağrına basmıştır. Diğer
taraftan eşyanın tabiatı, şiilikle tasavvufun birbirine yakın olmasını
gerektirmektedir. Çünkü Şia siyasi alanda hezimete uğramış, tasavvufçular da
hayat alanında hezimete düşmüşlerdir.
Hezimette ortaklık da nefisleri birbirine
yaklaştırır. Zaten zayıfın zayıftan yana olması yaygın bir olgudur. Hayatın
gerçekleri de göstermiştir ki kişi hezimete uğradığı zaman tasavvufçu olmakta
ve hayata küsmektedir.
Puran Tilmiz, 30.12.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf;
Bir Düşünce Virüsü