5 Ocak 2015 Pazartesi

SA1078/AŞ56: İktidar Merceği, Yüce Divan, AYM ve Adalet

"AYM Başkanı Haşim Kılıç'ın haddini aşan beyanları, Yüce Divan'da adalet arayışlarının istikbalinden emin olmamamız gerektiğini söylüyor."


Yalanlar üstüne yazılanlar çok fazla değil; keşke olsaydı. III. Selim'den itibaren bu topraklarda yaşananların neredeyse tamamı yalanlar üstüne kurulu. Öyle ki; ortada yıkılan bir Hanedan İmparatorluğu ve onun yerine binbir entrika ile kurulan küçük bir Cumhuriyet, darbeler ve idamlar olmasa şu anda yaşadığımız topraklarda, daima özgür, âdil ve demokrat bir özgeçmişe sahip olacağımızı zannedebilirdik.

İyi ki imparatorluğun yıkıldığını kimse inkâr edemiyor, çünkü sorular sormak ve gerçeği yalanlardan sıyırıp açığa çıkarmak için bu gerçeğin ortada duruyor olması gerekirdi. Yine iyi ki; küçük bir cumhuriyetimiz var ve onun nasıl kurulduğunu merak ediyor ve soruyoruz. Bütün bu şeylerin özgür, âdil ve demokratik standartlara uygun olup olmadığını denetleyebiliyoruz.

Ve elbette iyi ki darbelerimiz var, yapanlar ve onların çocukları bunu inkâr edemiyorlar. Hatta asılan bir Başbakanımız bile var. Darbenin yapıldığı günün sabahı 12 uçak dolusu mücevherle kaçmak üzereyken yakalandığı yalanı yerel (Eskişehir) askerî amirliklerce ilanla halka bildirilen bir Başbakan.


Dinimize dair yalanlara, adaletin III. Selim'den bu yana işlediğini iddia eden düzenbazlara, devletin insanına saygı duyduğuna, dini, mezhebi, ırkı yüzünden ona tahdit, tedhiş ve tehcir  uygulamadığına, medyanın tamamen özgür olduğuna ve her seçimde demokratik standartların geçerli olduğuna dair risaleler üzerinde raksederken rastlayabiliriz.

Devlet, Cumhuriyet Devleti kurulmadan hemen önce ve kurulduğu anda, kurulduktan sonra iktidar merceğini istibdat dönemi denen, aksine çağın en demokratik yönetim anlayışına sahip II. Abdulhamid döneminden- itiraz edenler için basit bir  ön çerçeve; II. Abdulhamid siyasî  katliamlar yapmamıştır- daha şiddetli, daha detaylarda gezinen daha sınırlayıcı, tehdit edici ve cezalandırıcı bir şekilde kullandı. Müslüman bir ülkede, Arapça doğan ezanı Arapça okuyanları bile ihbarlarla yakaladı ve cezalandırdı. 11 Eylül 1980'de güçsüz olan devlet 12 Eylül sabahı neredeyse her vatandaşını fişlemiş olarak ortaya çıktı. İktidar merceği o kadar güçlüydü ki, hem sağdan hem soldan insanlar hem de dinî referansları slogan yapanlar aynı anda derdest edildiler.

Basın özgürlüğüne bakmaya gerek yok. Necip Fazıl'dan Nazım Hikmet'e kadar geniş bir siyasî yelpazeden hemen herkes sırf iktidarı eleştirdiği için cezaevlerinde neredeyse kadrolu olarak istihdam edildi. Bütün bunların çoğunu da  CHP'nin tek parti dönemlerinde gördü bu toplum.

Din, dil, ırk, mezhep... bunlara dair yalanlar da ortada iken CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun 11 Aralık 2014 tarihinde, İnsan Hakları Haftası Etkinlikleri çerçevesinde katıldığı  'Geleceği Birlikte Kuralım' insan hakları buluşmasında açıkladığı görüşlerini dinlerken gülümsedim.

Şöyle diyordu:

"Erdal Eren’i görünce küçücük bir çocuğu alıyorsunuz, yaşını büyütüyorsunuz ve idam ediyorsunuz. Bir ülkeyi yöneten Başbakanı alıyorsunuz bugün asla ceza yasalarında suçu bile tanımlanmayacak bir alandan çıkarıyorsunuz ve idam ediyorsunuz bir ülkenin Başbakanını. Bunların hiçbirisi doğru değil."

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın, Başbakan Erdoğan'a idam edilen Adnan Menderes'i hatırlattığı günleri hiç unutmam.

Erdoğan'ı  alaşağı edebilmek için can düşmanlarıyla -Cemaat-MHP-SP-BBP- ittifak kuran Kılıçdaroğlu devam ediyor:

"Biz 1946’dan bu yana gerçek anlamda demokrasiyi yaşamamış bir toplumuz. Demokrasiyi sadece seçimlerde sandığa gidip oy kullanmak zannediyoruz. Bu demokrasi değildir arkadaşlar. Demokrasi nedir biliyor musunuz? Bir de şöyle düşünün, sıcak siyasetin doğrudan müdahale etmediği alanlar ne kadar fazla olursa demokrasi o kadar güçlü olur. Tanımı şudur bunun arkadaşlar, eğer bir sivil toplum örgütü varsa, insan hakkı ihlalleriyle ilgileniyorsa, oraya sıcak siyaset müdahale etmediği sürece demokrasi güçlenir. Eğer medyaya özgürce haber yapmaması için sıcak siyaset, yani iktidar müdahale ediyorsa orada demokrasi yoktur. Müdahale edemiyorsa orada demokrasi güçlenir. O nedenle bizim bu alanları genişletmemiz gerekiyor ve büyütmemiz gerekiyor. Her alan iktidarın merceği altındaysa orada demokrasi yoktur."

Gülümseyerek baktığım cümle bu: "Her alan iktidarın merceği altındaysa orada demokrasi yoktur." 

PKK eylemlerinden cemaat dinlemelerine kadar her şeyin farkında olan ve yasa dışı bir şekilde elde edilmiş seks kasetlerini kullanarak hem CHP'nin hem de MHP'nin yönetimini ve siyaset stratejilerini belirleyenleri neredeyse isim isim bilen birinin bu demokrasi ve ahlak dışı merceği sorgulamaması çok tuhaftı.  Oysa İktidar Merceği meşru bir mercekti ve vatandaşın hesap soracağı bir anayasal-yasal çerçeveye sahipti. Tarihte bu merceği en iyi ve etkin bir şekilde kullanan da daima CHP olmuştu.

CHP Genel Başkanı'nın "Bizim bu alanları genişletmemiz gerekiyor ve büyütmemiz gerekiyor" demesi bir anlam ifade ediyorsa, bunu yapacak olanın en azından tutarlı olması  ve tutarlı olduğuna da toplumu ikna etmesi gerekir. Yine aynı şekilde 17-25 Aralık suikast girişimindeki etkin gücü hissedilen ve adına 'Paralel Yapı' denen örgütlü güçle ilişkilerini izah; devletin vatandaşının özgür, demokratik ve âdil bir hayat hakkını sağlaması için yaptığı soruşturmalara ve yargılamalara da güven duyması gerektiğini izhar etmelidir.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu tarafından "Devletin egemenliğini ele geçirmek amacıyla baskı, yıldırma ve tehdit yöntemlerini kullanıp örgütsel yapı oluşturarak bu yapılanma altında iftira, kişiyi hürriyetinden yoksun kılma ve belgede sahtecilik" suçlarından 14 Aralık'ta 37 kişi hakkında soruşturma başlatılmış, adliyeye sevk edilen şüphelilerden aralarında Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca'nın da yer aldığı 4 kişi tutuklanmış, gazeteci Ekrem Dumanlı ile 7 kişi adli kontrol hükümleri uygulanarak, 1 kişi ise tedbir uygulanmaksızın serbest bırakılmıştı.

Kılıçdaroğlu "Eğer medyaya özgürce haber yapmaması için sıcak siyaset, yani iktidar müdahale ediyorsa orada demokrasi yoktur"  diyordu 14 Aralık Soruşturması'ndan üç gün önce. Bu doğruydu, demek ki kendi ifadesine göre  CHP'nin tek başına iktidar olduğu 23 yıl  boyunca 1946'dan önce demokrasi yoktu, 46'dan sonra da üç fiili askeri darbe, iki de  post modern darbe ve asılan bir başbakan vardı.  Ve bugüne kadar  medyanın iktidarı alaşağı ettiği keyfi saatler süpürüldükleri yerlerde artık saklı değillerdi. Yani yalanlar apaçık ortadaydı.

İstanbul 1. Sulh Ceza Hakimliği tarafından 14 Aralık soruşturması kapsamında Fethullah Gülen hakkında yakalama kararı çıkarılmasına ilişkin soru üzerine de Kılıçdaroğlu:

"Hiçbir zaman suçlu potansiyel suçlu veya olası suçluyu savunmak ya da yermek gibi bir düşünce içine girmedik. Bizim tek dediğimiz şudur; eğer bir yerde hukukun üstünlüğü varsa hukuk çerçevesinde sorgulama yapılırsa buna hiç kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum, biz de itiraz etmeyiz ama sırf intikam almak, öç almak duygusuyla eğer bir şeyler yapılıyorsa bu doğru değildir." demişti.  

Neyin intikamı, neyin öcü bu? 17-25 Aralık Darbe Girişimi'nin mi? Öç-İntikam diyerek muhtemel yargılamaları yaftalamak, aynı zamanda 17-25 Aralık'ın da bir hırs-hınç eseri olduğunu itiraf etmek değil midir? Darbe girişimlerini yargılamak ne zamandan beri öç-intikam almak olarak değerlendiriliyor? 

Anladığım CHP'nin algılarında soruşturmaların ve yargılamaların İktidar Merceği'nden bakanların öç-intikam alma aracı olarak konumlandığı gerçeği. Ergenekon, Balyoz darbe girişimlerinde de aynı şekilde davranmıştı CHP, şaşırmıyordum

17-25 Aralık Darbe Girişimleri'nden sonra Fethullah Gülen ve şakirdler Sabah, Star, Akşam, Yeni Şafak ve Yeni Akit gazeteleri ile çalışanlarına 1500 dava açmışlar. Haklarıdır; varsa hukuk ihlali elbette haklarını korumalılar. Peki CHP Genel Başkanı şaibelerle dolu  Ergenekon, Balyoz, ODATV, Casusluk davaları ortada iken, seçim ortağı olan Cemaat'in HSYK'da kontrolü ele almak için verdiği çabayı detaylarıyla biliyorken açılan 1500'den fazla davanın hak arama davası olduğuna bizi temin edebilir mi? Hangi gücün iktidar merceğini kullanıyordu adalet? Ve seçim sonuçlarına göre yeniden şekillenen HSYK neden size güven veremiyor?

Fazla uzatmadan günün anlam ve önemine yaklaşmak istiyorum. Adalet Bakanlığı Mehmet Moğoltay döneminde yapılan ayrımcı-ırkçı-mezhepçi kadrolaşmadan sonra, Ak Parti İktidarında da cemaat kadrolaşmasına şahit oldu.

Emniyet ve yargı içinde 'Paralel Yapı' olarak tasnif edilen bir güç ve yurt dışındaki işbirlikçileri 17-25 Aralık 2013'te dört bakan ve yakınları hakkında yolsuzluk soruşturması etiketiyle usulsüz bir operasyonla oğlunu da soruşturmaya dahil ederek,  Hüseyin Gülerce'nin deşifresine göre Başbakan  Erdoğan'ı indirmeyi hedefledi.

Bu paralel yapı nasıl bir yapıydı, demokratik, âdil seçimler sonucu mu oluşmuştu? Adalet bakanlığındaki kadrolaşma açıktı. Kim kimden öç-intikam alıyordu, bunu saklamak mümkün değildi.

Bugün 17 Aralık 2013'ten sonra soruşturma sürecinin meclis ayağı gündemde. Dört bakanın adının geçtiği, iki bakan oğlunun da bir süre cezaevinde kaldığı yolsuzluk ve rüşvet soruşturması takipsizlikle sonuçlanmıştı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, 18 Ekim 2014'te, işadamı Rıza Sarraf ile dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler'in oğlu Barış Güler ve dönemin Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ın oğlu Salih Kaan Çağlayan'ın da aralarında bulunduğu 53 kişi hakkında takipsizlik kararı vermişti. Takipsizlik kararının gerekçesinde de, "usulüne uygun delil toplanmadığı, suçun unsurlarının oluşmadığı ve herhangi bir örgüte rastlanmadığı", bu suçlardan kovuşturmaya gerek duyulmadığı ifade edilmişti. Herhangi bir hukuki senedi, isnadı kalmamış olan soruşturmanın da bu bağlamda kapanması gerekir...


Buna rağmen bizler, varsa bir yolsuzluk ortaya çıkarılmalı diyen bizler, bugün Yüce Divan'da yargılanması istenen dört bakanın adil bir şekilde yargılanacağına inanmıyoruz. Yüce Divan'da yargılama yapacak olan Anayasa Mahkemesi üyelerinin bir kısmının hukukçu olmaması ve  bu üyelerin siyasi iktidarın ve meclisin icra alanına sık sık müdahale eden kararlar alması bizi endişelendiriyor. Seçim Barajı'na yönelik geçmiş AYM kararları ortada iken bugün Ak Parti İktidarı'na yine illegal bir mani bulabilmeye çalışıldığı imajı  ile toplum önüne çıkan bir söylem güven veremez. Seçim barajı AYM'nin yetki alanında değildir.

Her gün siyasi iktidara hakaretler eden bir gazeteye açıklama yapan ve "Yargıda “vesayeti bitirmek adına daha vahim vesayet oluşturulduğunu” iddia ederek hükümeti ve meclisi itham eden bir AYM Başkanı, İktidarın bakanlarını yargılayacak hakka sahip olmamalıdır. Ki  böyle bir şey mümkün olursa da onun  öç-intikam duygularıyla hareket etmeyeceğinin garantisi de olmayacaktır.

AYM Başkanı Haşim Kılıç'ın haddini aşan beyanları, Yüce Divan'da adalet arayışlarının istikbalinden emin olmamamız gerektiğini söylüyor.

Hangi gerçeğin, hangi yalanla örtüldüğünü henüz hiçbirimiz bilmiyoruz ve sırf bu sebeple âdil, özgür ve demokratik bir yapıyı, yalanlarla değil samimiyetle ihdas edebilmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Allah'a hesap vereceğine inanan hiç kimse yalanların arkasına saklanamaz.

En azından artık, herkes farkında; güven sorununu aşmadan en basit bir hakaret davasının bile âdil bir şekilde soruşturulacağına olan inancımız III. Selim'den beri darbe yemiş durumda.





Arif Şahin, 05.01.2015, Sonsuz Ark, Şaşkınların Tarihi 56


Arif Şahin Yazıları



Not: Soruşturma Komisyonu 05.01.2015'teki toplantısında dört eski bakanın Yüce Divan'a gönderilmesine gerek duymadı. Karar 19 Ocak'ta Meclis Genel Kurulu'nda gizli oyla oylanacak.



Seçkin Deniz Twitter Akışı