"AYM
Başkanı Haşim Kılıç'ın haddini aşan beyanları, Yüce Divan'da adalet
arayışlarının istikbalinden emin olmamamız gerektiğini söylüyor."
Yalanlar üstüne yazılanlar çok fazla değil; keşke olsaydı.
III. Selim'den itibaren bu topraklarda yaşananların neredeyse tamamı yalanlar
üstüne kurulu. Öyle ki; ortada yıkılan bir Hanedan İmparatorluğu ve onun yerine
binbir entrika ile kurulan küçük bir Cumhuriyet, darbeler ve idamlar olmasa şu
anda yaşadığımız topraklarda, daima özgür, âdil ve demokrat bir özgeçmişe sahip
olacağımızı zannedebilirdik.
İyi ki imparatorluğun yıkıldığını kimse inkâr edemiyor, çünkü
sorular sormak ve gerçeği yalanlardan sıyırıp açığa çıkarmak için bu gerçeğin
ortada duruyor olması gerekirdi. Yine iyi ki; küçük bir cumhuriyetimiz var ve onun
nasıl kurulduğunu merak ediyor ve soruyoruz. Bütün bu şeylerin özgür, âdil ve
demokratik standartlara uygun olup olmadığını denetleyebiliyoruz.
Ve elbette iyi ki darbelerimiz var, yapanlar ve onların çocukları bunu inkâr edemiyorlar. Hatta asılan bir Başbakanımız bile var. Darbenin yapıldığı günün sabahı 12 uçak dolusu mücevherle kaçmak üzereyken yakalandığı yalanı yerel (Eskişehir) askerî amirliklerce ilanla halka bildirilen bir Başbakan.
Dinimize dair yalanlara, adaletin III. Selim'den bu yana işlediğini
iddia eden düzenbazlara, devletin insanına saygı duyduğuna, dini, mezhebi, ırkı
yüzünden ona tahdit, tedhiş ve tehcir uygulamadığına,
medyanın tamamen özgür olduğuna ve her seçimde demokratik standartların geçerli
olduğuna dair risaleler üzerinde raksederken rastlayabiliriz.
Devlet, Cumhuriyet Devleti kurulmadan hemen önce ve kurulduğu
anda, kurulduktan sonra iktidar merceğini istibdat dönemi denen, aksine çağın
en demokratik yönetim anlayışına sahip II. Abdulhamid döneminden- itiraz edenler
için basit bir ön çerçeve; II. Abdulhamid
siyasî katliamlar yapmamıştır- daha
şiddetli, daha detaylarda gezinen daha sınırlayıcı, tehdit edici ve
cezalandırıcı bir şekilde kullandı. Müslüman bir ülkede, Arapça doğan ezanı
Arapça okuyanları bile ihbarlarla yakaladı ve cezalandırdı. 11 Eylül 1980'de
güçsüz olan devlet 12 Eylül sabahı neredeyse her vatandaşını fişlemiş olarak
ortaya çıktı. İktidar merceği o kadar güçlüydü ki, hem sağdan hem soldan insanlar hem de
dinî referansları slogan yapanlar aynı anda derdest edildiler.
Basın özgürlüğüne bakmaya gerek yok. Necip Fazıl'dan Nazım Hikmet'e
kadar geniş bir siyasî yelpazeden hemen herkes sırf iktidarı eleştirdiği için
cezaevlerinde neredeyse kadrolu olarak istihdam edildi. Bütün bunların çoğunu
da CHP'nin tek parti dönemlerinde gördü
bu toplum.
Din, dil, ırk, mezhep... bunlara dair yalanlar da ortada iken CHP Genel Başkanı Kemal
Kılıçdaroğlu'nun 11 Aralık 2014 tarihinde, İnsan Hakları Haftası Etkinlikleri
çerçevesinde katıldığı 'Geleceği Birlikte Kuralım' insan hakları buluşmasında açıkladığı
görüşlerini dinlerken gülümsedim.
Şöyle
diyordu:
"Erdal
Eren’i görünce küçücük bir çocuğu alıyorsunuz, yaşını büyütüyorsunuz ve idam
ediyorsunuz. Bir ülkeyi yöneten Başbakanı alıyorsunuz bugün asla ceza
yasalarında suçu bile tanımlanmayacak bir alandan çıkarıyorsunuz ve idam
ediyorsunuz bir ülkenin Başbakanını. Bunların hiçbirisi doğru değil."
CHP
Genel Başkanı Deniz Baykal'ın, Başbakan Erdoğan'a idam edilen Adnan Menderes'i
hatırlattığı günleri hiç unutmam.
Erdoğan'ı alaşağı edebilmek için can düşmanlarıyla -Cemaat-MHP-SP-BBP- ittifak kuran Kılıçdaroğlu devam ediyor:
"Biz
1946’dan bu yana gerçek anlamda demokrasiyi yaşamamış bir toplumuz. Demokrasiyi
sadece seçimlerde sandığa gidip oy kullanmak zannediyoruz. Bu demokrasi
değildir arkadaşlar. Demokrasi nedir biliyor musunuz? Bir de şöyle düşünün,
sıcak siyasetin doğrudan müdahale etmediği alanlar ne kadar fazla olursa
demokrasi o kadar güçlü olur. Tanımı şudur bunun arkadaşlar, eğer bir sivil
toplum örgütü varsa, insan hakkı ihlalleriyle ilgileniyorsa, oraya sıcak
siyaset müdahale etmediği sürece demokrasi güçlenir. Eğer medyaya özgürce haber
yapmaması için sıcak siyaset, yani iktidar müdahale ediyorsa orada demokrasi
yoktur. Müdahale edemiyorsa orada demokrasi güçlenir. O nedenle bizim bu
alanları genişletmemiz gerekiyor ve büyütmemiz gerekiyor. Her alan iktidarın
merceği altındaysa orada demokrasi yoktur."
Gülümseyerek
baktığım cümle bu: "Her alan iktidarın merceği altındaysa orada demokrasi
yoktur."
PKK eylemlerinden cemaat
dinlemelerine kadar her şeyin farkında olan ve yasa dışı bir şekilde elde
edilmiş seks kasetlerini kullanarak hem CHP'nin hem de MHP'nin yönetimini ve
siyaset stratejilerini belirleyenleri neredeyse isim isim bilen birinin bu
demokrasi ve ahlak dışı merceği sorgulamaması çok tuhaftı. Oysa İktidar Merceği meşru bir mercekti ve
vatandaşın hesap soracağı bir anayasal-yasal çerçeveye sahipti. Tarihte bu
merceği en iyi ve etkin bir şekilde kullanan da daima CHP olmuştu.
CHP
Genel Başkanı'nın "Bizim bu alanları genişletmemiz gerekiyor ve büyütmemiz
gerekiyor" demesi bir anlam ifade ediyorsa, bunu yapacak olanın en azından
tutarlı olması ve tutarlı olduğuna da toplumu ikna etmesi gerekir. Yine aynı şekilde 17-25
Aralık suikast girişimindeki etkin gücü hissedilen ve adına 'Paralel Yapı'
denen örgütlü güçle ilişkilerini izah; devletin vatandaşının özgür,
demokratik ve âdil bir hayat hakkını sağlaması için yaptığı soruşturmalara ve
yargılamalara da güven duyması gerektiğini izhar etmelidir.
İstanbul
Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu tarafından
"Devletin egemenliğini ele geçirmek amacıyla baskı, yıldırma ve tehdit
yöntemlerini kullanıp örgütsel yapı oluşturarak bu yapılanma altında iftira,
kişiyi hürriyetinden yoksun kılma ve belgede sahtecilik" suçlarından 14
Aralık'ta 37 kişi hakkında soruşturma başlatılmış, adliyeye sevk edilen
şüphelilerden aralarında Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca'nın da
yer aldığı 4 kişi tutuklanmış, gazeteci Ekrem Dumanlı ile 7 kişi adli kontrol
hükümleri uygulanarak, 1 kişi ise tedbir uygulanmaksızın serbest bırakılmıştı.
Kılıçdaroğlu
"Eğer medyaya özgürce haber yapmaması için sıcak siyaset, yani iktidar
müdahale ediyorsa orada demokrasi yoktur"
diyordu 14 Aralık Soruşturması'ndan üç gün önce. Bu doğruydu, demek ki
kendi ifadesine göre CHP'nin tek başına
iktidar olduğu 23 yıl boyunca 1946'dan
önce demokrasi yoktu, 46'dan sonra da üç fiili askeri darbe, iki de post modern darbe ve asılan bir başbakan
vardı. Ve bugüne kadar medyanın iktidarı alaşağı ettiği keyfi
saatler süpürüldükleri yerlerde artık saklı değillerdi. Yani yalanlar apaçık ortadaydı.
İstanbul
1. Sulh Ceza Hakimliği tarafından 14 Aralık soruşturması kapsamında Fethullah
Gülen hakkında yakalama kararı çıkarılmasına ilişkin soru üzerine de Kılıçdaroğlu:
"Hiçbir
zaman suçlu potansiyel suçlu veya olası suçluyu savunmak ya da yermek gibi bir
düşünce içine girmedik. Bizim tek dediğimiz şudur; eğer bir yerde hukukun
üstünlüğü varsa hukuk çerçevesinde sorgulama yapılırsa buna hiç kimsenin itiraz
edeceğini sanmıyorum, biz de itiraz etmeyiz ama sırf intikam almak, öç almak
duygusuyla eğer bir şeyler yapılıyorsa bu doğru değildir." demişti.
Neyin intikamı, neyin öcü bu? 17-25 Aralık Darbe Girişimi'nin mi? Öç-İntikam diyerek muhtemel yargılamaları yaftalamak, aynı zamanda 17-25 Aralık'ın da bir hırs-hınç eseri olduğunu itiraf etmek değil midir? Darbe girişimlerini yargılamak ne zamandan beri öç-intikam almak olarak değerlendiriliyor?
Anladığım CHP'nin algılarında soruşturmaların ve yargılamaların İktidar Merceği'nden bakanların öç-intikam alma aracı olarak konumlandığı gerçeği. Ergenekon, Balyoz darbe girişimlerinde de aynı şekilde davranmıştı CHP, şaşırmıyordum
Neyin intikamı, neyin öcü bu? 17-25 Aralık Darbe Girişimi'nin mi? Öç-İntikam diyerek muhtemel yargılamaları yaftalamak, aynı zamanda 17-25 Aralık'ın da bir hırs-hınç eseri olduğunu itiraf etmek değil midir? Darbe girişimlerini yargılamak ne zamandan beri öç-intikam almak olarak değerlendiriliyor?
Anladığım CHP'nin algılarında soruşturmaların ve yargılamaların İktidar Merceği'nden bakanların öç-intikam alma aracı olarak konumlandığı gerçeği. Ergenekon, Balyoz darbe girişimlerinde de aynı şekilde davranmıştı CHP, şaşırmıyordum
17-25
Aralık Darbe Girişimleri'nden sonra Fethullah Gülen ve şakirdler Sabah, Star,
Akşam, Yeni Şafak ve Yeni Akit gazeteleri ile çalışanlarına 1500 dava açmışlar.
Haklarıdır; varsa hukuk ihlali elbette haklarını korumalılar. Peki CHP Genel
Başkanı şaibelerle dolu Ergenekon,
Balyoz, ODATV, Casusluk davaları ortada iken, seçim ortağı olan Cemaat'in
HSYK'da kontrolü ele almak için verdiği çabayı detaylarıyla biliyorken açılan
1500'den fazla davanın hak arama davası olduğuna bizi temin edebilir mi? Hangi
gücün iktidar merceğini kullanıyordu adalet? Ve seçim sonuçlarına göre yeniden
şekillenen HSYK neden size güven veremiyor?
Fazla
uzatmadan günün anlam ve önemine yaklaşmak istiyorum. Adalet Bakanlığı Mehmet
Moğoltay döneminde yapılan ayrımcı-ırkçı-mezhepçi kadrolaşmadan sonra, Ak Parti
İktidarında da cemaat kadrolaşmasına şahit oldu.
Emniyet
ve yargı içinde 'Paralel Yapı' olarak tasnif edilen bir güç ve yurt dışındaki
işbirlikçileri 17-25 Aralık 2013'te dört bakan ve yakınları hakkında yolsuzluk soruşturması etiketiyle usulsüz bir operasyonla oğlunu da soruşturmaya dahil
ederek, Hüseyin Gülerce'nin deşifresine
göre Başbakan Erdoğan'ı indirmeyi
hedefledi.
Bu
paralel yapı nasıl bir yapıydı, demokratik, âdil seçimler sonucu mu oluşmuştu?
Adalet bakanlığındaki kadrolaşma açıktı. Kim kimden öç-intikam alıyordu, bunu
saklamak mümkün değildi.
Bugün 17
Aralık 2013'ten sonra soruşturma sürecinin meclis ayağı gündemde. Dört bakanın
adının geçtiği, iki bakan oğlunun da bir süre cezaevinde kaldığı yolsuzluk ve
rüşvet soruşturması takipsizlikle sonuçlanmıştı. İstanbul Cumhuriyet
Başsavcılığı, 18 Ekim 2014'te, işadamı Rıza Sarraf ile dönemin İçişleri Bakanı
Muammer Güler'in oğlu Barış Güler ve dönemin Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ın
oğlu Salih Kaan Çağlayan'ın da aralarında bulunduğu 53 kişi hakkında
takipsizlik kararı vermişti. Takipsizlik kararının gerekçesinde de,
"usulüne uygun delil toplanmadığı, suçun unsurlarının oluşmadığı ve
herhangi bir örgüte rastlanmadığı", bu suçlardan kovuşturmaya gerek
duyulmadığı ifade edilmişti. Herhangi bir hukuki senedi, isnadı kalmamış olan soruşturmanın da bu bağlamda kapanması gerekir...
Buna
rağmen bizler, varsa bir yolsuzluk ortaya çıkarılmalı diyen bizler, bugün Yüce Divan'da yargılanması istenen dört
bakanın adil bir şekilde yargılanacağına inanmıyoruz. Yüce Divan'da yargılama
yapacak olan Anayasa Mahkemesi
üyelerinin bir kısmının hukukçu olmaması ve bu üyelerin siyasi iktidarın ve meclisin icra alanına sık sık müdahale
eden kararlar alması bizi endişelendiriyor. Seçim Barajı'na yönelik geçmiş AYM
kararları ortada iken bugün Ak Parti İktidarı'na yine illegal bir mani
bulabilmeye çalışıldığı imajı ile toplum
önüne çıkan bir söylem güven veremez. Seçim barajı AYM'nin yetki alanında
değildir.
Her gün
siyasi iktidara hakaretler eden bir gazeteye açıklama yapan ve "Yargıda
“vesayeti bitirmek adına daha vahim vesayet oluşturulduğunu” iddia ederek
hükümeti ve meclisi itham eden bir AYM Başkanı, İktidarın bakanlarını
yargılayacak hakka sahip olmamalıdır. Ki
böyle bir şey mümkün olursa da onun
öç-intikam duygularıyla hareket etmeyeceğinin garantisi de olmayacaktır.
AYM
Başkanı Haşim Kılıç'ın haddini aşan beyanları, Yüce Divan'da adalet
arayışlarının istikbalinden emin olmamamız gerektiğini söylüyor.
Hangi
gerçeğin, hangi yalanla örtüldüğünü henüz hiçbirimiz bilmiyoruz ve sırf bu
sebeple âdil, özgür ve demokratik bir yapıyı, yalanlarla değil samimiyetle
ihdas edebilmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Allah'a
hesap vereceğine inanan hiç kimse yalanların arkasına saklanamaz.
En azından
artık, herkes farkında; güven sorununu aşmadan en basit bir hakaret davasının
bile âdil bir şekilde soruşturulacağına olan inancımız III. Selim'den beri darbe
yemiş durumda.
Arif Şahin, 05.01.2015, Sonsuz Ark, Şaşkınların Tarihi 56
Arif Şahin Yazıları
Not: Soruşturma Komisyonu 05.01.2015'teki
toplantısında dört eski bakanın Yüce Divan'a gönderilmesine gerek duymadı.
Karar 19 Ocak'ta Meclis Genel Kurulu'nda gizli oyla oylanacak.