6 Ocak 2015 Salı

SA1080/KY1-CÇ93: Dağa Düşen Bulut

"Düşüş acıdır. Teneke yerine kanat bulsa! Ağaçlar yerine bulut tünenir olsa! Hem hiçbir yere de düşmesine izin verilmesin bulutların..."


Bırakalım güğümler oldukları yerde kalsın. Yalnız güğümler mi kayıp? Ya kurnalar? Ya çeşmeler? Sedye Hala protokoldeki yerini koruyor mu, bilinmez! Ben bilmiyorum.

“Medaha Yenge! Medaha Yenge “Kortma!” benim ben! Ben Daştan! Kuşlar konmuş onları kaldırıyorum!”

Adını Daştan koymuşlardı ki dayanıklı olasın. Doğar doğmaz derenin soğuk sularına sokmuşlar.

Olmadı. Çabuk öfkelendin. Çabuk kızdın. Çabuk kaçtın. Bir anlık bir öfkeyle terk ettin baba ocağını-ana kucağını. Yıllar sonra döndün. Kansere yenilmiştin. Bir haftayı doldurmamıştı dönüşün, bu kez ÖLÜM’le terk ettin.

Başını dizleri üzerine almıştı baban, soluk almaz olduğunda, tükendiğinde nefesin. Aldığının farkında olmadığın zamanlarda kayıp düşmüştü yaşamından. Gitme niyetini söylememiş olsaydın, fısıldamasaydın kulağına annenin baban demeyecekti:


“Ekmek atlı, sen yaya olasın oğul!”

Ekmek atlı olmuştu o bedduadan sonra ya da çok önceden beri ekmek atlıydı ve sen hep peşinde koşmuştun. Baban, “Ah itler ısırıp koparsaydı da dilimi söylemeseydim o sözü!” der dövünürdü evde, sokakta. Yürürken. Otururken. Yemek yerken, su içerken. İki eliyle dizlerini döverdi. Bunların hiç birini bilemedin. Kim gelip söyleyecekti ki? Baban gururuna yediremezdi. Annen korkusundan babanın.

Mahallenin bilgesi denecek Eşref gülerdi babanın haline, güler ve öfkeyle:

“Behey zavallı Osman Efendi! Behey zavallı, dilinle söylemedin ki itlere verip kurtulasın.. yüreğinle haykırmışsın.. yüreğinle.. sanmam ki o yüreğe burnunu sürecek bir it olsun..”

Kaçardı Osman Amca.. Daştan, Daştan.. kaçardı Osman Amca.. dönüşünle nasıl da sevinmişti. Belli etmeden.. biraz daha dik yürür olmuştu. Öldün! Bir hafta içinde.

Gitmeden kaç gün önceydi?

Garip garip bakmıştın her birimizin yüzüne ve demiştin:

“Şaşılası bir durum! Siz hiç ağan bir yıldız gördünüz mü? Ve onların o kuyruğumsu “şeylerini” koparmak arzusuyla kıvrandınız mı? Ve kıvrandım ben! Koparıyorsun örneğin ve sonra bir teneke bağlıyorsun ve uçsuz bucaksız uzaya salıyorsun.. ne şamata olur değil mi? Hırsından kudurduğunu görür gibi oluyorum!”

Baban çağırmıştı. Kalkıp gitmiştin. Biz bize kalmıştık. Biz “tek”e indi. Sözlerin kulaklarımda asılı.. yürüdüm.. yağmur başladı.

Ve iyice şiddetlendi yağmur. Ve dolaştım birazcık istasyon caddesinde ve hafif hafif çiseleyen yağmur sevincimi, mutluluğumu buldurdu. İyi ki Suat’a yağmuru özlediğimi söyledim de kavuştum yağmura. Şu an ağlayabilirim. Çığlıklar savurabilirim. Zıplarım, gülerim delice, kahkahalarla gülerim.

“Biz evvelisi..”

Siz evvelisi bir “şey” değildiniz. Olsaydınız biz de bir “Şey” olurduk. Hem bir “Şey” olmak çok mu önemli? Ölümlerden, öldürüşlerden başka anılarınız var mı? “Öksüz Düzen Alay”lardan başka..

“Biz evvelisi on sekiz yıl askerlik yaptık.. o zamanlar memlekette doğru dürüst bir şey yoktu. Tütün yerine at fışkısı sardığımız çok olurdu. Şeker yerine balla içerdik çayı. O da nadirattandı. Bu yüzden “UYUZ” salgındı. Hasrettik şekere, una hasrettik. Ya siz? Size rahatlık batıyor! Biz evvelisi..”

Siz  akınlarda çocuklar gibi şendiniz. Tuna’yı bin atlılarla geçmiştiniz; “Dıgıdık.. dıgıdık!” Viyana kapılarına kadar dayanmıştınız; “Dıgıdık! Dıgıdık! Dıgıdık!”

Kıştı mevsim. Diz boyu kardı yollar. Atlı kızaklarla yapılırdı yolculuk. Eninde sonunda varılırdı varılacak yere. Beklenenler bekleyenlerle buluşurdu eninde sonunda. Sarmaş dolaş olunurdu.

Suat için için ağlardı Daştan’a

Sevgi için için kızardı Daştan’a.

Medaha Yenge, Sedye Hala'ya kızardı. Ergin’e, Erdal’a kızardı. Daştan’a kızardı.

“İşte siz şimdi elektriklerin aydınlattığı odalarda sabahlarsınız! Televizyonlarınızın karşısında uykuya dalarsınız. Naklen savaş yayınları çalar uykunuzu, uykunuz çaldığında sizi hayıflanırsınız.. işte uykumu çalan elektrik faturası.. yanlış hesaplanan iki kilowat.."

Siz evvelisi ÇOK ŞEY’diniz. Ayak ayaküstüne atmazdınız büyüklerin karşısında.. sigara dumanını üflemezdiniz yüzlerine büyüklerin.

Yağmur daha bir şiddetlendi. Faytoncu Salim’in yüzümde şaklattığı kamçıları hatırlatıyor.. gülüyorum, gözyaşlarım karışıyor gülüşlerime. Gülüşler gözyaşlarıma. Gören var mı diye bakıyorum. Gören var mı? Duyan var mı Daştan bugün defnedildi? Birlikte okuldan kaçar sinemaya giderdik. Ben, Daştan, Suat ve Pislik Murat. Birlikte titrerdik ayazda. Daştan daha otuzuna bile varmamıştı.

Başımda karıncalanmalar başladı. Akşam. Yağmur. Gözyaşlarım. Tembel tembel kafama götürüyorum elimi. YOK!

Olacak bir “ŞEY” mi?

Bir hayli aradım olması gereken yerde. YOK işte. Sağa sola bakındım.. işte.. işte iki adım ötede çamurlar içinde sol yanına yatmış boylu boyunca. Öyle mahzun. Öyle bungun bakışları var ki.. görseniz. Bir görebilseniz.

Tam karşısındayım. Bir tarafı tamamen çamura bulanmış. Hangi tarafı olduğunu çıkaramadım. Hala kanlar damlıyor. Azar azar. Bozuk bir musluktan düşen damlalar gibi. Parmaklarımdan birini uzatıyorum –hangisi olduğunu şu an hatırlamıyorum- parmağım yanar gibi oluyor çekiyorum. 

Parmağıma bulaşan kanlar süzülüyor aşağıya. Birkaç saattir görmediğim başım ayaklarımın ucuna bakıyor ürkek bakışlarla.. ayak parmaklarımın ucuna tam. Korkarak eğiliyorum. Utangaçtı. Kesik kısımları iğrençti. Pislik Murat’ın sırıtışından da iğrenç. Parçalanmış damarlar.. deri zerrecikleri.. yemek borusu. Yeniden toparlayıp cesaretimi, dokundum yemek borusuna. Karıştırdım. Bileğime kadar kan olmuştu elim. Kulaklarını okşadım kesik başımın. Kana bulanan elimi saçlarında temizledim sokağın ortasındaki kesik başımın.

Arkadaşlara yetişmek için hızla uzaklaştım yanından. Ayaklarıma sarıldı kesik başım gözleriyle. İttim. Ezdim. Hafif bir acı gezindi yüreğimde kepsi o kadar! Ağlayacaktım. Ağlamalıydım. Ağlamaya karar verdim.. ve işte ağlayamazdım. Daha birkaç dakika önce ezmiştim gözlerimi. Zedelenen benliğimin omuriliğiydi. Gururumdu. Onurumdu. Kişiliğim yaralanmıştı. Bir cımbızla yolmalıydım tüm tüylerimi.

Küçücük bir kız çocuğu sağ elini ileri uzatıp:

“Bak! Bak baba, bir bulut dağa düşmüş!” dedi. Adam güldü bakmadan gösterilen yöne. Gülmekle yetindi. Daştan ve ben ve Suat ve Pislik Murat gülmeden bakmıştık gösterilen yöne.

DAĞA DÜŞEN  bir BULUT! Soluk bir karanlık düşmüştü üzerine. Birkaç parçası vardı dağdan sarkan. Asılı kalmıştı parçaları BOŞLUK’ta. Paramparçaydı dağın üstünde. Çok çırpınmış olmalıydı. Düşerken, can havliyle kendini geriye atmak istemiş olmalıydı ve fakat başaramamıştı işte. Her halde öyle olmalı!

Ben ve Suat ve Daştan ve Pislik Murat kalakalmıştık. Kımıltısızlık onanan “ŞEY” olmayı becertmişti. Onandırmak için saatlerce “NUTUK” çekmişti herhalde içimizde..bizden habersizce. Referanduma kim sundu acaba? Yani içimizdeki kamuoyunun gündemine kim soktu diyorum?

Çocuk baktı, baktı.. babanın gülüşü takılıydı kulaklarına. Takılıp kalmıştı kulaklarına. Bir küpe kadar ağırdı. Yaşına orantısızdı küpeleri anlayacağınız. Anlayacağınız yasak düşünceler, arzular henüz beynine konuk olmamıştı.. yer etmemişti henüz minicik yüreğine. Bir küpe kadar ağırdı gülüşü babanın. Bir idam ipliğinin ilmiği gibi sıkıyordu boğazını keder Daştan’ın babası Osman Amca'nın.

Bir küpe kadar ağırdı gülüşü babanın. Sallanıyorlardı bile minicik kulaklarında. Yüzünde güller açtırmıştı gülüşü, babanın. Durdu birden. Minicik elleriyle koparmak, çıkarıp atmak istedi.. yeniden baktı babasına. Kulaklarını kaşıdı sırayla. Yani ikisini aynı anda kaşımadı. Babasını sevindirmişti. Somurtkan suratında patlamıştı sevinç. Düşünmek, düşündürmek yerine sevinmek, sevindirmek.. bellemişti bir kez kız bunu. Yolu çizilmişti minik yavrunun. Bilmeden çizmişti gülüşü babanın.

Sevinç, adamı öksürte öksürte SEVİNÇ ADAMI yaptı.

Kime ne yalnızlıktan? Eli sıcacıktı babanın. O’nun elleri arasında kaybolurdu eli her zaman. El yutan bir eldi babanın eli. Çocuk usulca döndürdü başını; bir çocuk, el yutan bir el tarafından kaldırılıyordu. Acımış olmalı dizleri. Asfalt acıtır. Düşüş acıdır. Teneke yerine KANAT bulsa! Ağaçlar yerine BULUTLAR tünenir olsa! Hem hiçbir yere de düşmesine izin verilmesin bulutların.

Daştan içini çekerek ve gülen babaya kızdığını belli ederek:

“Kentlerdir kara düşünen! Kara kara düşünen! “KARA BULUT”ları doğuran bu düşünüştür.” demişti ve “Soluklanacak HAVA bile yasta şimdi. Ve kuşlar ve böcekler yasta.. gökyüzü gezilecek gibi değil. İkindi çaylarına nereye gidilecek? Öyle ise ne için kanat çırpılacak?” diye sürdürmüştü konuşmasını şaşkınlıkla irileşen gözlerimizin içine bakarak; bilgeceydi.

Şimdi GÜLMEYİ PEÇE yapmış. Pudrayla kalınlaştırmış. Soyunup atamıyor. Belki de gizlenen “ŞEY”i biliyor. Gizlenmesi gereken "BİR ŞEY"i biliyor olmalıydı. Böyle erken öldüğüne göre.

Ve işte soruyorum bilinen nedir? Ve beklemeden cevaplarınızı atladığım gibi atıma ve işte gidiyorum ve işte dört ayağı vardır atımın ve atım rüzgarlarla yarışır ve dört atım vardır işte ve işte dördünün de akıtmalıdır alnı ve her iki ayakları da sekilidir atlarımın ve ilkbaharda ekilen ekini söylüyorum işte güzün biçin ve biliyorum dudak bükeceksiniz ve işte büküyorsunuz dudaklarınızı ve saklıyorsunuz benden ve benim gizlediklerinizi ifşa edeceğimden korkuyorsunuz ve haklısınız korkunuzda ifşa edeceğim gün geçirmeden ve saat geçirmeden ve dakika geçirmeden ve saniye ve an.. ifşa edeceğim ve işte ediyorum ve meyveye dönüşür sözlerim ve size acı gelir ısırdığınızda ve kına yakarsınız şaşkınlığınızın ellerine ve parmaklarına ve resmini yaptırırsınız bir kadeh karşılığında ve bilmezsiniz o ressamın neler çektiğini ve suçlarsınız kendini ucuza sattığı düşüncesiyle ve yargısıyla ve çok umurundadır sanki sizin düşünceleriniz yargılarınız ve işte umursamıyordur sizi Stern markalı bir tüfek bile kesememiştir hızını ve bilgisizliğinizi vurmamıştır yüzünüze ve kar yağmıştır güvendiği dağlara ve işte elinde fırçası düşmüştür yollara peşinden Daştan’ın, elinde fırçası sokaklardadır ve kendisine aittir ve işte göğsünü gerer ve işte geriyor ve siz bir şey anlamıyorsunuz ve ucuzluğun dikbaşlılığı yargısıyla caka satıyorsunuz ve evinizin baş köşesine asıyorsunuz yaptırdığınız portrenizi ve resim uzmanı kesiliyorsunuz birden konuklarınızın karşısında ve işte size “eksper” ünvanıyla sesleniyorlar ve işte gölgelerin yersizliğini dile getiriyorsunuz sığınarak bu yeni unvana ve inanarak gerçekliğine var gücünüzle anlatıyorsunuz konuklarınıza ve onlar da birer uzman edasıyla sallıyorlar başlarını anlıyorlarmış, anlamışlar gibi ve sizin gözünüzden kaçan ya da önemsemediğiniz noktaları seriyorlar gözler önüne ve bütün konuklarınız açıyor gözlerini iri iri gösterilenlere bakıyorlar ve dudak büküyorlar ve suçluyorlar ressamı ve ressam kazandığı paraları umursamadan gözleri dolarak, yüreği kanayarak ve istemeyerek ve kendine lanetler savurarak ve tövbe dilenerek yatırıyor şaraba ve koltuğunun altındaki şişeyi kimselere göstermeden ve kimsenin görmesine izin vermeden yürüyor deniz kenarına ve gözyaşları yakıyor yanaklarını ve akşamdır işte ve deniz kenarındadır ressam kurmuştur ay ışığında çilingir sofrasını ve sofrasında üzüm vardır ve domates vardır ve yüz gram beyaz peynir vardır ve denize karşı oturmuştur ve üniversitedeki günleri çağırmıştır ve fakat yalnızdır ve der:

“Suat olsa!” Yok. Ve der:

“Daştan olsa!” Yok. Ve der:

“Pislik Murat olsa!” Yok. Siz ucuzcu demiştiniz ona.. o gözyaşlarına sığınmıştır şimdi. Öfkeyle bakar şarap şişesine.. kırmak geçer içinden ve yeltenir hatta ve der:

“Bu son! Bir daha ağzıma sürmeyeceğim.. tövbe! Bir daha asla! Bu Daştan içindi!” Siz ucuzcu demiştiniz ona dünyayı verseniz yapmaz şimdi portrenizi ve işte kendisine anılarına aittir denize aittir işte ve işte anılarıyladır. Pislik Murat gelir gözleri önüne bulanmaz midesi ve kusmaz ve:

“İyi çocuktu!” der mırıldanarak denize. Suat çıka gelir ansızın, ansızın girmişti odaya ressam, suç kendisinindi; vurmalıydı kapıya vurmamıştı işte ve işte Suat jartiyerli iç çamaşırlarıyla süzüyordu boy aynasında kendini ve utanmıştı ve ürpermişti aynadaki aksi, başını eğdiğinde Suat ve günlerce kaçmışlardı birbirlerinden ve ressam kendinden utanarak:

“İyi çocuktu!” der fısıltıyla yumup gözlerini. İşte açmıştır gözlerini yeniden ve işte anılar raksetmektedir üzerinde denizin ve işte Daştan kimsenin bulamadığı sesleri bulup getirecekti insanlara ve kendisi kimsenin görmediği renkleri bulup getirecekti Daştan o renklere ses verecekti şiirleriyle seslerin resmini yapacaktı ressam ve işte “DAĞA DÜŞEN BULUT” un resmini yapmıştı ressam ve görünce Daştan çığlık savurup bayılmıştı ve işte ressam yetişmeseydi başını betona çarpacaktı ve işte yetişip tutmuştu kollarına almıştı ve işte usulca yatırmıştı yere ve dizini yastık yapmıştı başına arkadaşının gözleri bir pınardı sanki yaşlar boşanıyordu hıçkırıklarını boğuyordu dalgaları denizin, deniz anılarıyla dolup taşmıştı ve ressamın gözü önünde raksediyorlardı ve coşmuştu ressam ve lüx arabalarıyla geçenler oradan bakıyorlardı tek başına deniz kıyısında oturan ressama ve diyorlardı kendi kendilerine:

“İşte bir deli.. oturmuş tek başına dalgaları sayıyor!”

Ve işte size söylüyorum ki o anılarını saymaktadır ve anılarının raksını izlemektedir işte Eylül'dür ve işte Eylül Rüzgarı savurmuştur onu bu kıyılara ve günler on ikisinde durmuştur bu kıyılardan daha uzak kıyılara ve o dönmüştür ve işte denizsiz kıyılar yitirmiştir albenisini yeniden çıkıp gelmiştir denize ve yoktur Suat ve yoktur Daştan ve yoktur Pislik Murat ve işte yalnızdır birlikte olduğu bu kıyılarda ama canlıdır anıları ve küskün değildir ve dalgaları saymıyordur ve bahar eskimemiştir ve aşkları eskimemiştir ve aynalara bakmayı sevmez ve ilişse de gözleri yüzüne utanmaz kendisinden ve onurunu satmamıştır ve o eğilmemiştir ve yenilmemiştir ve sönmemiştir içindeki ateş ve bilmiştir korumasını ve Suat’a hayıflanmaz ve hayıflanmaz Nükhet’e ve hayıflanmaz Sevgiye hayıflanmaz geceye-gündüze ve hayıflanmaz beklentilerinin el sallayışlarına ve yarım kalan bulmacalara ve türevi alınan çayların çabuk tükenişine ve köpeklerinin portresini yaptıranlara hayıflanmaz ve kapılmaz uzatılan tasmaların albenisine ve işte şarap şişesini kaldırıp çarpmıştır sahilde bir taş parçasına..

İşte alaca karanlık yitip gitmiştir ve artık gecedir ve deniz dalgaları kıyısını dövmüyordur. Ve işte bir gün daha bitmiştir, dalgalar yorganıdır ressamın ve düşünde anılarıyladır. 

Ve Daştan’ın sesi çınlamaktadır kulaklarında:

“Babam demeseydi ‘Oğul, ekmek atlı sen yaya olasın!’ bu deniz kıyısında dalga sayıyor olur muydum bilmiyorum!”


Cemal Çalık, 06.01.2015,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü



Seçkin Deniz Twitter Akışı