"Düşüş
acıdır. Teneke yerine kanat bulsa! Ağaçlar yerine bulut tünenir olsa! Hem
hiçbir yere de düşmesine izin verilmesin bulutların..."
Bırakalım
güğümler oldukları yerde kalsın. Yalnız güğümler mi kayıp? Ya kurnalar? Ya
çeşmeler? Sedye Hala protokoldeki yerini koruyor mu, bilinmez! Ben bilmiyorum.
“Medaha
Yenge! Medaha Yenge “Kortma!” benim ben! Ben Daştan! Kuşlar konmuş onları
kaldırıyorum!”
Adını
Daştan koymuşlardı ki dayanıklı olasın. Doğar doğmaz derenin soğuk sularına
sokmuşlar.
Olmadı.
Çabuk öfkelendin. Çabuk kızdın. Çabuk kaçtın. Bir anlık bir öfkeyle terk ettin
baba ocağını-ana kucağını. Yıllar sonra döndün. Kansere yenilmiştin. Bir
haftayı doldurmamıştı dönüşün, bu kez ÖLÜM’le terk ettin.
Başını dizleri üzerine almıştı baban, soluk almaz olduğunda, tükendiğinde nefesin. Aldığının farkında olmadığın zamanlarda kayıp düşmüştü yaşamından. Gitme niyetini söylememiş olsaydın, fısıldamasaydın kulağına annenin baban demeyecekti:
“Ekmek
atlı, sen yaya olasın oğul!”
Ekmek
atlı olmuştu o bedduadan sonra ya da çok önceden beri ekmek atlıydı ve sen hep peşinde
koşmuştun. Baban, “Ah itler ısırıp koparsaydı da dilimi söylemeseydim o sözü!”
der dövünürdü evde, sokakta. Yürürken. Otururken. Yemek yerken, su içerken. İki
eliyle dizlerini döverdi. Bunların hiç birini bilemedin. Kim gelip söyleyecekti
ki? Baban gururuna yediremezdi. Annen korkusundan babanın.
Mahallenin
bilgesi denecek Eşref gülerdi babanın haline, güler ve öfkeyle:
“Behey
zavallı Osman Efendi! Behey zavallı, dilinle söylemedin ki itlere verip
kurtulasın.. yüreğinle haykırmışsın.. yüreğinle.. sanmam ki o yüreğe burnunu
sürecek bir it olsun..”
Kaçardı
Osman Amca.. Daştan, Daştan.. kaçardı Osman Amca.. dönüşünle nasıl da
sevinmişti. Belli etmeden.. biraz daha dik yürür olmuştu. Öldün! Bir hafta
içinde.
Gitmeden
kaç gün önceydi?
Garip
garip bakmıştın her birimizin yüzüne ve demiştin:
“Şaşılası
bir durum! Siz hiç ağan bir yıldız gördünüz mü? Ve onların o kuyruğumsu
“şeylerini” koparmak arzusuyla kıvrandınız mı? Ve kıvrandım ben! Koparıyorsun
örneğin ve sonra bir teneke bağlıyorsun ve uçsuz bucaksız uzaya salıyorsun.. ne
şamata olur değil mi? Hırsından kudurduğunu görür gibi oluyorum!”
Baban
çağırmıştı. Kalkıp gitmiştin. Biz bize kalmıştık. Biz “tek”e indi. Sözlerin
kulaklarımda asılı.. yürüdüm.. yağmur başladı.
Ve iyice
şiddetlendi yağmur. Ve dolaştım birazcık istasyon caddesinde ve hafif hafif
çiseleyen yağmur sevincimi, mutluluğumu buldurdu. İyi ki Suat’a yağmuru
özlediğimi söyledim de kavuştum yağmura. Şu an ağlayabilirim. Çığlıklar
savurabilirim. Zıplarım, gülerim delice, kahkahalarla gülerim.
“Biz evvelisi..”
Siz
evvelisi bir “şey” değildiniz. Olsaydınız biz de bir “Şey” olurduk. Hem bir
“Şey” olmak çok mu önemli? Ölümlerden, öldürüşlerden başka anılarınız var mı?
“Öksüz Düzen Alay”lardan başka..
“Biz
evvelisi on sekiz yıl askerlik yaptık.. o zamanlar memlekette doğru dürüst bir
şey yoktu. Tütün yerine at fışkısı sardığımız çok olurdu. Şeker yerine balla
içerdik çayı. O da nadirattandı. Bu yüzden “UYUZ” salgındı. Hasrettik şekere,
una hasrettik. Ya siz? Size rahatlık batıyor! Biz evvelisi..”
Siz akınlarda çocuklar gibi şendiniz. Tuna’yı bin
atlılarla geçmiştiniz; “Dıgıdık.. dıgıdık!” Viyana kapılarına kadar
dayanmıştınız; “Dıgıdık! Dıgıdık! Dıgıdık!”
Kıştı
mevsim. Diz boyu kardı yollar. Atlı kızaklarla yapılırdı yolculuk. Eninde
sonunda varılırdı varılacak yere. Beklenenler bekleyenlerle buluşurdu eninde
sonunda. Sarmaş dolaş olunurdu.
Suat
için için ağlardı Daştan’a
Sevgi
için için kızardı Daştan’a.
Medaha
Yenge, Sedye Hala'ya kızardı. Ergin’e, Erdal’a kızardı. Daştan’a kızardı.
“İşte
siz şimdi elektriklerin aydınlattığı odalarda sabahlarsınız!
Televizyonlarınızın karşısında uykuya dalarsınız. Naklen savaş yayınları çalar
uykunuzu, uykunuz çaldığında sizi hayıflanırsınız.. işte uykumu çalan elektrik
faturası.. yanlış hesaplanan iki kilowat.."
Siz evvelisi ÇOK ŞEY’diniz. Ayak
ayaküstüne atmazdınız büyüklerin karşısında.. sigara dumanını üflemezdiniz
yüzlerine büyüklerin.
Yağmur
daha bir şiddetlendi. Faytoncu Salim’in yüzümde şaklattığı kamçıları
hatırlatıyor.. gülüyorum, gözyaşlarım karışıyor gülüşlerime. Gülüşler
gözyaşlarıma. Gören var mı diye bakıyorum. Gören var mı? Duyan var mı Daştan
bugün defnedildi? Birlikte okuldan kaçar sinemaya giderdik. Ben, Daştan, Suat
ve Pislik Murat. Birlikte titrerdik ayazda. Daştan daha otuzuna bile
varmamıştı.
Başımda
karıncalanmalar başladı. Akşam. Yağmur. Gözyaşlarım. Tembel tembel kafama
götürüyorum elimi. YOK!
Olacak
bir “ŞEY” mi?
Bir
hayli aradım olması gereken yerde. YOK işte. Sağa sola bakındım.. işte.. işte
iki adım ötede çamurlar içinde sol yanına yatmış boylu boyunca. Öyle mahzun.
Öyle bungun bakışları var ki.. görseniz. Bir görebilseniz.
Tam
karşısındayım. Bir tarafı tamamen çamura bulanmış. Hangi tarafı olduğunu
çıkaramadım. Hala kanlar damlıyor. Azar azar. Bozuk bir musluktan düşen
damlalar gibi. Parmaklarımdan birini uzatıyorum –hangisi olduğunu şu an
hatırlamıyorum- parmağım yanar gibi oluyor çekiyorum.
Parmağıma bulaşan kanlar
süzülüyor aşağıya. Birkaç saattir görmediğim başım ayaklarımın ucuna bakıyor
ürkek bakışlarla.. ayak parmaklarımın ucuna tam. Korkarak eğiliyorum. Utangaçtı. Kesik
kısımları iğrençti. Pislik Murat’ın sırıtışından da iğrenç. Parçalanmış
damarlar.. deri zerrecikleri.. yemek borusu. Yeniden toparlayıp cesaretimi,
dokundum yemek borusuna. Karıştırdım. Bileğime kadar kan olmuştu elim. Kulaklarını
okşadım kesik başımın. Kana bulanan elimi saçlarında temizledim sokağın
ortasındaki kesik başımın.
Arkadaşlara
yetişmek için hızla uzaklaştım yanından. Ayaklarıma sarıldı kesik başım
gözleriyle. İttim. Ezdim. Hafif bir acı gezindi yüreğimde kepsi o kadar!
Ağlayacaktım. Ağlamalıydım. Ağlamaya karar verdim.. ve işte ağlayamazdım. Daha
birkaç dakika önce ezmiştim gözlerimi. Zedelenen benliğimin omuriliğiydi.
Gururumdu. Onurumdu. Kişiliğim yaralanmıştı. Bir cımbızla yolmalıydım tüm
tüylerimi.
Küçücük
bir kız çocuğu sağ elini ileri uzatıp:
“Bak!
Bak baba, bir bulut dağa düşmüş!” dedi. Adam güldü bakmadan gösterilen yöne.
Gülmekle yetindi. Daştan ve ben ve Suat ve Pislik Murat gülmeden bakmıştık
gösterilen yöne.
DAĞA
DÜŞEN bir BULUT! Soluk bir karanlık
düşmüştü üzerine. Birkaç parçası vardı dağdan sarkan. Asılı kalmıştı parçaları
BOŞLUK’ta. Paramparçaydı dağın üstünde. Çok çırpınmış olmalıydı. Düşerken, can
havliyle kendini geriye atmak istemiş olmalıydı ve fakat başaramamıştı işte.
Her halde öyle olmalı!
Ben ve
Suat ve Daştan ve Pislik Murat kalakalmıştık. Kımıltısızlık onanan “ŞEY” olmayı
becertmişti. Onandırmak için saatlerce “NUTUK” çekmişti herhalde
içimizde..bizden habersizce. Referanduma kim sundu acaba? Yani içimizdeki
kamuoyunun gündemine kim soktu diyorum?
Çocuk
baktı, baktı.. babanın gülüşü takılıydı kulaklarına. Takılıp kalmıştı
kulaklarına. Bir küpe kadar ağırdı. Yaşına orantısızdı küpeleri anlayacağınız.
Anlayacağınız yasak düşünceler, arzular henüz beynine konuk olmamıştı.. yer
etmemişti henüz minicik yüreğine. Bir küpe kadar ağırdı gülüşü babanın. Bir
idam ipliğinin ilmiği gibi sıkıyordu boğazını keder Daştan’ın babası Osman Amca'nın.
Bir küpe
kadar ağırdı gülüşü babanın. Sallanıyorlardı bile minicik kulaklarında. Yüzünde
güller açtırmıştı gülüşü, babanın. Durdu birden. Minicik elleriyle koparmak,
çıkarıp atmak istedi.. yeniden baktı babasına. Kulaklarını kaşıdı sırayla. Yani
ikisini aynı anda kaşımadı. Babasını sevindirmişti. Somurtkan suratında
patlamıştı sevinç. Düşünmek, düşündürmek yerine sevinmek, sevindirmek..
bellemişti bir kez kız bunu. Yolu çizilmişti minik yavrunun. Bilmeden çizmişti
gülüşü babanın.
Sevinç,
adamı öksürte öksürte SEVİNÇ ADAMI yaptı.
Kime ne
yalnızlıktan? Eli sıcacıktı babanın. O’nun elleri arasında kaybolurdu eli her
zaman. El yutan bir eldi babanın eli. Çocuk usulca döndürdü başını; bir çocuk,
el yutan bir el tarafından kaldırılıyordu. Acımış olmalı dizleri. Asfalt
acıtır. Düşüş acıdır. Teneke yerine KANAT bulsa! Ağaçlar yerine BULUTLAR
tünenir olsa! Hem hiçbir yere de düşmesine izin verilmesin bulutların.
Daştan
içini çekerek ve gülen babaya kızdığını belli ederek:
“Kentlerdir
kara düşünen! Kara kara düşünen! “KARA BULUT”ları doğuran bu düşünüştür.”
demişti ve “Soluklanacak HAVA bile yasta şimdi. Ve kuşlar ve böcekler yasta..
gökyüzü gezilecek gibi değil. İkindi çaylarına nereye gidilecek? Öyle ise ne
için kanat çırpılacak?” diye sürdürmüştü konuşmasını şaşkınlıkla irileşen
gözlerimizin içine bakarak; bilgeceydi.
Şimdi
GÜLMEYİ PEÇE yapmış. Pudrayla kalınlaştırmış. Soyunup atamıyor. Belki de
gizlenen “ŞEY”i biliyor. Gizlenmesi gereken "BİR ŞEY"i biliyor
olmalıydı. Böyle erken öldüğüne göre.
Ve işte
soruyorum bilinen nedir? Ve beklemeden cevaplarınızı atladığım gibi atıma ve
işte gidiyorum ve işte dört ayağı vardır atımın ve atım rüzgarlarla yarışır ve
dört atım vardır işte ve işte dördünün de akıtmalıdır alnı ve her iki ayakları
da sekilidir atlarımın ve ilkbaharda ekilen ekini söylüyorum işte güzün biçin
ve biliyorum dudak bükeceksiniz ve işte büküyorsunuz dudaklarınızı ve
saklıyorsunuz benden ve benim gizlediklerinizi ifşa edeceğimden korkuyorsunuz
ve haklısınız korkunuzda ifşa edeceğim gün geçirmeden ve saat geçirmeden ve
dakika geçirmeden ve saniye ve an.. ifşa edeceğim ve işte ediyorum ve meyveye
dönüşür sözlerim ve size acı gelir ısırdığınızda ve kına yakarsınız
şaşkınlığınızın ellerine ve parmaklarına ve resmini yaptırırsınız bir kadeh
karşılığında ve bilmezsiniz o ressamın neler çektiğini ve suçlarsınız kendini
ucuza sattığı düşüncesiyle ve yargısıyla ve çok umurundadır sanki sizin
düşünceleriniz yargılarınız ve işte umursamıyordur sizi Stern markalı bir tüfek
bile kesememiştir hızını ve bilgisizliğinizi vurmamıştır yüzünüze ve kar
yağmıştır güvendiği dağlara ve işte elinde fırçası düşmüştür yollara peşinden
Daştan’ın, elinde fırçası sokaklardadır ve kendisine aittir ve işte göğsünü
gerer ve işte geriyor ve siz bir şey anlamıyorsunuz ve ucuzluğun dikbaşlılığı
yargısıyla caka satıyorsunuz ve evinizin baş köşesine asıyorsunuz yaptırdığınız
portrenizi ve resim uzmanı kesiliyorsunuz birden konuklarınızın karşısında ve
işte size “eksper” ünvanıyla sesleniyorlar ve işte gölgelerin yersizliğini dile
getiriyorsunuz sığınarak bu yeni unvana ve inanarak gerçekliğine var gücünüzle
anlatıyorsunuz konuklarınıza ve onlar da birer uzman edasıyla sallıyorlar
başlarını anlıyorlarmış, anlamışlar gibi ve sizin gözünüzden kaçan ya da
önemsemediğiniz noktaları seriyorlar gözler önüne ve bütün konuklarınız açıyor
gözlerini iri iri gösterilenlere bakıyorlar ve dudak büküyorlar ve suçluyorlar
ressamı ve ressam kazandığı paraları umursamadan gözleri dolarak, yüreği
kanayarak ve istemeyerek ve kendine lanetler savurarak ve tövbe dilenerek
yatırıyor şaraba ve koltuğunun altındaki şişeyi kimselere göstermeden ve
kimsenin görmesine izin vermeden yürüyor deniz kenarına ve gözyaşları yakıyor
yanaklarını ve akşamdır işte ve deniz kenarındadır ressam kurmuştur ay ışığında
çilingir sofrasını ve sofrasında üzüm vardır ve domates vardır ve yüz gram
beyaz peynir vardır ve denize karşı oturmuştur ve üniversitedeki günleri çağırmıştır
ve fakat yalnızdır ve der:
“Suat
olsa!” Yok. Ve der:
“Daştan
olsa!” Yok. Ve der:
“Pislik
Murat olsa!” Yok. Siz ucuzcu demiştiniz ona.. o gözyaşlarına sığınmıştır şimdi.
Öfkeyle bakar şarap şişesine.. kırmak geçer içinden ve yeltenir hatta ve der:
“Bu son!
Bir daha ağzıma sürmeyeceğim.. tövbe! Bir daha asla! Bu Daştan içindi!” Siz ucuzcu
demiştiniz ona dünyayı verseniz yapmaz şimdi portrenizi ve işte kendisine
anılarına aittir denize aittir işte ve işte anılarıyladır. Pislik Murat gelir
gözleri önüne bulanmaz midesi ve kusmaz ve:
“İyi
çocuktu!” der mırıldanarak denize. Suat çıka gelir ansızın, ansızın girmişti
odaya ressam, suç kendisinindi; vurmalıydı kapıya vurmamıştı işte ve işte Suat
jartiyerli iç çamaşırlarıyla süzüyordu boy aynasında kendini ve utanmıştı ve
ürpermişti aynadaki aksi, başını eğdiğinde Suat ve günlerce kaçmışlardı birbirlerinden
ve ressam kendinden utanarak:
“İyi
çocuktu!” der fısıltıyla yumup gözlerini. İşte açmıştır gözlerini yeniden ve
işte anılar raksetmektedir üzerinde denizin ve işte Daştan kimsenin bulamadığı
sesleri bulup getirecekti insanlara ve kendisi kimsenin görmediği renkleri
bulup getirecekti Daştan o renklere ses verecekti şiirleriyle seslerin resmini
yapacaktı ressam ve işte “DAĞA DÜŞEN BULUT” un resmini yapmıştı ressam ve
görünce Daştan çığlık savurup bayılmıştı ve işte ressam yetişmeseydi başını betona
çarpacaktı ve işte yetişip tutmuştu kollarına almıştı ve işte usulca yatırmıştı
yere ve dizini yastık yapmıştı başına arkadaşının gözleri bir pınardı sanki
yaşlar boşanıyordu hıçkırıklarını boğuyordu dalgaları denizin, deniz anılarıyla
dolup taşmıştı ve ressamın gözü önünde raksediyorlardı ve coşmuştu ressam ve
lüx arabalarıyla geçenler oradan bakıyorlardı tek başına deniz kıyısında oturan
ressama ve diyorlardı kendi kendilerine:
“İşte
bir deli.. oturmuş tek başına dalgaları sayıyor!”
Ve işte
size söylüyorum ki o anılarını saymaktadır ve anılarının raksını izlemektedir
işte Eylül'dür ve işte Eylül Rüzgarı savurmuştur onu bu kıyılara ve günler on
ikisinde durmuştur bu kıyılardan daha uzak kıyılara ve o dönmüştür ve işte
denizsiz kıyılar yitirmiştir albenisini yeniden çıkıp gelmiştir denize ve
yoktur Suat ve yoktur Daştan ve yoktur Pislik Murat ve işte yalnızdır birlikte
olduğu bu kıyılarda ama canlıdır anıları ve küskün değildir ve dalgaları
saymıyordur ve bahar eskimemiştir ve aşkları eskimemiştir ve aynalara bakmayı
sevmez ve ilişse de gözleri yüzüne utanmaz kendisinden ve onurunu satmamıştır
ve o eğilmemiştir ve yenilmemiştir ve sönmemiştir içindeki ateş ve bilmiştir
korumasını ve Suat’a hayıflanmaz ve hayıflanmaz Nükhet’e ve hayıflanmaz Sevgiye
hayıflanmaz geceye-gündüze ve hayıflanmaz beklentilerinin el sallayışlarına ve
yarım kalan bulmacalara ve türevi alınan çayların çabuk tükenişine ve
köpeklerinin portresini yaptıranlara hayıflanmaz ve kapılmaz uzatılan
tasmaların albenisine ve işte şarap şişesini kaldırıp çarpmıştır sahilde bir
taş parçasına..
İşte
alaca karanlık yitip gitmiştir ve artık gecedir ve deniz dalgaları kıyısını
dövmüyordur. Ve işte bir gün daha bitmiştir, dalgalar yorganıdır ressamın ve
düşünde anılarıyladır.
Ve Daştan’ın sesi çınlamaktadır kulaklarında:
“Babam
demeseydi ‘Oğul, ekmek atlı sen yaya olasın!’ bu deniz kıyısında dalga sayıyor
olur muydum bilmiyorum!”
Cemal Çalık, 06.01.2015, Konuk
Yazar, Sonsuz Ark, Öykü